Mehmet Şevket EYGİ – HABER KALEM SİTESİNDE ÇIKMIŞ YAZILARI / 01

  1.  

    Büyüklerimize Vefalı Olalım

    YAKIN tarihimizde din âlimi, fakih, mücahid, şeyh, mürşid birtakım

    bayrak İslamî şahsiyetler

    vardır.

    Ümmet’in, bu kişilerin hatırasını yaşatması, genç nesillerin onları idealize etmesi için gereken eğitimi ve telkini vermesi gerekir. Bunların bir kısmı din ilimleri ve fıkıh sahasında, bir kısmı tasavvuf ve tarikatta, bir kısmı edebiyatta hizmet vermişler, bir kısmı ise aksiyon sahasında önderlik etmiştir.

    Sekizinin isimlerini zikr ediyorum:

    1. Sultan-ı Osmaniyan ve Halife-i Müslimîn Abdülhamid-i Sânî hazretleri.
    2. Hâdimü’l-iman ve Kur’ân Üstad Bediüzzaman Said Nursî.
    3. Mürşid-i Kâmil Şeyh Abdülhákim Arvasî.
    4. Şeyhülislam Tokadî Mustafa Sabri Efendi.
    5. Düzceli Muhammed Zâhid Kevserî Efendi.
    6. Şehid-i mübarek Erbilli Şeyh Es’ad Efendi.
    7. İslam şâiri Mehmed Âkif bey.
    8. Üstad Necip Fazıl Kısakürek.

    Bunların hepsi de Ehl-i Sünnet ve Cemaat Müslümanıydı, büyük hizmetleri dokunmuştur.

    İmana, İslâm’a, Kur’ân’a, Sünnete, Şeriat-ı Garra-i Ahmediyyeye hizmet eden kimseleri bu Ümmet-i merhumenin baş tacı etmesi gerekir.

    Bunların bazısı birbirleriyle ilmî münakaşa etmiş olabilir. Bize düşen bu münakaşalara karışmamak ve hepsine saygıda kusur etmemektir.

    Bazılarını şahsî kusurları olabilir. Biz bunları fâş etmekle değil, setr etmekle (gizlemekle) mükellefiz.

    Genç nesillere bu büyük zatların menkıbelerini öğretmeli, kitaplarını okutmalıyız. Gençlik topçuları, şarkıcı ve türkücüleri, mankenleri, arivistleri idealize etmemeli; İslâm’a ve imana hizmet eden zevatı örnek almalıdır.

    Yeni yapılan camilerin bazısına bu zevatın isimleri verilmelidir. Bu zevatın adına okullar, enstitüler, ilmî araştırma merkezleri, kültür ve sanat kurumları açılmalıdır. Bu zatlardan bazısını sevenler, birini övüp yüceltirken, ötekini zemm etmemelidir.

    Bu muhterem zevata saldıranlara, çamur atanlara ilmin, irfanın, hikmetin ışığında susturucu cevaplar verilmelidir.

    Müslümanlar vefalı olmalı, Din-i Mübin-i İslam’a hizmet etmiş olanları unutmamalı, hatıralarını canlı ve taze tutmalıdır. 21 Mayıs 2010 Cuma − Mehmet Şevket Eygi /haberkalem.com özel yazısı (1)

    Çevre Katliamı Amansızca Sürdürülüyor

    Bir insan olarak, bir Müslüman olarak, bir Türkiyeli olarak ülkemizdeki ağaç ve çevre katliamını yüksek sesle protesto ediyorum.

    En son küçük, fakat zengin ve bayındır bir ilçemizde caddenin ortasındaki dev bir okaliptüs ağacı, trafiği engelliyor bahanesiyle geceleyin vahşice ve yamyamca kesilmiştir. Toroslarda

    500 yıllık sedir ağaçları

    kesilmiştir. Abant’ta ormanların arasında vahşi ve katil bir yol genişletmesi yapılmaktadır, doğal düzen alt üst edilmektedir.

    Bütün ülke sathında hummalı ve çılgın bir yapılaşma sonucunda son on yıl içinde büyük miktarda yeşil arazi yok edilmiştir.

    Üçüncü köprü

    ile rantçılar ihya edilirken, İstanbul’un kuzeyindeki ormanların büyük bir kısmı yok olacaktır.

    Karadeniz sahillerinde, Gürcistan sınırındaki Hopa’ya kadar, karanın yeşili ile denizin mavisi arasında zehirli yılan gibi korkunç bir yol yapılmıştır.

    Binlerce kuş, vahşi hayvan, böcek, bitki, balık türü yok olmaktadır.

    Bundan bir asır önce Marmara denizinde

    400 tür balık

    yaşarken, bu rakam şimdi

    30-40’a düşmüştür.

    Çocukluğumun İstanbul’u yemyeşil iken şimdi korkunç ve dehşetli bir beton büyük sahrasına dönüştürülmüştür.

    Türkiyenin ormanları, yeşillikleri, gölleri, nehirleri; dini imanı para ve servet olan

    rantçı Hülâgû çerilerinin

    ayakları altında perişan olmaktadır.

    Rantçılar Türkiye ormanlarına göz dikmişlerdir.

    Fert başına düşen yeşillik İsveç’in başkenti

    Stockholm’de 50 metre kare

    iken İstanbul’da 1 metre kareye düşmüştür.

    Her yıl Kıbrıs yüzölçümü kadar toprağımız erozyon yüzünden denize akmaktadır.

    Çevre katliamı millî bir felaket halini almıştır.

    Vahşi ve canavar kurumlar bazı yerlerde sokak kedi ve köpeklerini vicdansızca öldürmektedir.

    Halkımızın büyük kısmı ağacı, doğayı, hayvanları sever, onlara acır ama azınlıktaki egemen merhametsiz vahşiler onlardan daha baskın çıkmakta, çevre kıyımına sorumsuzca devam etmektedir.

    Okullara çevreye ve doğaya merhamet dersleri konulmalıdır. 24 Mayıs 2010 Pazartesi − Mehmet Şevket Eygi /haberkalem.com özel yazısı (2)

    Okur Yazar Cahiller Ordusu

    ESKİDEN halkın yüzde sekseni okuma yazma bilmeyen cahilmiş. Sonra her yere okullar açıldı, eğitim mecburî hale getirildi ve Latin harfleriyle okuma yazma bilen cahiller yetiştirildi. Tabiî ki, okul bitirmiş herkese cahil damgası vurmuyorum.

    Adam Türkiyeli. Anadili Türkçe, liseyi bitirmiş, üniversitede okumuş. Kendisine Çalıkuşu romanının 1928’den önceki bir baskısını veriyorsunuz, yüzünüze şaşkın şaşkın bakıyor ve “ben bunu okuyamam” diyor.

    Nasıl okuyamazsın, senin anadilin Türkçe, bu kitap da Türkçe, nasıl oluyor bu iş?

    Adamcağız İstanbul Üniversitesinde profesör, tarihî ana kapının üzerindeki kocaman Türkçe mermer kitabeyi okuyamıyor…

    Karacaahmet mezarlığına gidiyor. Atalarının Türkçe mezar taşlarını okuyamıyor…

    Şöyle veya böyle… Bu anlattıklarım cahillik değil de nedir?

    Stalin zamanında, Sovyetler Birliğinin üyesi (veya sömürgesi) olan Müslüman Türk ülkelerinde alfabe değişikliği yapılarak kültür hayatında büyük bir kopukluk meydana getirilmişti.

    Bırakın alfabeyi değiştirmek, klavyeyi değiştirmek bile kopukluğa sebep olur. “F klavye” ile on parmak rüzgâr gibi hızlı yazan birine Q klavyeli bir cihaz verin doğru dürüst yazamayacaktır.

    Solak birine ille de sağ elinle yazacaksın derseniz ne olur? Zar zor eciş bücüş yazabilir.

    Peki, başka bir konuya geçelim: Öğrenilmesi zor bir yazı sistemi mi faydalıdır, yoksa zor ve çetrefil bir sistem mi?

    Çine, Japonya’ya bakınız. Yazıları ne kadar zor ve girift. Onlar bu yazıyla ilimlerde, fenlerde, edebiyatta, sanatta, kültürde harikalar meydana getirdi.

    Japonya’da 400 üniversite var. Günde 13,5 milyon (hafta tatilinde bir milyon daha fazla…) basan gazeteleri var. Bir yığın Nobel kazanmış ilim adamları var. Muazzam bir sanayileri var.

    Evet, zor bir yazı toplumu güçlendirir, onu öğrenen çocuklara fikir ve kültür çilesi çektirerek onları daha tecrübeli, daha talimli, daha sebatlı yapar. Kolay bir alfabe ise zihin tembelliğine, gevşekliğe yol açar, okumuşları da cahil derecesine indirir.

    Vatandaş Türkiyeli, anadili Türkçe ve 1897’de basılmış Türkçe bir Fuzulî Divanı’nı okuyamıyor. Ha Türkçe ha Çince. Ben böyle bir eğitimi, böyle bir okumuşluğu ne yapayım?

    *(Sayın Prof. Şabtay Devrimof’a: Bir yanlışım varsa lütfen gerekçeli olarak bildirmenizi istirham ederim…) 26 Mayıs 2010 Çarşamba − Mehmet Şevket Eygi /haberkalem.com özel yazısı (3)

    Geleneksel El Sanatları ve Zanaatları

    Her kafadan ayrı ses çıkıyor. İktidara yakın ağızlar

    Türkiye’de 3,5 milyon işsiz var

    derken, muhalifler

    10 milyon

    diyor. İnkar edilemeyen acı bir gerçek var, o da ülkemizde

    milyonlarca işsiz

    olduğudur. Bu işsizlerin hepsini devlet memuru veya fabrika işçisi yapmak da mümkün değil. Milyonlarca isçiye sigorta sağlanamaz, güvence verilemez. Bir milyon kişiyi sanayi işçisi yapmak için milyarca dolarlık sermaye ve yatırım lazımdır.

    Bendenizin bu konuda bazı tekliflerim


    (önerilerim)

    vardır.

    Turizme ve ihracata yönelik olarak geleneksel el sanatlarını teşvik etmek, yurt çapında yüz binlerce ev atölyesi açmak. Mesela evlerde el tezgahlarında kök boyalı ipliklerle kıymetli ipekli, keten, yün kumaşlar (sıradan kumaşlar değil) dokutmak.

    Evde olacağı için yol parası istemez, dükkan ve iş yeri kirası gerekmez, elektrik de istemez. Bu kumaşlar vasıflı ve kültürlü turistlere satılabilir, ihraç edilebilir. Yerli seçkin tabaka da bunlarla ilgilenir… Yine, müzelerdeki değerli çömlek objelerin ev atölyelerinde replikaları (taklitleri) yapılır ve

    mühürlü-sertifikalı olarak

    satılır. Yunanistan bunu yapıyor… Bu yolla birkaç yüz geleneksel sanatımız ve zanaatimiz canlandırılabilir. Bunlar şahıs ve aile işletmesi olacağı için sigorta istemez, sendikalı olmak gerekmez.

    Dar gelirli aileler bu yolla bütçelerini doğrultabilirler.

    Dünyayı gezenler bilir, yüzlerce ülkede bu gibi el sanatları, hatıralık eşyalar üretimi çok yaygındır. Bizde ise ihmal edilmiş, körletilmiştir.

    Geleneksel el sanatlarımız ve zanaatlarımız canlandırılırsa

    doğrudan doğruya veya dolaylı olarak

    bir milyon kişiye iş ve aş temin edilmiş olur.

    Bazı ukalalar beni hayalci olmakla suçlayacaktır. Çin’e baksınlar ve utansınlar

    Ülkemize gemiler dolusu ıvır zıvır ufak tefek

    Çin eşyası

    geliyor. Biz niçin onlar gibi yapamayalım? Ayasofya’yı her yıl milyonlarca turist geziyor. Ulu mâbedin civarında millî sanatlarımızın ürünlerini satan bir tek sergi yok… Geçenlerde gezmek için Babaeski’ye gitmiştim.

    27 bin nüfuslu zengin ilçede bir tek geleneksel sanat ve mahallî hatıra eşyası yoktu.

    Belediyenin karşısındaki çanak çömlek, süs eşyası dükkanında ise Çin’den gelme binlerce tür obje satılıyordu.

    Herkese yağlı ballı, sigortalı, sosyal güvenceli, iyi maaşlı iş bulunamaz. Benim anlattığım geleneksel el sanatları ve zanaatlarıyla çok sayıda vatandaş evinde çalışarak az çok gelir elde eder, işsizlikten kurtulur.

    Bu işi kimler, hangi müesseseler yapacaktır? Devlet yapamaz, maalesef belediyelerin çoğu yapamaz (bir kısmı yapabilir), bürokratik kafalar yapamaz, sendikal zihniyet yapamaz.

    Kütahya’da çinilik yapan, Devrek’te baston yapan, İstanbul’da ebru yapan, Çanakkale’de veya Avanos’ta sanatlı çömlek yapan kafalar bu hizmeti yaygınlaştırabilir.

    Gerekirse Avrupa’dan, Çin’den, İran’dan, Hindistan’dan, Mısır’dan sanat veya zanaat ustası bile getirtilebilir.

    Hindistan’da el yapımı kağıt üretimi var da bizde niçin olmasın? 28 Mayıs 2010 Cuma Mehmet Şevket Eygi /haberkalem.com özel yazısı (4)

    Gündemin Birinci Maddesi Türkçedir

    BU ülkenin iki gündemi vardır:

    Birincisi:

    Gündeme getirilmeyen gerçek gündemdir.

    İkincisi:

    Yapay ve düzmece gündemdir.

    Gerçek gündemin

    ilk maddesi

    Türkçe meselesidir.

    İki türlü Türkçe vardır, biri günlük konuşma ve iletişim Türkçesi; diğeri yazılı, edebî, kültür Türkçesi.

    Birkaç yüz kelime ile günlük hayatta iletişim sağlayabilirsiniz. Konuşulmayan yazı Türkçesi öyle değildir.

    En az beş-on bin kelime, kavram, terim bilmek gerekir.

    Uzun yıllar boyunca, ehliyetli edebiyat hocalarından edebî sanatlar, gramer, üslûp, belagat, fesahat dersleri almış olmak gerekir.

    Lisanımız 1930’lardan bu yana büyük suikastlara, sabotajlara uğramıştır.

    Türkiye’ye gelemeyen sakıncalı

    Agob Martaryan

    isimli dil-baz bir zat, özel müsaade ile getirilmiş, kendisine

    “A. Dilaçar”

    ismi verilmiş ve

    Türk Dil Kurumu’nun başına

    geçirilmiştir. Türkçeye entegre olmuş

    Arapça ve Farsça kelimeler ve deyimler atılmış, yerlerine on binlerce uyduruk gülünç sözcük ikame edilmiştir.

    Böylece, çok zengin bir kültür ve edebiyat dili olan

    Türkçe yozlaştırılmış

    , aliene edilmiş, nesiller arasında dehşetli bir lisan ve hafıza kopukluğu meydana getirilmiştir. Bu kopukluğa, bir de

    1928 alfabe değişimi

    eklenince ortaya büyük bir kültür faciası çıkmıştır.

    Artık yeni nesillerimiz

    atalarının Türkçe mezar kitabelerini okuyamayacak derecede cahil

    kalmıştır. Evet,

    Türkiye isimli bu ülkenin birinci gündem maddesi yazılı ve edebî Türkçe’nin acınacak durumudur.

    Bugünkü edebî ve yazılı Türkçe maalesef son derece fakir ve yetersizdir. Okullarda ve bilhassa liselerde bu fakir Türkçe bile doğru dürüst okutulamamaktadır.

    Türkiye düze çıkmak istiyorsa 1920’lerin zengin ve engin Türkçesine;

    Ömer Seyfettin’lerin, Yakup Kadri’lerin, Hüseyin Rahmi’lerin,
    o tarihteki M. Kemal Paşa’ların Türkçesine

    dönmelidir. 1928 kopukluğu giderilmeli,

    okullara Osmanlıca, seçmeli ders olarak konulmalıdır.

    Lisan konusundaki

    bütün ideolojik yasaklar

    ve tabular kaldırılmalıdır.

    Osmanlıca gazete, dergi, kitap çıkarılmasına izin verilmelidir.

    Bugünkü yasak insan haklarına aykırıdır. Lise mezunları en büyük klasik edibimiz olan

    Fuzulî’nin Divan’ını

    okuyup anlayabilmelidir. Zor bir yazı sistemi ülkelerin, halkların, devletlerin terakkisine engel olsaydı,

    Japonya

    ve

    Çin

    geri kalırdı. 30 Mayıs 2010 Pazar − Mehmet Şevket Eygi /haberkalem.com özel yazısı (5)

    Modern Sodom ve Gomore

    HAYIR, kesinlikle abartmıyorum, ülkemiz korkunç bir ahlâksızlık ve faziletsizlik tufanı içindedir. Her toplumda ayıplar, günahlar, suçlar olabilir ama bizdeki lağımlar şu anda taşmış; sokaklar, caddeler, meydanlar, bütün memleket sathı pislik selleriyle kaplanmıştır. Yüreğim kan ağlayarak söylüyorum:

    Ülkeyi pislik götürmektedir.

    Seks suçları çok artmıştır. On yaşındaki çocuklara sarkıntılık edilmekte, 13 yaşındaki kızlar hamile kalmaktadır… Uyuşturucu kullanma yaşı okullarda 10’a kadar inmiştir… Âhir zaman alametlerinden zina ve bina… Gazeteler ve tv’ler toplumu seks manyağı haline getirecek yoğun müstehcen yayın yapıyor.

    AB baskısıyla

    yeni Ceza Kanunu’nda zina suç sayılmadı.

    Atatürk ve İsmet Paşa zamanında bile müstehcen sayılan ve ceza gören yayınlara artık engin bir hoşgörüyle bakılıyor. Öyle ya, hürriyet var!..

    Çocuklarımız eskisine nispeten daha erken yaşlarda büluğa eriyor. İş o raddelere vardı ki, bazı firmalar liselerin kapısında

    14-15 yaşındaki çocuklarımıza prezervatif

    dağıtıyor. Yasal

    masaj salonlarında

    ne dolaplar dönüyor. Herkes biliyor, ses çıkartan yok.

    Dış ülkelerden bol miktarda

    Nataşa

    ithal ediliyor. Devlet, üzerinde

    TC antetli resmî vesikalarla yasal fuhuş

    yaptırıyor, bundan KDV ve gelir vergisi alıyor, bütçeye koyuyor. Yasal genelevlerin kapısında polis bekliyor… Halbuki TC uluslar arası Kadın Hakları Sözleşmesini imzalamış ve fuhuş yaptırmayacağını taahhüt etmiştir.

    1960’lı yıllarda otellere gelen kadın ve erkeklerden

    evlilik cüzdanı

    sorulurdu. Şimdi öyle kayıtlar yok. Cüzdan sormak gericiliktir. Al karıyı at otele!..

    İşin en kötüsü toplum ahlâksızlığa alıştı, kanıksadı, gereken tepkiyi göstermiyor, protesto etmiyor.

    Modern bir Sodom ve Gomore’de yaşıyoruz.

    Yeni Babiller kadim Babil’i gölgede bıraktı.

    Yolsuzluklar, soygunlar, talanlar, hortumlamalar,

    en ince hırsızlıklar

    , rüşvetler, komisyonlar gırla gidiyor.

    Ülkemizin uluslararası temizlik ve şeffaflık notu, 10 üzerinden 4,

    yani sınavı geçemiyoruz. Para, benlik, menfaat, seks, lüks, israf, gösteriş en büyük değerler olmuş.

    Ahlâk, fazilet, iffet, istikamet, mürüvvet, fütüvvet kelime ve kavramlarının pabuçları dama atıldı. Binmişiz bir ahlâksızlık alametine, gidiyoruz karanlık bir akıbete…

    01 Haziran 2010 Salı − Mehmet Şevket Eygi /haberkalem.com özel yazısı (6)

    İyi, Doğru, Derin ve Medenî Düşünce

    SADECE düşünmekle iş bitmez.

    Düşüncenin türleri vardır:

    İlkel düşünce, gelişmiş vasıflı düşünce…

    Mantıklı düşünce, mantıksız düşünce…

    Peşin düşünce, muhakemeli derin düşünce…

    Yüksek zekâ ve yüksek kültür sahibinin düşüncesi, zekâ özürlünün düşüncesi…

    1. Her insanın bir

    zekâ katsayısı

    (IQ’su) vardır.

    2. Zekâ, bir dereceye kadar geliştirilebilir veya

    dumura uğratılabilir.

    3.

    Eğitim sistemi ve okullar

    doğru, hak ve vasıflı değilse,

    genç nesillerin zekâları

    körlenir.

    4.

    İnsanlar lisanlarıyla düşünür.

    Bir ülkede, bir toplumda

    yazılı ve edebî kültür lisanı

    erozyona uğramış, yozlaşmış, fakirleşmiş ise orada düşünce de geriler, yozlaşır.

    5. İyi düşünmek, doğru düşünmek, iyi ile doğruyu birbirinden ayırt etmek için

    gençlerin mutlaka mantık denilen ilmi okumaları

    ve öğrenmeleri gerekir. Mantıktan başka:

    Psikoloji, metafizik, estetik, ahlâk

    da okumaları gerekir.

    6. Birkaç yüz kelimelik

    günlük iletişim diliyle derin, yüksek, medenî düşünce olmaz.

    7. Milletlerin kendi özel millî kimlikleri ve özel millî kültürleri vardır. Bunlar zorla, devlet terörüyle değiştirilmeye kalkışılırsa büyük kopukluklar, yabancılaşmalar, geri kalmalar, bozulmalar, çöküntüler meydana gelir.

    8.

    Millî kimlik ve kültüre ters bir resmî ideoloji ülkeyi, halkı, devleti sarsar ve yıkar.

    9. Türkiye’nin dominant (hákim) kültürü İslâm’dır. Tevhid-i Tedrisat devrimi

    “Tevhidî” tedrisata karşı olduğu için

    ülkemizde kültür, düşünce, sanat gerilemiştir.

    10. Dinsiz, din düşmanı, ateist, ideolojik düşünce ile İslâm düşüncesi, Tevhidî düşünce, millî ve geleneksel düşünce birbiriyle bağdaşmaz.

    11. Peşin

    taklidî düşünce

    caizdir. Bir şartla:

    Doğru ve hak olmak şartıyla.

    12. Kötü ve sapık bir eğitimde gençler belki biraz cebir, geometri, fizik, kimya öğrenebilir ama kesinlikle

    iyi, derin, vasıflı düşünme sanatını

    ve yeteneğini elde edemezler.

    13. Yeterli miktarda KÂMİL ÜSTADSIZ ve EHLİYETLİ REHBERSİZ düşünce hayatı gelişmez.

    14. Öz, sade, arı, kuşa çevrilmiş,

    yoksul, fakir, ufuksuz yeni Türkçe ile düşünce olmaz,

    köy olmaz kasaba olmaz.

    Türkiye’nin genç nesilleri, tarihî kopukluklar ve ârızalar, resmî ideoloji terörleri yüzünden düşünce konusunda millî kültürün dışında, çağdaş dünyanın gerisinde kalmışlardır.

    Bu geriliği gidermek için

    tarihî devamlılık çizgisine

    ve mecrasına dönmemiz, çok vasıflı ve

    gerçekten millî bir eğitim sistemi

    kurmamız gerekir. 03 Haziran 2010 Perşembe − Mehmet Şevket Eygi /haberkalem.com özel yazısı (7)

    Mâneviyatsız Maddî Kalkınma

    BİR ülkede zenginlik, refah artıyor, sanayi hızla gelişiyor, binalar yapılıyor, yollar harika, limanlar, barajlar, havaalanları, hızlı trenler, herkesin otomobili var… Bütün bunlar maddî kalkınma olduğunu gösterir.

    Bu kalkınmaya karşılık ahlâkta gerileme var. Hırsızlığın her türü yaygın hale geliyor. İçki, kumar, fuhuş genelleşiyor. Haram yeme… Cinayetler, uyuşturucu, bin türlü kaçakçılık ve kanunsuzluk… Kirlilik…

    Toplumda sosyal barış ve uzlaşma yok. Birtakım çeşitlilikler ve alt kimlikler arasında düşmanlık ve rekabet var. Komşuluk hakları, yardımlaşma, zenginlerin fakirleri gözetmesi gibi konularda gerileme var.

    Böyle bir ülke maddî bakımdan gelişmekte, mânevî bakımdan gerilemektedir. Böyle bir gelişme dengeli, sağlıklı, adaletli bir gelişme değildir.

    Tek boyutlu gelişme maddî refah getirir ama huzur ve saadet getirmez.

    Fakirliğin âfetleri ve sıkıntıları olduğu gibi zenginliğin de vardır. Paranın çoğaldığı yerde fitne ve fesat da çoğalır.

    Zenginleşen ve kalkınan bir toplumda, genç nesillerin mutlaka çok güçlü bir ahlâk ve karakter terbiyesi alması gerekir.

    Bu terbiye ailede, okulda, sokakta, işyerinde, askerlik hizmetinde, camide verilebilir. Bu saydığım beş kurum ahlâk ve karakter terbiyesi veremezse ülkenin geleceği karanlıktır.

    Amerika Birleşik Devletlerinde maddî kalkınma ile püriten Protestan ahlâkının büyük rolü olmuştur. Anadolu’nun bin yıllık tarihinde loncalar, ahîlik teşkilatı, fütüvvet ahlakı iş ve ticaret hayatını kontrol etmiş, aşırılıklardan ve ahlâksızlıktan korumuştur.

    Bugün Türkiye ahîlik ve fütüvvet ahlâkına son derece muhtaçtır. Dinin, ahlâkın, hikmetin (bilgeliğin), vicdanın kontrol etmediği bir kalkınma, getirdiğinden çok fazlasını götürür.

    Mutlu, huzurlu, vicdanlı olmadan zengin olmanın ne kıymeti vardır?

    Ahlâksız ve maneviyatsız zenginlik insanları birbirinin kurdu yapar. İnsanları birbirinin meleği yapan din ve ahlâktır. Gerçek din ve gerçek ahlâk.

    Müslüman görünen birisi para kazanmak, zengin olmak için İslâm’ın yasakladığı kötülükleri yapıyorsa bilin ki, o Müslüman değildir, münafıktır.

    04 Haziran 2010 Cuma – Mehmet Şevket Eygi /haberkalem.com özel yazısı (8)

    Okullara Görgü ve Nezaket Dersleri Konulmalıdır

    OKULLARDA niçin görgü ve nezaket dersleri okutulmuyor? Görgü ve nezakete fizik ve kimya kadar değer verilmiyor mu?

    Bir insan fizik kimya bilmese huzur ve mutluluk içinde yaşayabilir ama, görgüsüz yaşamak bir cehennem azabıdır.

    Yolda gidiyorsunuz yanınızdan bir otomobil geçiyor, pencereleri açık, içinde yüksek sesle kahkahalar atan dünya sarhoşu üç genç var, teybi sonuna kadar açmışlar, berbat bir müzik, berbat bir karı avaz avaz bağırıyor…

    Otomobil yanınızdan buhran gibi geçiyor. Ses uzaklaşıyor, siz sersem gibi oluyorsunuz. Bunlara görgü ve nezaket dersleri verilseydi böyle yapmazlardı.

    Dar bir sokağın iki yanı apartmanlarla dolu.

    Gece saat 10’da pencereden bir baş görünüyor, bir sağa, bir sola, bir de aşağıya bakıyor ve içi çöp dolu poşeti sokağa atıyor. Görgüsüz!..

    Bilet almak için kuyrukta bekliyorsunuz. Biri geliyor, hemen gişeye gidiyor bilet istiyor. Sıra mıra dinlediği yok. Çünkü görgüsüz, medeniyetsiz, nezaketsiz bir yarmadır o.

    Adam bir esnaf lokantasına gidiyor, bir kişinin oturmuş olduğu masaya izin almadan oturuyor. Görgüsüzdür…

    İlk müşteri fakirce biri, kurufasulya yiyor. Yeni gelen tereyağlı nefis bir İskender kebabı ısmarlıyor. Görgüsüz!..

    Tramvayda 18 yaşındaki taş gibi delikanlı oturuyor, 80 yaşındaki ihtiyar ayakta… Genç görgüsüzdür.

    Genç kadın sokakta, taşıma vasıtasında, pastacıda şuh, seksî, çıngıraklı kahkahalar atıyor o biçim karılar gibi. Niçin böyle zilli zilli gülüyor. Çünkü görgüsüzdür…

    Herif yeni zengin, türedi. Akşamları lüks restoranlara gidip tıkınıyor.

    Ertesi gün “Dün filan lokantadaydım, kaburga dolması yedim, üstüne kup griye…” diyerek ballandıra ballandıra anlatıyor.

    Çünkü görgüsüz, medeniyetsiz, nezaketsiz bir görmemiştir…

    Çocukluğumda Beyoğlu’nda en fazla kullanılan kelime “efendim”di.

    Evet efendim, hayır efendim, teşekkür ederim efendim, bir şey değil efendim…

    Şimdi genellikle aha oha yuha muha deniliyor…

    Millî iradenin tecelligâh-ı olan Meclis’te bundan bir yıl kadar önce büyük bir kavga olmuştu. Ağır küfürler havada uçuşmuş, yumruklar atılmıştı.

    Büyük bir televizyonda aşırı makyajlı kadın sunucu karşısındaki genç sporcuya soruyordu: “Cinsel ihtiyaçlarınızı nasıl tatmin ediyorsunuz?”

    Milyonlarca seyirci de memnun memnun dinliyordu…

    Okullara görgü ve nezaket dersleri konulsa ders kitaplarını kim yazacak, dersleri kimler verecek? 07 Haziran 2010 Pazartesi

    Türkiye Laik midir?

    Türkiye laik değildir, bizde kesinlikle laiklik yoktur; laikçilik denilen insan haklarına ve hürriyetlerine aykırı çağdışı bir sistem ve ideoloji vardır.

    Laik devletin resmî bir Diyanet İşleri Başkanlığı olamaz.

    Laik devletin memur statüsünde ve bütçeden maaş alan 100 bine yakın resmî imamı, müezzini, vâizi, müftüsü, din dersi öğretmeni olamaz.

    Laik bir devletin din işlerinden sorumlu bakanı olamaz.

    Laik bir devlet hac seyahatlerini tekeline alamaz.

    Laik bir devlet Türkiye’de olduğu gibi İslamî vakıflara (Evkaf-ı İslamiye) el koyamaz. Bu vakıfların bir kısmını elden çıkartıp satamaz.

    Laik bir devletin seksen bin camii olamaz.

    Laik bir devletin ilahiyat fakülteleri, İmam-Hatip mektepleri olamaz.

    Laik bir devlet resmî okullarında mecburî din dersi okutamaz. Bizde dinî hükümleri çarpıtarak, dini resmî ideoloji ile bağdaştırmaya çalışarak okutuyor.

    Osmanlı zamanında din-devlet birliği vardı. Din ile devlet uyumlu idi.

    Bu devirde yine din ve devlet birliği vardır ama aralarında uyum yoktur. Sabataycılar din üzerinde baskı yapmakta, dini kontrol etmektedir.

    Türkiye’de İngiltere’de ve diğer medenî ülkelerde olduğu gibi tam ve gerçek hürriyeti ve inanç yoktur. Resmî ideolojinin izin verdiği kadar kısıtlı bir hürriyet vardır.

    Laik devlet Ortodoks Rumların, Gregoryen veya Katolik Ermenilerin, Musevilerin, Süryanilerin din işlerine, kilise ve sinagoglarına, patrik ve hahamlarına karışmıyor ama Müslümanlara karışıyor ve ağır baskılar yapıyor.

    Müslümanların din medreseleri açıp icazetli din alimi yetiştirmelerine, tasavvuf dergahları açıp zikrullah yapmalarına ve faziletli vatandaş yetiştirmelerine engel oluyor.

    Laik Fransa’da bağımsız özel Katolik liseleri var, bizde İslam liseleri açmak yasak.

    Evet, Türkiye kesinlikle laik değildir. Türkiye’de devlet dini sistemi vardır. Türkiye’de tam ve gerçek bir din hürriyeti yoktur. Türkiye Müslümanları ezilmekte, kendi kültür ve kimliklerine yabancılaştırılmaktadır.

    09 Haziran 2010 Çarşamba – Mehmet Şevket Eygi /haberkalem.com özel yazısı (10)

    O Parti İktidar Olamaz

    O Parti, bu kafa ve zihniyetle asla iktidar olamaz. Zira bu partinin özellikleri ve yaptıkları şunlardır:

    1. Nüfus bakımından azınlıkta olan bir mezhebe dayanmaktadır.

    2. Artık miadı geçmiş olan resmî ideolojiyi din gibi benimsemektedir.

    3. Yakın tarihimizde halka ve ülkeye çok büyük zararlar vermiştir. Türkiye’nin, Ortadoğu’nun Japonya’sı olamamasında en büyük sorumluluk o partinin zihniyetinde ve dünya görüşündedir.

    4. O parti demokrat değildir, faşisttir.

    5. O parti gerçek ve halk iradesine dayanan Cumhuriyet yanlısı değil, vesayet rejimi taraftarıdır.

    6. O partinin iktidarı esnasında Türkiye halkının temel insan hakları ayaklar altına salınmıştır.

    7. O parti Türkiye halkının din ve inanç hürriyetine, lisan ve tarihine, kimlik ve kültürüne ağır darbeler vurmuştur.

    8. O parti laik değildir, militan ve fanatik laikçidir.

    9. Türkiyeyi 3-40 yıl geri götüren 27 mayıs darbesini o parti teşvik etmiştir.

    10. O partinin diktatörlüğü zamanında on binlerce tarihî vakıf eseri, camiler, medreseler, imaretler, taş mektepler, İslam kabristanları, tekke ve zaviye binaları yıkılmış, satılmış, kiraya verilmiş, tahrip edilmiştir.

    Şu anda bazı iç ve dış derin güçler bu partiyi iktidar yapmak için harekete geçmiştir. Bin türlü kirli entrika çevrilerek parti başkanı istifaya zorlanmış, yerine geçici bir başkan getirilmiştir. Bu başkanın yerine ilk fırsatta, özel surette seçilmiş ve hazırlanmış uygun bir başkan getirilecektir.

    Evet böyle bir parti, böyle bir zihniyet, geçmiş hatâ, günah ve cinayetlerine tövbe etmedikçe asla iktidar olamaz.

    Yeni bir darbe olur, onun tozu dumanı içinde biz iktidar oluruz hayalleri boş ve koftur.

    12 Haziran 2010 Cumartesi − Mehmet Şevket Eygi /haberkalem.com özel yazısı (11)

    İstanbula Yağmur Yağdı

    Haddinden fazla büyümüş, kontrol ve idare edilemez hale gelmiş İstanbul’da üst üste iki gün yağmur yağdı ve ortalık allak bullak oldu…

    Bu yağmurlar olağanüstü yağmurlar mıydı?

    Hayır değildi.

    İstanbul’un öteden beri bilinen belli bir iklimi vardır ve arada bir böyle yağmurlar yağar.

    Son yağmurlarda İstanbul’da neler oldu?

    1. Seller oldu ve insanlar azgın sulara kapılarak öldü.

    2. Birçok yerde evlerin alt bodrum katlarını sular bastı.

    3. Trafik felce uğradı.

    4. Okullar tatil edildi.

    5. Maddî zarar ve ziyan oldu.

    6. Hayat felce uğradı.

    İki günlük normal yağmurlarda bunlar olursa, bu dev şehirde büyük bir zelzeleden sonra neler olmaz?

    Son otuz-kırk yıl içinde gözlerini para hırsını bürümüş kuduz ve katil rantçılar İstanbul’u mahv ve katl etmişlerdir. Dünyanın en güzel şehrini yaşanmaz hale getirmişlerdir.

    Eski İstanbul bir yeşillikler, ağaçlar, bahçeler, güller, çiçekler şehriydi. Rantçılar bu şehri betonlaştırdılar, çirkinleştirdiler.

    Bundan yüz sene önce Kağıthane ve Göksu derelerinde sandal safaları yapılıyormuş…

    Tarihî sur içinde ahşap evlerin bahçeleri vardı, o küçük bahçelerde dut, erik, incir ağaçları, tırmanan güller, nefis kokulu hanımelleri, mor salkımlar vardı.

    Rantçı canavar zihniyet o güzelliklerin hepsinin köküne kibrit suyu döktü.

    Eski İstanbul’un sur içi bölgesinde on binlerce kuyu vardı, binlerce suyu kendinden çeşme ve pınar vardı. Hepsi yok edildi.

    İstanbul, 2010 yılı kültür merkezi ilan edildi ama bu dev şehirde en az on milyon kitaplık büyük bir kütüphane bile yok..

    İstanbul en fazla 4-5 bin kişilik bir nüfusu kaldırabilecekken, Dini imanı para ve maddî menfaat olan rantçılar bu güzelim şehri dünyanın en büyük beton sahrası haline getirdiler.

    Rantçılar ve kötü idareciler yüzünden şu anda yirmi milyonu aşmış bulunmaktadır.

    Rantçılar bununla da yetinmiyor, dev şehrin nüfusunu 40 milyona yükseltecek plan ve programlar yapıyor.

    İstanbul sadece bizim değil, insanlığın malı bir kültür hazinesidir.

    Bu şehir bize emanet edilmiştir. Emanete riayet eder, onu korur ve gözetir, onun hakkını verirsek bizde kalır, hıyanet edersek bizden alınır.

    İstanbul âşıklarından Çelik Gülersoy, Mine Kırıkkanat’a şöyle demiştir:

    “Bu İstanbul’u Türklere bırakmayacaklar Mine Hanım… Gelecekler ve geri alacaklar…”
    (Radikal gazetesi, 7 Temmuz 2003)

    Türk Tarih Kurumu

    eski başkanlarından

    Profesör Yusuf Halaçoğlu

    da “Biz bu kafayla bu toprakları elimizde tutamayız” demiştir.

    İstanbul’un hep bizim olmasını istiyorsak bu kutsal şehrin, bu kutsal emanetin haklarına riayet etmeliyiz.

    Rantçıların şehri aşırı ve anormal derecede büyütmelerine izin vermemeliyiz.

    Şehrin nüfusunu azaltmalıyız. Şehri tekrar yeşil ve yaşanabilir hale getirmeliyiz.

    Bina ve zina salgınına karşı çıkmalıyız.

    Kur’anda geçen

    “beldetün tayyibetün”

    ebcet hesabıyla

    İstanbulun fetih tarihine denk gelmektedir.

    İstanbulu

    modern Sodom Gomore

    ,

    modern Babil

    haline getirenler, sadece bu şehrin değil, başta

    “Ankara”

    olmak üzere bütün Türkiyenin başına azap inmesine sebep olacaklardır.

    15 Haziran 2010 Salı − Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları (12)

    Anarşi, Kaos ve Kargaşa

    Ülkemizde maalesef dinî konular ayağa düşürülmüştür. Ehl-i Sünnet Müslümanlığı sarsılmış, ortaya yüzlerce bozuk dinî fırka, hizip, cereyan, sekt çıkartılmıştır.

    Elifi görse mertek sanacak nice cahil ictihad yapmaya, fetva vermeye başlamıştır.

    İlahiyatçı kılığındaki birtakım şeytanlar kendi heva ve re’ylerine göre yeni İslâmlar çıkartmışlardır. (Sünnî ilahiyatçıları tenzih ederim.)

    Dinde reform, dinde yenilik, dinde değişim, ılımlı İslâm adında Kur’âna ve Sünnete uymayan akımlar türemiştir.

    Bu işlerin içine Siyonistler, Haçlılar, İslâm düşmanları da girmiştir.

    Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü paravanası arkasında Tevhid ile Teslisi bir tutan bir zihniyetin propagandası yapılmaya başlanmıştır.

    Hz. Peygamberi, Kur’ânı, İslâmın hak din olduğunu inkar edenlerin de ehl-i necat ve ehl-i Cennet olduğu bozuk inancı yayılmıştır.

    İtikad konusunda nice vahim yanlışlık ve sapıklık sergilenmiştir.

    Bu işler için iki ülkeden hayli petro-dolar gelmiş ve dağıtılmıştır.

    Siyonistlerin ve Evangelistlerin tezgahı olan BOP’un gölgesinde yeni bir İslâm türetilmek isteniyor. Şeriatsız, cihadsız, fıkıhsız bir hümanizma veya ideoloji.

    Azılı Farmason Afganî’yi birileri Müslümanlara kurtuluş rehberi olarak tanıtıyor.

    Aşırı uçtaki bir fırka bütün tasavvuf ve tarikat Müslümanlarını müşrik ilan ediyor ve bazıları tarafından alkışlanıyor.

    Asıl Kur’ânı bırakıp rastgele meal, tercüme ve tefsir okunmasını isteyen mealcilik mezhebi yayılıyor.

    İlmi ve ehliyeti olmayan cahiller ve yetersizler Kur’ândan kendi kafalarını göre hüküm çıkartmaya cesaret ediyor.

    Müslümanlar arasında dehşetli bir kaos, anarşi, çekişme, tartışma hüküm sürüyor.

    Ümmet şuuru ve birliği tahrip ediliyor, onun yerini hizip ve fırka taassubu ve militanlığı alıyor.

    Felaket halini alan bu tezebzübten, nifak ve şikaktan, fitne ve fesattan, çekişme ve tartışmadan kurtulmanın tek yolu Ehl-i Sünnet ve Cemaat, cumhur-i ulema, Sevad-ı Azam Müslümanlığında birleşmek ve dinî konularda icazetli ulema ve fukahaya tabi olmaktır.

    17 Haziran 2010 Perşembe − Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları (13)

    Lisan ve Yazı Fâciası

    SON derece zeki, akıllı, kültürlü, medenî bir kimse trafik kazası geçiriyor. Hemen hastahaneye kaldırılıyor ve biiznillah kurtarılıyor. Bir eksiklik dışında onda hiçbir ârıza kalmıyor. Yürüyor, yiyor içiyor, cinsel faaliyeti sağlam, uyuyor, görüyor, gülüyor, işitiyor. Lakin konuşamıyor, yazamıyor, lisanını ve düşünme yeteneğini kaybetmiştir. Bu dilsiz, lisansız, düşüncesiz adam ne olmuştur? Bitmiştir, canlı cenaze haline gelmiştir.

    İnsanlar sözlü veya yazılı olarak lisanla düşünür. O adamcağız artık düşünememektedir.

    Bir toplum da edebî ve yazılı kültür dilini yitirirse yukarıda anlattığım canlı cenazeye döner.

    Lisan ikiye ayrılır: Günlük konuşma ve iletişim dili. Bunu öğrenmek için okula gitmeye lüzum yoktur. Okuma yazma bilmeyenler de anadillerini konuşurlar ve iletişim ihtiyaçlarını giderirler.

    İkinci dil tahsil ve terbiye ile öğrenilen/öğretilen yazılı ve edebî zengin lisandır. Medeniyet, kültür, yüksek sanat, derin düşünce, incelik bu dille olur.

    İşte Türkiye bu ikinci dilde büyük kayıplara, büyük hıyanetlere, büyük sabotajlara maruz kalmıştır.

    Yeni nesiller artık 1928’den önce yazılmış, basılmış kitapları, arşiv vesikalarını, mezar taşlarını,. Anıtlardaki kitabeleri okuyamıyor. Okumasını öğrense bile mânâsını anlayamıyor. Bir halk için bundan büyük bir kültür felaketi olamaz.

    Hiçbir medenî ülkenin ve halkın tarihinde bizdeki gibi bir lisan ve yazı kopukluğu yoktur.

    Bugün halkımızın çok büyük bir kısmı birkaç yüz kelimeden ibaret konuşma Türkçesi ile iletişim kuruyor. Maalesef medya da böyledir.

    Milyonlarca insanımız ünlemlerle konuşuyor. Ulan be!… Yuh!… Amma da kral!.. Ha ho… He he he… Aha moha… Bu hal medeniyet değil, medeniyetsizliktir, ilkelliktir, vahşettir.

    Bizim gibi bir doğu ve Asya ülkesi olan Japonya dil ve yazı konusunda bizim acınacak durumumuza düşmedi. Onların son derece zor, son derece çetrefil ve karmaşık bir yazı sistemi var. Okumayı ve yazmayı öğrenmek için binlerce şekil ezberlemek gerekiyor. Bu zor ve çetrefil yazıyı bırakmadılar ve ilimlerde, fenlerde, medyada, eğitimde, sanatlarda, araştırma sahasında, üniversitelerde harikalar meydana getirdiler.

    Günde 13,5 milyon basan gazeteleri var… 400 güçlü ve vasıflı üniversiteleri var… Nobel kazanmış nice alimleri ve araştırıcıları var.

    Biz son seksen yıl içinde lisanımızı ve edebiyatımızı bozduk, yozlaştırdık, dejenere ettik, devlet terörü ile on binlerce Türkçeleşmiş kelime ve tabiri lisanımızdan attık, yerlerine uyduruk sözcükler ürettik. Bu işlere kim başkanlık etti? İmzasını A. Dilaçar diye atan Agop Martaryan yaptı. Elbette bir bildiği ve düşündüğü vardı.

    Ermeniler niçin kendi millî alfabelerini bırakıp da Latin (veya Frenk) alfabesini kabul etmediler?

    Bu lisan ve yazı meselesini halletmedikçe kültür ve medeniyet bakımından belimizi doğrultmamız mümkün olmayacaktır.

    Lisan konusunda kurtuluşun iki çaresi var:

    Birincisi 1920’lerin zengin ve güzel Türkçesine dönmek.

    İkincisi okullara Osmanlıca dersleri koymak.

    Bunu yapabilecek niyete, iradeye, güce sahip miyiz? Bırakın bunları, fecaatin farkında mıyız?

    19 Haziran 2010 Cumartesi − Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları (14)

    İhlaslı Kul Olmak

    İyi ve olgun Müslüman Allah ile olan işlerinde ve ibadetlerinde ihlaslı, yaratıklar ile olan işlerinde ve muamelelerinde adaletlidir.

    İhlas katışıksız ve karışıksız olmaktır. Bir maddeye halis demek için onun mutlaka yüzde yüz olması gerekir. İçinde yüzde bir nisbetinde başka yağ bulunan bir zeytin yağı halis değildir, mağşuştur.

    Bir kul yüzde 99 Allah için, yüzde bir de kullara kendisini dindar ve namazlı göstermek için namaz kılsa o kişi ihlaslı bir Müslüman değildir.

    Müslümanlara ihlasın önemi çok iyi anlatılmalı ve öğretilmelidir.

    İnsanlar kendisi için “Bu ne yiğit adam” desinler niyetiyle cihad yapan kişi ihlassızdır.

    “Ne derin alim” dedirtmek için ilim öğrenen ve öğreten bilgin de ihlassızdır.

    Kendini insanlara övdürmek ve alkışlatmak “Ne hayırsever kişi” dedirtmek için hayır hasenat yapan zengin de ihlassızdır.

    Böyle ihlassız mücahidin, böyle ihlassız alimin, böyle ihlassız hayırsever zenginin cehennemlik olduğunu Peygamberimiz (Salat ve selam olsun ona) bize bildiriyor.

    İnsanların güvenini, sevgisini, beğenisini, taraftarlığını, alkışını kazanmak için ibadet edenler münafıktır.

    Evet ihlas bir sırdır ama firaset sahibi mü’min nice işin içyüzünü sezebilir.

    Allah için ibadet edenler, Allah için cihad edenler, Allah için hayır hasenat yapanlar rıza ve ücret konusunda yaratıkları aradan çıkartırlar.

    Sadece Allah için yapılan işlerin ücreti ve mükafatı Allah’tan istenir ve beklenir.

    Dinî hizmetlerde Allah için kurban, küp için kavurma zihniyeti geçerli olmaz.

    Peygamberimiz (Salat ve selam olsun ona) İslâm’ı insanlara tebliğ hizmeti için kullardan ücret istemedi, almadı.

    Onun vârisi, vekili, halifesi durumunda olan ‘âmil ve Rabbanî alimler de halktan ücret istemediler.

    Kâmil mürşidler ve şeyhler de ücret konusunda halka değil, Hâliq’a dönük oldular.

    Zamanımızda din ticareti, mukaddesat bezirgânlığı almış yürümüştür. İslâma, imana, Kur’âna hizmet perdesi arkasında nice ihlassız köşeyi dönmekte, voliyi vurmakta, dünyalık edinmektedir.

    Mukaddes Kitabımız Kur’ânın tercümesi, meali ve tefsiri bile (İslâm ahlâkının uygun görmediği şekilde) ticarete alet edilmektedir.

    İslâm dini ticarete, ziraate, hayvancılığa, sanayie, ihracata, ithalata, ücret karşığı yapılan nice hizmete ruhsat vermiştir ama din, iman, Kur’ân, mukaddesat ticareti haramdır.

    Allahın rızasını kazanmak için ihlasla yapılan hizmet ve faaliyetlerden dolayı kullardan ücret alınmaz.

    Müteehirîn uleması ve fukahası bu konuda çok sınırlı fetvalar vermiştir. İmamlar, müezzinler, müftüler, vaizler, kadılar, Kur’ân ve din öğreticileri geçimlerini sağlamaları için maaş ve ücret alabilirler. Lakin zengin olmak, voli vurmak, köşeyi dönmek için alamazlar.

    Adam mücahid geçinecek ve Müslümanları soyacak… Böylesi gerçek ve muhlis mücahid değil, katmerli ve kızıl münafıktır!..

    İbadetlerinin ve amellerinin boşa gitmemesini ve Cehenneme düşmemek isteyen akıllı mü’minler ihlastan ayrılmasınlar.

    22 Haziran 2010 Salı − Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları (15)

    Fitnevizyon

    DOKTOR RIZA NUR Hatıralarının ilk cildinde, çok dindar bir hanım olan annesinin, Avrupa malı kibritlerin kutularının üzerinde bulunan madalyalardaki insan kafalarının bıçakla kazınmadan eve sokmadığını yazar.

    Eski gerçek Müslümanlar din ile hayatın iç içe olduğu bir dünyada yaşarlardı.

    Bugünün yabancılaşmış ve sekülerleşmiş Müslümanları İslâm dini ile bağdaşmayan nice kötülükle barış içinde birlikte yaşıyor.

    Bu kötülüklerden biri kötü televiyonları seyr etmektir.

    Televizyon bir cihaz olarak elbette bizatihi kötü değildir, lakin zamanımızda tv’ler genellikle kötülük, haram, fitne ve fücur, nifak ve şikak, ahlâksızlık ve faziletsizlik kaynağı haline gelmiştir.

    Müslümanların yüzde 99’unun evlerinde tv var.

    Programlara, yayınlara bakınız:

  • Fuhşun her türlü onlarda.
  • Zina onlarda.
  • İçki, kumar onlarda.
  • Çıplak ve şehvetli karılar onlarda.
  • Yalan dolan onlarda.
  • İslâma doğrudan doğruya ve dolaylı saldırı onlarda.
  • İnsanı azdıran âdi müzik onlarda.

    Rezillikler o dereceye vardı ki, ekranda alenen cinsel münasebet gösteriliyor. Arada yastık var mıydı, yoksa gerçekten çiftleştiler mi diye tartışılıyor. İslâm dininin ve şeriatının yasakladığı bütün günahlar, haramlar, kötülükler, fısklar, fücurlar tv’lerde.

    Ve her Müslümanın evinde tv…

    Hacı bey namazını kılıyor, ekran başına geçiyor, hem çayını keyifle içiyor, hem de rezil programları haz duyarak seyr ediyor. Çok azıtılarsa hafif bir inilti çıkartıyor ve

    “Bu kadar olmaz…”

    diyor.

    Seyre devam…

    Milyonlarca Müslüman, gece geç vakitlere kadar devam eden din aleyhtarı açık oturumları merakla, heyecanla seyr ediyor.

    Aaa o da ne!… Televizyonda gösterilen

    filmde bir genelev sahnesi yer alıyor.

    Yaşlı patroniça, hışırı çıkmış fahişeler. Müslümanlar bunu da gülerek seyr ediyor.

    On altı yaşında oğul, on dört yaşında kız ve sekiz yaşındaki masum da seyr ediyor.

    Televizyonda günde kırk sekiz defa faiz ve riba reklamı yapılıyor,

    Müslümanlar seyr ediyor.

    Bu haliyle tv ne demektir.

    Fitnevizyon demektir.

    Bas düğmeye genelev çıksın. Öteki programa zapla içki sofrası. Beğenmedin mi? Bas düğmeye zina sahnesi çıksın. Koca işe gitmiş, karı dostunu eve almış, yatakta sevişiyorlar. Seyr et edebildiğin kadar.

    Haberler yalan dolan.

    Yorumlar yalan.

    Müslümanlar tv’siz yapamaz. Hacının bahanesine bakın. Televiyonu atayım da kızım evden kaçıp orospu mu olsun!.. Böylesi hacı değil acıdır.

    Artık müftülerin, imamların, vaizlerin, din baronlarının da tv’leri var ve her programı fütursuzca seyr ediyor.

    Biliyorum benim bu yazımı garipseyen Müslümanlar olacaktır.

    Dünya tersine döndü…

    Sakın bu mavi ışıklı ekranlar âhir zamanda çıkacağı bildirilen Deccalin gözleri olmasın.

    Evinde tv olmayan Müslümanları acizane tebrik ediyorum.

    Kötü tv’lerin kötü programlarını seyr eden Müslümanlara da

    teessüflerimi

    sunuyorum.

    24 Haziran 2010 Perşembe − Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları (16)

    Görgüsüzlük Aldı Yürüdü

    VAK’A İstanbul’da bir

    tramvayda

    geçer. Hayli kalabalık vardır. Yirmi yaşlarında bir kız ile bir erkek herkesin arasında öpüşüp koklaşıyor. Yirmi beş yaşlarında bir delikanlı dayanamaz, çifti uyarır, “Herkesin arasında bu kadar laubalilik olmaz!..” der, kızla oğlan homurdanır.

    Öteden elli altmış yaşlarında ilerici bir kadın ciyak diye bağırır: “Özgürlük var, kimse karışamaz..” Beş on kişi uyaran gençten yana çıkar. Genç güçlü ve kuvvetlidir. Yeter artık reziller diye bağırır ve

    herkesin içinde köpekler gibi sevişen çifti

    ilk durakta aşağı atar.

    Görgüsüzlük, edepsizlik, rezillik işte bu raddeye gelmiştir. Böyle bir şeye ne Atatürk, ne de İnönü zamanında izin verilirdi.

    Müstehcenlik bütün ülkeye manevî bir veba gibi yayıldı

    .

    İnanır mısınız, bendeniz kaç defa Sultanahmet parkında birbirine sarılmış sakallı gençler ve

    sözde başörtülü kızlar

    gördüm.

    Hangi internet sitesinde görmüştüm hatırlamıyorum, başı örtülü göbeği açık genç bir kız çengiler gibi şıkır şıkır oynuyordu.

    Görgüsüzlük, küstahlık, edepsizlik, rezillik, utanmazlık aldı yürüdü.

    Eski Müslümanlar genellikle râbıtalı, düzgün, edepli, dengeli olurdu.

    Cuma namazlarında cami adabına bile riayet edilmiyor. Bir keresinde cemaatten biri bütün hutbe boyunca cep telefonuyla meşgul oldu, mesajları okudu, mesaj yazdıydı.

    Nezaket, âdab-ı muaşeret, kibarlık, incelik, mürüvvet, zarafet şişelerini taşa çaldık.

    Büyüklere hürmet kalmadı, küçüklere merhamet ve şefkat yok.

    Sokakta, tramvayda, kafede çıngıraklı ve isterik kahkahalar atan şu kadınlara bakınız. İffetli bir kadın böyle güler mi?

    İki sene oldu mu?.. Bir yazıma öfkelenen bir Müslüman bana müşrik demişti. İnsaf yahu!..

    Bir Pazar günü Yedikuleden Ayvansaraya kadar deniz kenarındaki çimenliklere bakınız. Manzara içinizi mi açacaktır, yoksa içinizi mi karartacaktır?

    Stadyum

    lebaleb dolu. Bir tarafta Maviler, öteki tarafta Yeşiller toplanmış. Yeşillerin arasında bulunan biri “Yaşasın Maviler” diye bağırsa ne olur? Linç edilir linç.

    12 yaşında bir kız

    artist olmak için

    evden kaçmış, bir ay sonra bulunmuş. Bu müddet zarfında

    36 kişi ona tecavüz etmiş,

    kız gebe kalmış, kimden olduğu belli değil. Devlet test yapıp babayı bulacakmış. Sosyal devlet dediğin böyle olmalı!..

    Vatandaşın biri ağlıyordu. Niçin ağladığını sordum. Çok yolsuzluk yapıyor dedi hıçkırarak. Sonra devam etti: Bize hiç pay düşmüyor, sürünüyoruz abi…

    Millî kültüre bağlı olduğunu iddia eden genç biriyle konuşuyorum. Bana “Demin arz ettiğiniz gibi…” dedi. Cahil sersem!

    Bir camiye Cuma namazı için gitmiştim.

    Ezan okundu ve konuşma on dakika daha devam etti.

    Memur var, öğrenci var, işçi var, abdestini zor tutan ihtiyar var, hasta var, dükkanına gidecek esnaf var… Bunları düşünmediler.

    Bir müezzinin sesi bed mi bed.

    İnadına

    hoparlörü sonuna kadar açmış, 120 desibel ezan okuyor.

    Be adam senin sesin müsait değil, hoparlörü kapatıp kısa bir ezan okuman daha hayırlı olmaz mı?

    Patron olacak kaba adam, işyerinde herkesin arasında fakir ofis boy’a bol tereyağlı İskender kebabı getirtmiş şapır şupur yiyor.

    Zavallı çocuk yutkunuyor.

    Lüks otomobile binmiş, direksiyonun karşısına akıntı çağanozu gibi yampiri oturmuş, teybi sonuna kadar açmış, var mı bana yan bakan edasında, gurur ve kibir içinde otomobil kullanıyor.

    Görmemiş türedi!..

    Bir kesimde enginlik ve refah arttıkça edep, terbiye, görgü azalıyor. Böyle bir toplumda yaşamak ne zor.

    27 Haziran 2010 Pazar − Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları (17)

    Türkiyede Eğitim Faciası

    MEDYA eğitim meselelerini tartışıyor mu? Politikacılar, seçkinler, aydın geçinenler eğitimle ilgileniyor mu? Şiddetli yağmurlar dolayısıyla okullar iki gün tatil edilmiş… Bizim eğitim haberlerimiz bu cinstendir.

    Eğitim ülkemizin, halkımızın, devletimizin bir numaralı gündem maddesi olmalıdır.

    Bugünkü gayr-i millî ve ideolojik eğitim sistemi bizi kalkındırmaz, aksine batırır.

    Genç nesillere bin yıllık Türkçe yazıyla okumayı yazmayı bile öğretemeyen bir eğitim.

    Bir ülke düşününüz ki, onun liselerinden mezun olmuş gençler, en büyük klasik şair Fuzulî’nin divanını okuyamıyor, anlayamıyor, kıraatinden zevk ve haz alamıyor.

    Liseli gençlere mantık okutamayan, mantık öğretemeyen bir eğitim.

    Bilgi ve kültürün yanında ahlâk ve karakter terbiyesi veremeyen bir eğitim.

    Böyle bir eğitime millî ve ciddî sıfatlarını yakıştırabilmek için insanın deli olması gerekir.

    Dünyada eğitim sistemi çok güçlü olan ülkeler vardır: Japonya, Güney Kore, Tayvan, Singapur… İsveç, Norveç, Avusturya, Almanya vs…

    Danimarkada lise diplomasına sahip gençler iki yabancı dili konuşabilir, iki yabancı dildeki kitapları okuyup anlayabilir, o dillerde mektup yazabilir.

    Fransada her sene bakalorya imtihanları yapılır, yer yerinden oynar.

    İngilterede kolejlerde ve liselerde her sabah derse başlamadan önce okulun kilisesinde bütün öğrencilerin mecburî katılımıyla ibadet yapılır.

    Bizde bütün dikkat fen derslerine verilir. Cebir, geometri, fizik, kimya bilen çocuklarımız süperdir. Yazılı ve edebî Türkçeyi iyi bilmese de olur. Psikoloji, mantık, ahlâk, metafizik, estetik… Onların kıymeti yoktur.

    Aman gericilik olmasın. Bodrumda kalorifer dairesinin yanındaki küçük bir odada üç çocuk namaz kılarsa kıyamet kopar.

    Büluğ çağındaki gençlerin ahlâkını bozmak için kız ve oğlanlar aynı sıralarda karışık oturmaya mecbur edilir.

    Öteki şehirlerimizdeki durumu bilmiyorum, İstanbul’daki manzara şudur: İkindiye doğru lisede dersler biter, gençler okul binasını terk eder… İlk iş kravatların gevşetilmesidir. Yakaların üstten iki düğmesi açılır. Gömleklerin etekleri pantolon üzerine çıkartılır… Bir laubalilik ki sormayın.

    Gençlerimiz üniversite imtihanlarını kazanabilmek için dershanelere çuvalla para verir.

    Tarih kültürü yoktur. Paşa Sultan Vahdettine bir kızar bir kızar, ey 6’ncı Mehmet, olmaz böyle şey der, kapıyı çarpar çıkar gider ve buharlı Bandırma gemisine biner, Samsuna çıkar ve memleketi bir güzel kurtarır…

    Lise bitirmiş bir gence Avrupa ülkelerinin başkentlerini sorunuz, kaçta kaçı bilecektir?

    Ziya Paşa edebiyatımızın en fazla hikemî mısra ve beyitini yazmış edibidir. Onun terkib-i bendini ve terci-i bendini orijinal metninden okuyup şerh edecek kaç liseli vardır? Otuz kişilik sınıfta en az beş kişinin Ziya Paşayı okuyup anlaması gerekmez mi?

    Biz okul denilince beton binaları, dershaneleri düşünüyoruz.

    Okul demek iyi ve güçlü eğitim sistemi, vasıflı ve üstün öğretmen kadrosu, mükemmel ders kitapları demektir. Bizde bunlar var mı?

    Lise öğrencilerini küçük beyefendiler, küçük hanımefendiler olarak yetiştiremeyen, genç nesillerine bin yıllık okuma yazmayı öğretemeyen, bilgi ve kültürün yanında ahlâk ve karakter terbiyesi veremeyen bir ülke bahtına ağlasın. Onun geleceği karanlıktır…

    30 Haziran 2010 Çarşamba − Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları (18)

    PKK Terörü Nasıl Bitirilebilir?

    Bu kafayla, bu gidişle, bu zihniyetle PKK terörü bitmez. Bitmesi, bitirilmesi için şunlar yapılmalıdır:

    (1) Şu ana kadar PKK terörünün tozu dumanı içinde yüz milyarlarca dolarlık

    uyuşturucu kaçakçılığı

    yapılmıştır. Bu kaçakçılığın durdurulması gerekir.

    (2) Şu anada kadar PKK-Uyuşturucu işinden büyük paralar vurmuş olanların listesi ilân edilmeli ve hiçbirinin gözünün yaşına bakılmadan onlardan hesap sorulmalıdır.

    (3) PKK terörünün zahirde bir Kürt hareketiymiş gibi görünmesine rağmen, o

    derin ve gizli yapısıyla bir Ermeni hareketidir.

    Ermenileri PKK’nın dışına çıkartmadıkça bu terör bitmez.

    (4) Önce Kürtlerin yoğun olduğu bölgelerde, sonra bütün Türkiye’de en geniş ve gerçek manasıyla Müslümanlara din, inanç, inandığı gibi yaşamak hürriyeti verilmelidir. İslâm medreseleri ve tasavvuf tarikatları açılmalıdır.

    (5) Asayiş bahanesiyle en az üç bin Kürt köyü boşaltılmış, halkı sürülmüş, bağları bahçeleri tahrip edilmiştir. Bu köyler yeniden şenlendirilmelidir.

    (6) Kürt vatandaşlarımıza zulüm ve işkence etmiş olanların hepsi âdil yargı önüne çıkartılmalı ve suçları sabit olanlar cezalandırılmalıdır.

    (7) Kürt-Ermeni teröristlerine, ordumuzun kullandığı MKE üretimi mermileri verenler bulunup cezalandırılmalıdır.

    (8) Diyarbakır Cezaevi’nde bulunan tutuklu veya mahkûm Kürtlere akıl almaz işkenceler yapanlar cezalandırılmalıdır.

    (9) PKK ile yapılan savaş ve mücadelede

    “Tavşana kaç, tazıya tut”

    siyasetini takip edenler devre dışı bırakılmalıdır.

    (10) Kürt asıllı ulema ve şeyhler muhatap kabul edilmelidir.

    (11)

    Kürt halkına resmî ideoloji zorla kabul ettirilmeye çalışılmamalıdır.

    Resmî ideolojinin yerine İslâm kardeşliği kavramı ve değeri getirilmelidir.

    (12)

    Diyanet İşleri Başkanlığı’na

    ilmiyle, irfanıyla, ahlâk ve faziletiyle, bilgeliğiyle, mürüvvetiyle temayüz etmiş ehliyetli ve liyakatli bir Kürt âlimi getirilmelidir.

    (13) Eski iktidarlar zamanında PKK bahane edilerek çok büyük miktarlarda

    örtülü ödenek harcamaları

    yapılmıştır. Bu konuda örtüler açılmalı ve halka hesap verilmelidir.

    (14)

    Türkiye’nin âkil adamlarından oluşan 12 kişilik bir şûra heyeti

    kurulmalı ve Kürt meselesinin çözümü konusunda onlardan rapor istenmeli, bu rapordaki maddeler uygulanmalıdır.

    01 Temmuz 2010 Perşembe − Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları (19)

    GERÇEK ve HAS DİN HİZMETKÂRLARI

    İslam dininin has hizmetkârları vardır. Onların özellikleri, faziletleri, hasletleri şunlardır:

    1. Hizmetlerini Haliq (Yaratan) rızası için yaparlar, mahluqattan ücret, maaş, alkış, övgü, makam mevki istemezler.

    2. Şu sekiz değer için çalışırlar: İman, İslam, Kur’an, Sünnet, Şeriat, İmamet, Ümmet, İslam ahlakı.

    3. Nefisleri için çalışmazlar.

    4. Gerekenden fazla dünya malı ve geliri istemezler.

    5. Kendilerinde hubb-i riyaset (başkanlık hırsı) yoktur.

    6. Ehl-i Sünnet ve Cemaat, Cadde-i Kübra, Cumhur-i ulema ve Sevad-ı Azam dairesi içindedirler.

    7. Onlar Resul-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya Efendimizin vekilleri, vârisleri, halifeleri durumundadır.

    8. Lüks ve sefih bir hayat sürmezler; nice çilelere göğüs gererler, kanaat içinde yaşarlar.

    9. Övgülerden hoşlanmazlar, erbap haline getirilmelerine izin vermezler.

    10. Kâfirleri dost ve velî edinmezler. Onlara benzemezler.

    Her asırda böyle gerçek ve has İslam hizmetkârları bulunmuştur. Müslümanların bunları araştırmaları, bilmeleri ve onlara tâbi ve destek olmaları gerekir.

    Bir de, İslam hizmetkârı geçinen sahtekârlar vardır. Onlar nefislerine tapar, Müslüman halkın parasını ve malını zimmetine geçirir. Onlar şöhret, riyaset, alkış, ün peşinde koşar. Onlar, Hak için çalıştıklarını iddia eder ama halktan ücret ve servet ister. Müslümanların bu gibi sahte hizmetkârlardan uzak durması, onların tuzaklarına düşmemesi gerekir.

    Hakikî, samimî, muhlis (ihlâslı) gerçek hizmetkârların peşine düşen Mevlasını bulur, sahtekârların peşine düşen belâsını…

    04 Temmuz 2010 Pazar − Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları (20)

    İslâm nasıl öğrenilir?

    Dinimizi nasıl öğrenmeliyiz?.. Her Müslüman bu sorunun doğru cevabını araştırmalı, bulmalı ve İslam’ı Allah’ın ve Resulünün rızasına uygun şekilde öğrenip anlamalıdır.

    Al eline bir meal veya tercüme, bir hadîs külliyatı, bunları oku ve İslam’ı öğren… Din böyle öğrenilmez… İslam dini rehberlikle öğrenilir. Rehberler de icazetli ulema, icazetli fukahadır. Gerçek din âlimleri ve gerçek fakihler kopuksuz bir silsile ile Resulullah efendimize (Salat ve selam olsun ona) bağlıdır. Buna icazet denir. Onlar âlet ilimlerini ve ‘âli ilimleri ehliyetli üstatlardan okumuşlar, imtihan vermişler, icazet almışlardır.

    Böyle âlimlere birkaç örnek vermek gerekirse eski İstanbul müftüsü ve Diyanet İşleri Başkanı Erzurumlu Ömer Nasuhi Bilmen’i, Bulgaristanlı Ezherî Ahmed Davud Hocaefendiyi, Silistreli Süleyman Hilmi Efendiyi sayabiliriz.

    İcazeti olmayan, Ehl-i Sünnete aykırı ictihadlar yapan, bozuk fetvalar veren reformcu ilahiyatçılardan din öğrenilmez. Çünkü onlar dall ve mudildir. (Ehl-i Sünnet dairesinde olan ve İslamî usulle icazet almış bulunan ilahiyatçılardan din öğrenilir.)

    Her hal ü kârda mukallid Müslüman Kur’anı kendi re’y ve hevası ile tefsir edip, kendi kafasına göre Kitabullahtan din ahkâmı çıkartamaz.

    İslam dini Kur’an meallerinden, tercümelerden, tefsirlerden öğrenilmez. İlmihal, itikad, fıkıh ve ahlak kitaplarından öğrenilir. Bu kitapları icazetli ulema, fukaha ve meşayih Kur’andan, Sünnetten, Selef-i Sâlihîn efendilerimizin eserlerinden çıkartmışlardır.

    Ülkemizde en yaygın fıkıh sistemi Hanefî mezhebidir. Bu mezhebe bağlı olan Müslümanlar Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük İslam İlmihali’ni veya o ayarda başka güvenilir ve muteber bir kitabı alıp dinlerini ondan öğrenmelidir. Şafiî kardeşlerimiz de mufassal bir Şafiî ilmihali edinmelidir.

    Azılı Farmason Afganî’yi din önderi, kurtuluş rehberi olarak gösteren ilahiyatçıların yazdığı ilmihaller okunmaz.

    Mezhepsizlerin, telfik-i mezahib taraftarlarının, reformcuların ilmihalleri de okunmaz. Bunların yazdıklarının hepsi de yanlış değildir ama bir çürük incir, bir küfe inciri çürüttüğü gibi bunların bozuk, sapık bir inancı ve fikri de cahil kişiyi dinden çıkartabilir.

    Mezhepsizlik İslam Şeriatını tehdit eden en tehlikeli bid’attir.

    Mezhepsizlik dinsizliğe köprüdür.

    İcazetli ulema ve fukahaya tâbi olan kişi, bir ucu Resullerin Seyyidine ulaşan nuranî bir zincire yapışmış olur.

    Dinî konularda bir kılavuza, mürşide, rehbere muhtaç olduğu halde böyle bir tutamağı olmayan kimsenin mürşidi maalesef şeytan olur.

    Nasıl hocasız hukukçu, tabip, mühendis, pilot, işletmeci olunamıyorsa; din ilimleri de hocasız öğrenilmez. Kitapçıya gidip rastgele din kitabı almakla da din öğrenilmez. Mutlaka icazetli hocadan öğrenmek gerekir.

    07 Temmuz 2010 Çarşamba − Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com yazıları (21)

    Cami nedir?

    BİZ cami denilince ne anlıyoruz? Kubbeli, minareli büyük bir bina. Günde beş vakit ezan okunuyor, bir miktar cemaat geliyor, imam efendi mihraba geçiyor ve namaz kılınıyor.

    Ayrıca Cuma namazları… Zaman zaman mevlid kıraati… Vaazlar…

    Cami helâsı, cami şadırvanı, cami kaloriferi, cami kliması, vantilatör…

    Gerçek İslam’da cami kavramı bunlardan ibaret değildir. Peki, cami nedir?

    1. Cami, çevresindeki Müslümanların günde beş kez toplanıp bir araya geldiği bir mekândır.

    2. Caminin imamı namaz kıldırma memuru değil, cami hinterlandındaki Müslümanların reisidir.

    3. Mahalle camiinde o bölgede yaşayan Müslümanların dertlerine çare bulunur. Fakirlere, yoksullara, hastalara, sıkıntıda olanlara yandım edilir.

    4. Camide o bölgenin çocuklarına ilmihal ve Kur’an dersi verilir.

    5. Liseli ve üniversiteli gençler için cami bir irşad ve kültür merkezidir. Caminin yanında veya altında gençler için lokal vardır.

    6. İstanbul’da en az 300 camiin sanat öğretme ve meslek edindirme kursları olmalıdır.

    7. Büyük camilerin imamları iyi Arapça, iyi Osmanlıca, iyi İngilizce bilmelidir.

    8. Büyük camilerin imamları karizmatik, vasıflı, güçlü, üstün, etkili şahsiyetlerden seçilmelidir.

    9. Böyle imamları görmek, onların arkasında namaz kılmak için halk ve gençlik akın akın camiye gelmelidir.

    10. Böyle camilere noksan ve eksik gelenler bir müddet sonra olgunlaşmalıdır.

    11. Camilerin İslam ahlak ve adabına uygun halk lokalleri olmalıdır.

    12. Camiler birer sosyal yardım merkezi gibi çalışmalıdır.

    İstanbul’da üç bin kadar cami var. Soruyorum, bunların hangisi yukarıda saydığım işleri yapıyor?

    Maalesef camilerimizin çoğunda doğru dürüst ezan bile okunamıyor. Sesi sonuna kadar açılan 120 desibellik hoparlörlerle ezana eza veriliyor.

    Yine soruyorum: Üniversite gençliğinin akın akın geldiği vaazlar veriliyor mu?

    Bunca Müslüman profesör, yazar, mütefekkir, kodaman kişimiz var. Onları vakit namazlarında camilerimizde görebiliyor muyuz?

    Camilerimiz mânevî aşk, şevk ve neş’e mekânları olmalı değil mi?

    Camilerimiz niçin ilim, irfan, kültür, olgunlaşma merkezleri olamıyor?

    Mevlana bu devirde yaşasa ve bir İstanbul camiinde imamlık yapsa ne olur acaba? O cami bir Kâbetüluşşak olmaz mı? Oraya nâkıs gelen kemal bulmaz mı? O cami beş vakitte Cuma ve bayramlarda olduğu gibi cemaatle dolmaz mı?

    09 Temmuz 2010 Cuma − Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları (22)

    Kanaat Tükenmez Bir Hazinedir

    VATANDAŞIN kendi evi var, kira vermiyor. Aylık geliri 1500 lira. Bu parayla geçinemiyor. Çünkü kanaatle yaşamıyor, israf yapıyor… İslam dini Müslümanlara kanaati emr ediyor. Efendimiz (Salat ve selam olsun ona) “Kanaat tükenmez bir hazinedir” diyor.

    Her gün et yemek istersen gelirin yetmez. Haftada bir gün et yer, diğer günler, et kadar, hattâ ondan üstün olan fasulye, nohut, mercimek yersen masrafını azaltmış olursun.

    Lokantaya gideceksen ucuz bir esnaf lokantasına git. Ucuz lokantaların hepsi de kalitesiz değildir. İstanbul Ticaret Odasının yemekleri nefis esnaf lokantalarıyla ilgili kocaman bir kitabı var…

    Küçük bir otomobil al, her vergisi az olur, hem de az yakıt yakar.

    Ceket mi alacaksın, seri sonu çok kaliteli bir ceketi çok ucuza alabilirsin. Ben seri sonu giyinemem, benim kibrim, nefsaniyetim ve gururum buna izin vermez mi diyorsun, öyleyse ne halin varsa gör!

    Bilhassa yeme içme konusunda kanaatli olursan sağlığını da korumuş olursun.

    Müslümana marka adamı olmak yakışmaz. Bırak bunu hamlar yapsın.

    Gezme tozma işlerin de kanaatli olsun. Bir seyahat mi yapacaksın, gideceğin yerdeki öğretmen evinde yat. Odanda her türlü konfor var ve fiyatı çok ucuz. Ben beş yıldızlı otelden aşağısında yatamam mı diyorsun, öyleyse sen gururlu ve kibirli bereketsiz ve meymenetsiz bir adamsın.

    Kanaatli fakir, israflı bir zenginden üstündür.

    Kanaatte bereket ve hayır vardır, israfta ve beyinsizlikte uğursuzluk vardır.

    Dünya iki padişaha dar gelmiş, kırk derviş bir kilime sığmış…

    İsraflı bir hayat sürenlerin gelirleri yetmeyeceği için onlar harama yönelirler. Rüşvet, riba, komisyon, alavere dalavere… Sonunda belalarını bulurlar.

    Resulullah Efendimizin eline bazen çok mal ve para geçerdi, bunların hepsini dağıtırdı, kendisin ve ehl ü iyaline bir şey kalmazdı. Allah o Peygamberi bize örnek ve model olarak göndermiş, ibret alalım, ders alalım.

    Kur’an “Müsrifler (saçıp savuran beyinsizler) şeytanın kardeşleridir” buyuruyor.

    Şu adama bakın. Boynunda 150 liralık lüks bir kravat var yular gibi. Rüzgâr kravatı ters çevirmiş, markası görünüyor. Pure silk Maganda lux Cravates yazılı. Herif çocuklar gibi şen. Pişmişkelle gibi sırıtıyor, otuz iki dişi birden görünüyor. Vah beyinsiz vah. Kişi kravatla adam mı olurmuş?

    Zamanımızda israf ve sefahat çok yaygın hale geldi. Meskenler, mobilyalar, giyim kuşam, yeme içme konusunda lükse ve aşırıya kaçıldı. Halkın bir kısmı sıkıntı içindeyken tuzu kuru türediler ölçüyü kaçırdı. Paylaşma ahlakı kalmadı. Kanaatin pabucu dama atıldı. Gösteriş, gurur, kibir, Nemrudluk, Firavunluk aldı yürüdü. Bunlar iyi şeyler değildir. Lüks ve israf içki içmek, zina etmek, emanete hıyanet etmek gibi haramdır, büyük günahtır. İyi Müslüman, çok zengin de olsa orta halli bir hayat sürer. Onun serveti kendisine bir emanettir. İsraf yapmak, lüks yaşamak o emanete hıyanet olur.

    Asıl zengin parası ve serveti çok olan değildir, kanaat ile yaşayan ve nafakasını paylaşandır.

    12 Temmuz 2010 Pazartesi− Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları (23)

    Atalarının Mezartaşlarını Okuyamayan bir Halk

    Fransa’nın büyük yayınevlerinden Gallimard harika bir İstanbul ve Marmara bölgesi turistik rehberi çıkartmış, bunun Türk dili bölümünde şu mealde bir cümle var: Yeni Türk kuşakları atalarının mezar taşlarını okuyamayacak kadar cahildir…

    Yalan mı?.. Fatih camiine gittiniz, Fatih Sultan Mehmed’in türbesini ziyaret ettiniz. Türbenin karşısında bir hazire (mezarlık) var. Ulemadan, fukahadan, vüzeradan, şuaradan, üdebadan, sülehadan nice zatın orada kabirleri var. Başlarına dikilmiş taşları bugünkü nesiller okuyabiliyor mu? O taşlardaki yazılar Türkçe değil mi? O halde niçin okuyamıyoruz?

    Lisan, edebiyat, okur-yazarlık konusunda halimiz tam bir fecaat ama bundan haberimiz yok.

    Beyazıt meydanındaki İstanbul Üniversitesinin ana kapısı üzerinde büyük Türkçe bir kitabe var. Oradan geçen bir gence sorsanız, orada ne yazıyor diye, size “Okuyamıyorum” diyecektir ve bu okuyamamasını çok normal görecektir.

    Yeni nesiller 1928’den önce yazılmış yazma kitapları, basılmış kitapları, dergi ve gazete koleksiyonlarını, arşiv vesikalarını, tapu ve nüfus sicillerini, dedesinden kalmış mektupları okuyamıyor.

    1928’de kültürümüzde, lisan ve edebiyatımızda büyük bir kopukluk olmuş. Bu kopukluk hâlâ devam ediyor.

    Buna mutlaka bir çare ve çözüm bulunmalıdır. Liselere seçmeli ders olarak Osmanlıca konulmalıdır. Bari isteyen çocuklarımız 1928’den önceki yazımızla okumayı yazmayı öğrensinler.

    Efendim o eski yazı Arap harfleriyleymiş… Peki, yeni yazı nedir? Türk harfleri mi? Hayır onlar da Latin ve Frenk yazısıdır.

    Türkler, Türkiyeli Müslümanlar bin yıldan fazla bir zaman dilimi içinde İslam ve Kur’an yazısıyla okuyup yazmışlardır. Bu yazı, Latin yazısına nispeten bin kere daha millîdir.

    Her şuurlu Müslüman çocuklarına Osmanlıca öğretmelidir. Hem okumasını hem de rik’a yazısıyla yazmasını…

    Vakıflar, cemaatler, dernekler millî yazımızla bir okuma yazma seferberliği başlatmalıdır.

    Ülkemizde Fransızca, İngilizce, Rusça, Süryanice, Ermenice, Rumca, Çince yayın yapmak serbest de, niçin Osmanlıca kitap, dergi, gazete basmak yasak? Bu yasak insan haklarına aykırıdır. Gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine kadar giderek bu yasağı kaldırmak, delmek gerekir.

    Bir ara ülkemizde Kürtçe konuşmak, Kürtçe yayın yapmak da yasaktı ama şimdi o yasak kaldırıldı. Osmanlıca üzerindeki yasaklar da kaldırılmalıdır.

    Osmanlıca okumayı ve yazmayı öğrenmekle de iş bitmez. 1920’lerin zengin, güzel, edebî Türkçesine dönmek gerekir. Bugünkü kısır, fakir, kuşa çevrilmiş, sade suya tirit haline getirilmiş lisanla köy olmaz kasaba olmaz.

    Lise gençliğinin en az yüzde onu Fuzulî Divanını, Ziya Paşanın Terkib-i bendini okuyup anlayacak derecede zengin ve edebî Türkçe bilmelidir.

    Üç beş yüz kelimelik günlük konuşma ve iletişim Türkçesiyle kültürlü olunmaz.

    Dünyanın en zor yazısına sahip Çinlilerden ibret alalım. On binden fazla kargacık burgacık ideogramla ilimlerde, fenlerde, sanatlarda, iktisat sahasında, dünya ticaretinde harikalar meydana getirdiler.

    Anadili Türkçe olan her Müslüman Osmanlıca okumayı ve yazmayı öğrenmelidir.

    14 Temmuz 2010 Çarşamba − Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları (24)

    Türkiye’nin Otomobil Ayıbı

    Son kırk yıl içinde Türkiye otomobil sanayii konusunda çok büyük bir ihanete uğramıştır. Şu anda yerli ve millî otomobil sanayimiz, otomobil markalarımız yoktur. Hâlbuki bizim de Güney Kore gibi güçlü ve millî bir otomobil sanayimiz olabilirdi. Ergenekon zihniyeti ve vesayet rejimi buna izin vermemiştir.

    Niçin şu soruları sormuyoruz:

    1. Cumhurbaşkanımız niçin gözleri kamaştıran lüks ve sanatlı bir Türk otomobiline binmiyor?..

    2. Meclis Başkanımızın makam arabası niçin Türk değil?

    3. Başbakanımızın otomobili niçin bir Türk otomobili değil?

    4. Genelkurmay Başkanımız, bakanlarımız, büyük elçilerimiz niçin yüzde yüz millî ve yerli Türk otomobilleriyle gezip dolaşmıyor?

    Nasıl dolaşsınlar ki, bizim yerli-millî otomobil sanayimiz yoktur. Olmayan otomobillere nasıl binsinler…

    Türkiye’yi idare edenler, çekip çevirenler istemiş olsalardı bizim de Kore gibi güçlü ve millî bir otomobil sanayiimiz olabilirdi. İstemediler.

    Montajı Türkiye’de yapılan otomobiller ihraç ediliyormuş… Edilebilir. Bu, bizim yerli ve millî otomobil sanayine sahip olmama ayıbımızı temizlemez.

    Korelilerin millî Kore otomobilleri Londra, Paris, Berlin, New York ve diğer en ileri ülkelerin şehirlerinde vızır vızır dolaşırken biz hâlâ montaj sanayi ile övünüyoruz. Doğrusu utanç verici bir hâl…

    Geçen yıl malî krize düşen İsveç’in Volvo firmasını Çinliler satın aldı. Niçin biz satın almadık?

    Millî ve yerli bir otomotiv sanayi kurmadıkça, çok sağlam ve çok güzel millî otomobiller üretip dünyaya satmadıkça; uçak sanayi kurup hem sivil hem askerî uçaklar üretmedikçe sanayi rüştümüzü ispat etmiş olmayız.

    Küçük Finlandiya’nın Nokia fabrikası ve markası var da bizim niçin böyle bir sanayiimiz yok?

    İsveç kralı bir İsveç otomobiline biniyor da bizim cumhurbaşkanımız niçin Türk otomobiliyle gez(e)miyor?

    Biz bu soruları bile sormuyoruz. Çok yazık, çok ayıp!..

    16 Temmuz 2010 − Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları (25)

    İstanbul Katl Edildi!..

    ASIL İstanbul olan tarihî yarımadanın (sur içi) panaromik bir fotoğrafı çekilsin, sonra fotoşop ile cami minareleri ve kubbeleri çıkartılsın, geriye ne kalır? Çirkin mi çirkin, korkunç mu korkunç bir beton ve taş yığını… Birkaç güzel sivil bina bu manzaranın çirkinliğini değiştirmez.

    Bundan bir buçuk asır önce İstanbul böyle çirkin değilmiş. Camilerin yanında güzel konaklar, yeşillikler içinde Osmanlı mahalleleri varmış. Marmara’dan süzülerek gelen yelkenli gemilerden bakıldığında o eski İstanbul’un nefes kesen harika bir güzelliği varmış.

    Bundan altmış yıl önce İstanbul’u kurtarmak ümidi vardı. Artık böyle bir ümide ve şansa sahip değiliz.

    Evet, tarihî İstanbul’u kurtarabilirdik. Nasıl?.. Sur içi bölgesi bir müze şehir olarak korunmalı ve imar edilmeliydi. Eski ahşap konakların yerine, beton veya çelik konstrüksiyon üzerine tahta kaplanmış konakvarî binalar yapılmalıydı. Öyle şey olur mu? Niçin olmasın? Sultanahmet’te Kabasakal sokağında eski bir ahşap konak vardı. Çelik Gülersoy onu Turing Kurumuna aldı, yıktırdı, yerine eski binanın tıpa tıp benzeri, tahta kaplama, pencereleri kafesli bir otel yaptırdı. Bütün dünya o otele hayran. Fransa cumhurbaşkanlarından kültürlü bir zat İstanbula geldiğinde o otelde kaldı.

    Merhum Adnan Menderes zamanında koruma kavramı yoktu, yahut çok yetersiz olarak mevcuttu ve İstanbul vandalca bir modernleşmenin kurbanı oldu. Sur içinde belki de on bin kaynaktan sular fışkırıyordu. Hepsi kurudu/kurutuldu. Kuyular dolduruldu. Bahçeler yok artık. İğrenç, korkunç, çirkin, gudubet beton binalar… Gönülleri karartan, ruhlara kasavet veren beton heyûlalar…

    Binaların yüzde altmışı kaçakmış. Oy avcısı iktidarlar ve politikacılar peşpeşe aflarla İstanbulu bu hale getirdiler.

    Peki, İstanbul nasıl düzelebilir?

    Bundan yıllarca önce merhum mimar ve şehirci Üstad Turgut Cansever’e bu soruyu yönelttiğimde, acı bir tebessümle:

    “Büyük bir zelzeleden sonra…” cevabını vermişti.

    Tarihî İstanbul bize bir emanetti. O emanetin hakkına riayet etmedik. Daha açık konuşayım emanete hıyanet ettik. Emanet bizden geri alınır mı? Bu sorunun cevabını ben vermeyeyim. Çelik Gülersoy gazeteci Mine Kırıkkanat’a ne demişti biliyor musunuz?

    “Bu İstanbul’u Türklere bırakmayacaklar Mine Hanım… Gelecekler ve geri alacaklar…” (Radikal gazetesi, 7 Temmuz 2003)

    20 Temmuz 2010 Salı− Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları (26)

    Yaz Tatili ve Çocuklarımız

    (Bu yazı dindar Müslümanlar için yazılmıştır.)

    OSMANLI devleti zamanında bütün ilk ve ortaokullarda (ibtidaîlerde ve rüşdiyelerde) Müslüman çocuklarına her sabah din ve Kur’an dersi okutulurdu. Liselerde de (İdadî ve sultanîler) din kültürü dersleri vardı. Hep yazarım, Sultan Abdülhamid devrinde Galatasaray lisesinde günlük farz namazların, okulun büyük mescidinde, okulun resmî imamının ardında cemaatle kılınması mecburî idi.

    Bugün de okullarda din dersi var ama bir aldatmacadan ibarettir. İmam-Hatip okullarında bile günlük namazlar cemaatle kılınmıyor. Din eğitimi, din kültürü, din tatbikatı, din ahlakı konusunda maalesef korkunç bir boşluk vardır. İleride imam, vaiz, müftü, din dersi öğretmeni olacak bazı İmam-Hatipli ve İlahiyatlı gençlerimiz namaz bile kılmıyor.

    Bu durumu dindar anne ve babalara hatırlatıyorum ve yaz tatilinde çocuklarına din eğitimi, din kültürü kazandırmalarını tavsiye ediyorum.

    Hacı bey, hâce (hacca gitmiş hanımlara hâce denir) hanım dindar, ikisi de beş vakit namaz kılıyor ama çocukları namazsız. Bu, korkunç ve dehşet verici bir kopukluktur.

    Büyük sayıda çocuğumuz ve gencimiz Ehl-i Sünnet dışı bid’at cereyanlarının pençesine düşmüştür. Bu da ayrı bir felakettir.

    Çocuklarımız ve gençlerimiz ilmihallerini Ehl-i Sünnete göre öğrenmelidir. Beş vakit namazı doğru dürüst kılmalıdır. Dinde aşırılıklardan, ifrata ve tefrite kaçan fırkaların yanıltıcı, saptırıcı propagandalarından korunmalıdır.

    Ehl-i Sünnet vakıfları, dernekleri, tarikatları, cemaatleri yaz kampları tertipleyerek gençlere İslami bilgi ve disiplin aşılamalıdır.

    Bu hizmetleri kimler ve nasıl yapacaklar?

    Yaz geldi, çocuklarımız tatil yapsınlar, deniz, güneş, temiz hava, yeşillik… Oh ne güzel… Peki, insanlara ebedî saadetlerini kazandıran din eğitimi, din tatbikatı, sahih itikad, güzel ahlak, mürüvvet, fütüvvet işleri ne olacak?

    Bugünkü sözde çağdaş ve seküler millî eğitim sistemimiz resmî ideoloji üzerine kuruludur ve çocuklarımızı iyi ve vasıflı Türkiyeliler olarak yetiştirememektedir.

    Resmî ve ideolojik eğitimin eksikliklerini, zararlarını telafi etmek için mutlaka paralel ve alternatif eğitim sistemlerini devreye sokmamız gerekir.

    Aksi takdirde genç nesiller harcanacaktır.

    Bir çare ve çözüm bulunur ve hayata geçirilebilir mi, bilmem ama yazmam gerekiyordu, ben de yazdım.

    23 Temmuz 2010 Cuma − Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları (27)

    Çocuklarımız ve Gençlerimiz İçin

    YAZ tatilinde çocuklarımıza ve gençlerimize neler öğretilebilir? Tekliflerimi sıralıyorum:

    (1) Osmanlıca öğretilebilir. Kur’an okumasını bilen bir genç, Osmanlıca okumaya bir saatte başlayabilir. Başlayabilir dedim, ondan sonra bir ömür boyu çalışması gerekir.

    (2) Bazı gençlere hat dersleri verilebilir. Tavsiyem: Rik’a yazısından değil, doğrudan doğruya sülüsten başlasınlar. Sıkı çalışırlarsa üç dört sene sonra icazet alırlar ve imza atarak hüsn-i hat yazabilirler. Sanatkâr olurlar, hizmet ederler, para da kazanabilirler.

    (3) Tezhip ve ebru sanatı çok yayıldı. Yine de bazı gençlerimiz ebru ve tezhip dersleri alabilir.

    (4) Keşke Çin’den, Kore’den, Japonya’dan çömlek ustaları getirtilse, kurslar açılsa, dersler verilse ve bu sanat da gelişse. Çömlek deyip de geçmeyelim. Japonya’da 800 yıldan beri harika çömlekler üreten atölyeler var. Bizde çömlekçilik can çekişiyor. Akılımız fikrimiz cep telefonunda… Öyle uyduruk çömlekler, saksılar yapmak değildir bu sanat. Müzelerdeki binlerce yıl önceden kalma tarihî çömleklerin replikaları yapılacak, mühürlü sertifikaları olacak, turistlere ve kültürlü kesime satılacak. Cahillerin, kültürsüzlerin bu sanatı aşağılamaları, alaya almaları onun değerini alçaltmaz.

    (5) İstidatlı çocuklarımıza edebî ve yazılı Türkçe öğretmek. Yahya Kemal’in, Mehmed Âkif’in, Ziya Paşa’nın, Ahmed Cevdet Paşa’nın o güzel, o zengin, o engin Türkçesini…

    (6) Ülkemizde el yapımı kâğıt üretimi de başlatılmalı, kurslar açılmalı, bazı gençlerimiz bu sanata yöneltilmelidir. Bunun için de hariçten usta ve uzman getirtilmesi şarttır.

    (7) Yazmacılık sanatı. Bu sanat kumaş üzerine ağaç kalıplarla desenler basmak, onları renklendirmektir. Kumaşların el dokuması olması, renklerin tabiî (kökboyalı) olması yazmanın kıymetini arttırır. İstanbul’da Küçükayasofya Camiinin kapısına yakın bir yerde yazma atölyesi var, değerli bir Hanımefendi bu sanatla meşgul oluyor. Keşke bu yaz bir kurs açılsa…

    (8) Edebiyata yatkın çocuklarımıza özel edebiyat, aruz dersleri verilmelidir. Bir grup genç, ehliyetli bir hocadan Fuzulî divanı okuyor… Ne güzel bir gelişme olur bu.

    (9) Çocuklarımıza fütüvvet dersleri verilmelidir. Kim verecek bu dersleri? Bu konunun uzmanı ehliyetli öğretmenlerimiz var mıdır?

    (10) Çocuklarımıza Ehl-i Sünnet mezhebi üzere akaid ve ilmihal dersleri verilmelidir.

    (11) Çocuklarımıza teşebbüs-i şahsî (kişisel girişim) dersleri de verilmelidir.

    (12) Bazı çocuklarımıza tercüme yapabilecek derecede İngilizce, Arapça öğretilmelidir.

    (13) Hocası bulunabilirse istidatlı gençlerimiz İbranî dilini öğrenmelidir.

    Daha nice konular var…

    Yaz tatili boşa geçmesin. Çocuklar, gençler dinlensinler, eğlensinler ama dinlenmenin yanında sanat, beceri kazanma, kişiliğini geliştirme, kültür sahibi olma da bulunsun.

    Çocuk ve genç yetiştirmekten maksat iyi insan, iyi vatandaş, iyi Müslüman yetiştirmektir. Amaç para kazanmak, makam ve mevki sahibi olmak değildir.

    İyi para kazanıyor, ünlü ve makamlı bir kişi olmuş, iyi yiyor, iyi yaşıyor ama ahireti berbat oluyor. Ne yapayım ben böyle bir iyiliği…

    26 Temmuz 2010 − Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları (28)

    Tek Maddeli Gündemler

    Kötü eğitim sisteminin, kötü resmî ideolojinin, kötü medyanın tesiriyle ülkemizdeki milyonlarca halkın zekâsı körleşmiştir. Yığınlar aynı anda üç, beş, on önemli konuyu ve meseleyi aklında tutamaktadır.

    Gündem, medyanın ve derin güçlerin yönlendirmesi ile tek maddeye inmiştir.

    PKK bir sınır karakoluna saldırır, Mehmetçikler şehid olur

    . Gazetelerde, TV’lerde ana gündem maddesi bu saldırıdır. Beş on gün işlenir, milyonlarca vatandaş hep bu konuyu dinler, düşünür, protesto eder. Sonra başka bir hadise olur, PKK saldırısı gündemden çıkar, yeni konu gündemin birinci maddesi olur. O da birkaç gün sürer, yenisi gelir…

    Aslında

    Türkiye’nin ana gündemi en az 25 maddedir

    ve milyonlarca halkın aklı, zekâsı, hafızası, ilgisi, merakı, dikkati, idraki bu 25 maddeye odaklanmış olmalıdır.

    Bu 25 maddeden bazılarını sıralamak istiyorum:

  • Temizlik, şeffaflık, kokuşma…
  • Genel, yoğun, yaygın hale gelmiş olan haram yeme.
  • Millî olmayan eğitimin çökmüş, iflas etmiş olması.
  • Siyasetin son derece kirlenmiş olması.
  • Yazılı, edebî kültür Türkçesinin çok kötü durumda olması. Halkın 1928’den önceki kitapları, belgeleri, mezar taşlarını, kitabeleri okuyamayacak kadar cahil kalmış olması.
  • Şehir ve medeniyet kültür ve görgüsünün yerini, hızla bedevilik ve ilkellik kültür ve görgüsünün alması.
  • Mimarlık ve şehirciliğin korkunç şekilde dejenere olması…

    Ülkemizde on milyonlarca vatandaşın bu gibi gündem maddelerini bilmesi, düşünmesi, olumlu şekilde tartışması gerekir.

    Millî eğitimin, medyanın, gerçek ziyalı vatandaşların bu konularda halkı uyarmaları, aydınlatmaları, onların temel vazifelerindendir.

    Karakol baskınları, patlayan bombalar, Marmara’da görülen köpek balığı, Almanca miyavlayan kedi, kabak büyüklüğünde domates gibi gündem maddeleri ile büyük ve derin dertlerimize, krizlerimize, problemlerimize çözüm ve çare bulamayız.

    Bu gibi konular toplumu zekâ özürlü seviyesine indirir.

    04 Ağustos 2010 − Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları (29)

    Türkiye Nasıl bir İslam Ülkesidir?

    İŞİ ve gördüğü hizmetler dolayısıyla çok çeşitli yerlere giden, her sınıftan insanla konuşan bir dostuma şu soruyu yönelttim: “Toplum iyiye mi gidiyor, kötüye mi?” Cevabı şu oldu: “Bu soruyu bir başkası da sormuştu… Maalesef toplum ahlak bakamından hızla bozuluyor ve kötüye gidiyor. Para, fazla kazanç, daha çok kazanıp daha lüks ve gösterişli bir hayat sürmek hırsı dehşet verici boyutlara ulaşmıştır. Haram helal ayırımı yapılmıyor…”

    Bir toplumun iyi mi, kötü mü olduğunu anlamak için birtakım ölçüler, kıstaslar vardır. Türkiye bir İslam ülkesidir, onu değerlendirmek için İslamî ölçüleri ve kıstasları kullanmak gerekir.

    Bir Marksistin, bir Ateistin, bir hedonistin, bir arivistin iyilik ve kötülük anlayışı bir değildir.

    İslamî bakış açısından bir İslam ülkesinin iyiliğinin ve kötülüğünün bazı ölçüleri şunlardır:

    Orada gerçek adaletin var olması.

    Eğitimin İslam’a uygun olması.

    Can, mal, ırz, namus, neseb, din güvencesinin olması.

    Sosyal adalet olması, zenginlerin fakirleri desteklemeleri.

    Komşuluk münasebetlerinin iyi olması.

    İnsanların birbirinin kurdu değil meleği olması.

    Herkesin geçinecek kadar meşru geliri, işi olması.

    Ülkede şirkin, küfrün, yalanın, rüşvetin, soygunun, talanın hâkim olmaması.

    İdarecilerin salih olması, halkın salahı için çalışması.

    Bir İslam ülkesinde bunlar yoksa orada fitne ve fesat vardır.

    Ateistlerin ve Ehl-i Dünyanın aklına ziyan gerçekler vardır. Onlardan biri şudur:

    Bir İslam ülkesinde halkın büyük kısmı, mesela en az yüzde 60’ı günlük beş vakit namazı kılmazlarsa toplum çöker. Peygamberimiz (Salât ve selam olsun ona)
    “Namaz dinin direğidir. Onu ayakta tutan
    (dosdoğru kılan)
    dinini ayakta tutmuş olur. Namazı yıkan (terkeden) dinini yıkmış olur” buyurmuşlardır.

    Sultan Abdülhamid zamanında Türkiye Müslümanları yüzde 90 nispetinde namaz kılardı. Ülkenin en parlak lisesi olan Galatasaray Sultanîsinde bile bütün Müslüman öğrencilerin namazları okul imamının ardında, okulun büyük mescidinde kılmaları mecburiydi. Bütün askeri birliklerin, kışlaların kubbeli, minareleri camileri vardı, subaylar ve erler cemaatle namaz kılardı. Büyük harp gemilerinde müftü seviyesinde, küçük gemilerde imam seviyesinde sarıklılar bulunurdu.

    Namazdan sonra en büyük İslamî ölçü, kıstas, gösterge muhadderat-ı islamiyenin (Müslüman kadın ve kızların) tesettürlü olmasıydı.

    Bundan yüz yıl önceki ölçülerle bugünkü Türkiye’ye bakacak olursak,

    “Bu nasıl bir İslam ülkesidir?”

    sorusunun sormamak mümkün değildir.

    07 Ağustos 2010 − Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları (30)