Mehmet Şevket EYGİ – HABER KALEM SİTESİNDE ÇIKMIŞ YAZILARI / 03

  1.  

    Müflis Eğitim

    İlköğretim tahsili sekiz yıldan dokuz yıla çıkartılacakmış…

    Nafile,

    dokuz değil, on dokuz yıla çıkartsalar

    yine sadra şifa vermez. Eğitim sistemimiz o kadar bozuktur, o kadar boş ve fostur ki, ne yapılsa faydası olmaz.

    Bu memleket Müslüman’dır,

    halkın ezici ekseriyetini Müslümanlar oluşturmaktadır

    ,

    eğitimin de Tevhidî, İslamî bir eğitim olması gerekir.

    Bugünkü eğitim neye dayanıyor?

    Miadı geçmiş, yanlış ilkeler üzerine dayalı resmî ideolojiye…

    Düşünebiliyor musunuz, bu ideolojik eğitim sistemi, dokuz senelik bir tahsilden sonra genç nesillere

    1928’den önce yazılmış, basılmış Türkçe metinleri bile öğretip okutamıyor.

    Sekiz senelik temel eğitimden sonra

    dört sene daha lisede okuyan gençlerimiz

    , Türkçemizin en büyük klasik edibi ve şairi olan

    Fuzulî’nin divanını okuyup anlayabiliyor mu?

    Birkaç yüz kelimelik sokak, çarşı pazar, günlük iletişim Türkçesiyle

    elbette köy olmaz, kasaba olmaz. Bir eğitim sistemi ki, genç nesillere zengin edebî-yazılı Türkçeyi öğretemiyor, o sistem iflas etmiş boş bir sistemdir.

    Bu memleketin en güçlü liseleri

    Sultan Abdülhamid

    devrindekilerdir. 1950’lilere kadar, Sultan Abdülhamid devrinde yetişmiş güçlü ve vasıflı lise öğretmenleri vardı. Sonra yozlaşa yozlaşa bugünlere geldik.

    Bazı lise ve kolejlerdeki çocuklarımız cebir, geometri, fizik, kimya dallarında ödül kazanıyormuş… Bu ödüller kimseyi aldatmasın. Önemli olan

    Türk edebiyatı, tarih, mantık, psikoloji, sanat tarihi ve kültürü

    gibi sosyal konulardır.

    İran’da lise sondaki bir genç

    Hâfız Divanı’

    nı okuyup anlayabiliyor ve bu kıraatten zevk ve haz alıyor da

    bizim liselilerimiz niçin Fuzulî’yi, Şeyh Galib’i, Ziya Paşa’yı okuyamıyor?

    Bir ülkenin eğitimi genç nesillere zengin, edebî, yazılı, medenî Türkçeyi okutup öğretemiyorsa

    eğitim değil, anti-eğitimdir

    , çok gürültü çıkartan, lakin boşuna dönen bir çarktan ibarettir. 26 Kasım 2010

    Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları / (64)

    Çocuğunu Düşürmüş

    Ergenekoncular, ulusalcılar, Kriptolar öğrenci hareketleri başlattılar. Nedir bu öğrenci hareketleri?.. Bunlar kesinlikle mâsum hareketler değildir.

    Böyle öğrenci hareketleri

    27 Mayıs darbesinden önceki aylarda da

    olmuştu.

    12 Mart 1971’den önce de,

    mâsum olmayan öğrenci hareketleri yüzünden memleket fitne, fesat, anarşi içinde kalmıştı. Deniz Gezmiş ve diğer fidancıklar, Castro’nun Küba’da yaptığı gibi, şiddet ve terör yoluyla ülkemizde kızıl bir rejim kurmak istiyorlardı.

    12 Eylül 1980 darbesinden önce de

    öğrenci hareketleri yüzünden memleket kazan gibi kaynıyor, tavuk gibi insan boğazlanıyordu.

    27 Mayıs darbesi gerçekleştikten sonra

    Dönme bir gazete
    “Menderes hükümeti, devrimci üniversite gençlerini polise öldürttü, cesetlerini fabrikalarda hayvan yemi haline getirdi”

    yalan haberini manşet atmıştı.

    Onların öğrenci dedikleri, bütün üniversite gençliği değildir. Militanlardır. Bazen, hem İstanbul’da, hem Ankara’daki öğrenci hareketlerinde aynı gençleri görebilirsiniz.

    “Polis aşırı şiddet kullanmıştır”

    edebiyatına kanmayınız. Böyle bir şey olabilir ama bu sizin hadiseleri doğru görmenizi ve doğru yorumlamanıza engel olmamalıdır.

    Üniversiteli bir kız

    ön saflarda polisle cedelleşirken

    karnına bir tekme yemiş. Meğerse kız hamileymiş ve çocuğu düşmüş…

    Ne büyük facia!

    Be kızım madem hamilesin, ne zorun var orada polislerle itişip kakışıyorsun? Hamile bir kızın böyle bir çatışma içine girmesi doğru mudur? Kendine acımıyorsa bari bebeğine acısaydı.

    “Düşürülen bebeğin babası kimdi?” diye soranlara devrimci yazarlar ateş püskürüyor. Bunda kızacak ne var? Bir bebek hem annenin, hem de babanın değil midir? O masum çocuğu niçin düşünmediler?

    Üniversitelerdeki öğrenci hareketlerinin memlekette anarşi ve kaos havası meydana getirilmesine

    elbette izin verilmemelidir.

    Polis

    bazı öğrencilerin yumurta ve taş atmasına,

    yasa dışı eylemler yapmasını elbette engellemelidir.

    Toplanma, yürüyüş, protesto hakkı ve hürriyeti kötüye kullanılmamalıdır. Hakların ve hürriyetlerin de sınırları vardır. Bu sınırlar kanunlarla belirlenmiştir.

    Milletvekili olduğumu (Allah beni böyle bir şeyden korusun) düşünüyorum:

    Bir rektörle görüşmeye gideceğim ve bir grup kızgın militan öğrenci beni üniversite kapısında yumurta yağmuruna tutacaklar.

    Üstümden başımdan, elbisemden, suratımdan yumurtalar akacak. Elbette isyan ederim.

    Bu hareketler mâsum öğrenci eylemleri ise af dilemeye hazırım.

    Lâkin çok iyi biliyorum ki, böyle değiller.
    Planlı, önceden hazırlanmış ve tasarlanmış iktidarı devirme hareketleridir.

    İnşallah bundan sonra ülkemizde,

    seçimle işbaşına gelen iktidarlar yine seçimle gideceklerdir.

    Polisle itiş kakış esnasında

    çocuğunu düşüren genç kızımıza ve çocuğun babasına

    “geçmiş olsun” diyorum. 9 Aralık 2010

    Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları / (65)

    Türkiye’nin Halkları

    TÜRKİYE’de bir halk mı var, yoksa halklar mı var?..

    Keşke bir halk olsa ama gerçekte halklar var.

    Bu halkların bir kısmı birbiriyle barış, uyum, mutabakat içinde,
    bazısı değil.

    Barış, uyum, uzlaşma içinde yaşayanlara bir sözüm yok… Var olsunlar, sağ olsunlar, iyi olsunlar…

    Lakin

    uyumsuz gruplar yüzünden

    Türkiye gemisi delinip batabilir.

    Dönmeler’i (Daima büyük D harfiyle yazılan) ele alalım:

    Onlarda ülkeyi temel insan hakları ve eşitlik çerçevesi içinde birlikte paylaşma bilinci yoktur.
    Memleketi babalarının veya Atalarının çiftliği, mirası olarak görürler.

    Azınlıktırlar ama çoğunluğa ikinci vatandaş, sömürge yerlisi, zenci, parya olarak bakarlar.

    Vesayet demokrasisi taraftarıdırlar.

    Ülkemizde Kripto halklar vardır.

    İki kimliklidirler.

    Çoğunluk gerçek demokrasiden yanadır.

    Halk iradesiyle gelen iktidarların, yine halk iradesiyle, seçimle gitmesini ister.

    Kriptolar öyle değildir.

    On senede bir askerî darbe olmasını teşvik eder.

    Bir ülkenin bütünlüğünü koruması, sağlıklı şekilde gelişmesi için temel şart, orada yaşayan bütün halkların, grupların paylaşma duygusu içinde olmasıdır.

    Paylaşma duygusu nedir?.. Hepimiz bu vatan üzerinde yaşıyoruz. Aramızda farklılıklar, çeşitlilik olabilir ama ülke bütününde hep birlikte, barış ve mutabakat içinde yaşmamız lazımdır…

    Anadolu Rumlarında ve Anadolu Ermenilerinde bu paylaşma bilinci ve ahlâkı olmadığı için bu coğrafyadan silinip gittiler.

    Van Ermenileri 1915’te düşman Rus ordusunu kurtarıcı gibi karşılayıp

    ,

    kimlik cüzdanını taşıdıkları Osmanlı devletine karşı isyan etmemiş olsalardı,

    aksine gönüllü lejyonlar kurarak Osmanlıyı korumak için

    Ruslara karşı savaşmış olsalardı, torunları bugün orada yaşayacaklardı.

    Ege bölgesi ve Pontus Rumları

    da birinci dünya harbinden sonra yanlış ata oynadılar.

    Anadolu ve Trakya Rumluğunun yaşaması, onların kendi devletleri olan Osmanlıya bağlı kalmaları, Osmanlı için savaşmaları şartına bağlıydı.
    Onlarsa gittiler Elen devletini ve Megali İdea hayalini desteklediler ve silinip gittiler.

    Aklı başında Kürt halkını tenzih ederim ama

    bugün bazı Kürtler tehlikeli hayaller peşinde koşuyor.

    Onların vatanı Türkiye’nin bütünüdür.

    Bugün İstanbul’da, Diyarbakır’dakinden fazla Kürt yaşıyor.

    İzmir, Bursa, Adana, Mersin, Tarsus gibi şehirlerimizde büyük Kürt nüfusu vardır.

    Kürt kardeşlerimiz ve vatandaşlarımız ülkenin her yerine dağılmış, iş tutmuş, mülk sahibi olmuştur.
    Türklerle Kürtler ortaklık yapmakta, birbirinden kız alıp vermektedir.

    Böyle bir durumda,

    ülkenin bir bölümünde Kürt devleti kurmayı düşünmek bir cinnet değil midir?

    Türkiye’de çeşitli halklar olması bir realitedir.

    Önemli olan husus, bütün bu halkların hep birlikte, ülkenin bütünlüğünü koruyarak barış ve mutabakat içinde yaşamasıdır.

    Bu da devleti korumakla, devleti ayakta tutmakla olur.

    Devlet diyorum… Kötü düzen ve sistem elbette değişmelidir.

    12 Aralık 2010

    Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları / (66)

    Devekuşu Yumurtası

    Atatürk

    zamanında üniversite öğrencileri bir bakanı veya milletvekilini yuhalayıp üzerlerine yumurta atabilirler miydi?… Alimallah atan(lar)ın canına okurlardı.

    Millî Şef İsmet Paşa

    zamanında böyle bir şey yapılabilir miydi?… Yapmaya kalkanların tozunu havaya savururlardı.

    27 Mayıs darbesi

    kukla hükûmeti bakanlarından ve darbeci subaylardan birine böyle bir şey yapılabilir miydi?… Yapanı yok ederlerdi.

    12 Mart 1971… 12 Eylül 1980

    darbecilerine böyle yumurta atılabilir miydi?… Atanı yaşatmazlardı.

    Günümüzde

    bazı militan öğrenciler

    böyle yumurta atmalar, yuhalamalar yapabiliyor ve onların canına okunmuyor.

    Demek ki,

    bugün eski günlerden daha demokratik.

    Bunu kabul etmek gerek.

    1930’lara dönsek yine her yer darağacı ile dolacak

    , İstiklâl Mahkemeleri’nin

    karakuşî hükümleriyle

    nice hoca, şeyh, muhalif politikacı asılacaktır.

    Bugün daha fazla serbestlik, medya hürriyeti, demokrasi var diyerek

    iktidarı övüyor muyum?

    Hayır, bendeniz geniş mânâsıyla muhalif bir insanım,

    övmem, yandaşlık yapmam ama gerçeği görmezlik edemem.

    Öğrencilerin yumurta atmalarını elbette doğru bulmuyorum.

    Çok bayağı, seviyesiz, pis, cıvık, kalitesiz, kaba saba bir protesto tarzı…

    Üniversite öğrencisine daha akıllıca, daha zekice,

    daha esprili, daha ince protestolar

    yakışır.

    Büyük kartonlar alırlar, üzerlerine zekâ dolu, incelik dolu iğneli cümleler, sloganlar yazabilirlerdi.

    Hattâ bazı pankartlar İngilizce bile yazılabilirdi.

    Bunları yurtta ve yabancı ülkelerde

    yüz milyonlarca insan tv’lerden görürdü.

    Yumurtacı çocukların böyle inceliklere akılları ermiyor mu?

    Akıllı, cin fikirli, ince zekalı olsalardı,

    yumurtacı çocuklar ne gibi pankartlar hazırlayabilirlerdi?…

    Bunları burada yazıp da kimseye akıl vermek istemem.

    Protesto makamında yumurta atmanın geleceği yoktur. Bugün öğrencidir, tavuk yumurtası atar, yarın büyür yükselir kaşarlanır,

    devekuşu yumurtası

    atabilir…

    Devekuşu yumurtası atabilmek için iyi bir

    diskopol

    olmak gerekir.

    Kim bilir kaç kilodur?
    Kabuğu da kalındır, isabet ederse yaralayıp öldürebilir.

    Hukuk tarihinde devekuşu yumurtası ile cinayet vak’ası görülmüş müdür acaba?

    Yaramaz öğrenciler

    bari ekolojik yumurtalar atmış olsalardı.

    O takdirde işin biraz esprili tarafı olabilirdi. 15 Aralık 2010

    Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları / (67)

    Diyanet’te Büyük Reform Hareketleri

    Diyanet’te son yıllarda büyük değişiklikler, yenilikler, inkılâplar oldu. Bazılarını müsaadenizle sayayım:

    (1)Başkanlığa 13 bin kadın ilahiyatçı eleman alındı. Bunların bir kısmı vaize, bir kısmı Kur’an dersi öğretmeni, bazıları da müftü yardımcısı.

    (2)Kayseri müftü yardımcısı bayan ilahiyatçı bir seminerde, Buharî’de geçen kadınlarla ilgili bir hâdis için, “Peygambere söyletmişler” tabirini kullandı. Buharî Ehl-i Sünnet Müslümanlarının gözünde Kur’andan sonra ikinci sahih kitaptır (Esahhü’l-kitab ba’de Kitabillah). Kadın müftü yardımcısının bir Buharî hâdisi hakkında böyle konuşması çok üzücüdür.

    (3)Camilerin arka taraflarına ihtiyaçtan fazla sandalye, tabure ve sıra konulması meselesi. Bu işin içyüzü, aslı astarı, gizli kapaklı yanı nedir, doğrusu çok merak ediyorum. Camileri kiliselere mi benzetmek istiyorlar acaba?

    (4)2004 yılında Mardin’de meşhur tarihî Kasımiye medresesinde bir Dinlerarası Diyalog töreni, şöleni, etkinlikleri yapıldı. Medrese duvarlarına büyük haçlı, magen Davidli bayraklar asıldı. Çeşitli kiliselere mensup patrikler, papazlar, Yahudi hahamları çağırıldı. İstanbul müftüsü de orada Diyanet’in temsilcisi olarak bulundu. Ayrıca zangoçlar ve müezzinler vardı… Etkinliklerin sonunda, medresenin avlusunun ortasındaki havuz üzerine kurulmuş uyduruk derme çatma salaş tahta köprüden papazlar ve müftü çan ve ezan sesleri içinde geçtiler, böylece üç ibrahimî dinin mensupları hep birlikte, cümbür cemaat (akıllarınca) Cennete girmiş oldular.

    (5)Diyanet’teki en büyük reform hareketi, şimdiye kadar görülmemiş bir hadîs ayıklama faaliyetine başlanmasıydı. Bu konuda ketum davranıldı, diller tutuldu ama bir İngiliz gazetesinin yaptığı röportajda işin içyüzü ortaya çıktı.

    (6)Diyanet camiasına bazı sızmalar oldu. Pakistan’dan kovulmuş Fazlurrahman adındaki zatın Tâtiliye mezhebine mensup bazı kimseler sızdılar. Şu anda taqiyye yapıyor ve Sünnî görünüyorlar ama mezheplerinin yayılması ve tutunması faaliyetlerini sinsice yürütüyorlar.

    (7)

    Dinler arası Diyalog, Üç İbrahimî Din vardır, Ehl-i Kitab ile Amentüde ittifakımız vardır, Ehl-i Kitab da ehl-i necat ve ehl-i Cennettir

    mezhebi de Diyanet’i sinsice ele geçirmek istiyor ve sızma faaliyetlerinde hayli yol kat’etmiştir.

    Papalık, Siyonizm, İsrail devleti, Avrupa Birliği, ABD Türkiye’deki Sünnî İslâmlıktan son derece rahatsızdır. Onlar, Sünnî İslâm anlayış ve yorumunun yerine ılımlı İslâm, sekülerleşmiş Ümmet, dinde reform, yenilik, değişiklik isteyen bir zihniyet, Fazlurrahmancılık, her Müslüman’ın kendi aklı ve kafasına göre Kur’andan hüküm çıkartması, ictihad yapması gibi şeyler istiyor.

    Bir ara AB temsilcilerinden biri camilerimizde cuma hutbelerinde “Allah katında tek hak din İslâm’dır” mealindeki ayetin okunmasını protesto etmişti.

    Siyonistlerin, Haçlıların, Diyalogcuların gizli plan ve projelerinde, müsait bir zamanda, vakti gelince Türkiye’ye kendi istedikleri ve seçtikleri bir zatı Halife olarak tayin etmek gibi bir madde varmış. Bu doğruysa ve gerçekleşirse büyük bir felaket olur. 20 Aralık 2010

    Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları / (68)

    Sekülerleşme Felaketi

    Müslümanlar için en büyük felaket sekülerleşmedir. Sekülerleşmek, din ile hayatın birbirinden ayrılması, kopması demektir.

    İslâm düşmanları, Müslümanların musalli (beş vakit namaz kılan) Müslümanlar olmalarını istemez, onların musalla Müslümanı, yani camiye gelmeyen, namaz kılmayan, sadece öldüğünde tabutu camideki veya mezarlıktaki taşın üzerine konulan ve kendisi için cenaze namazı kılınan dinden kopuk Müslüman olmasını ister.

    Kendimizi, ailemizi, çoluk çocuğumuzu, toplumumuzu sekülerleşme felaketinden korumak için çalışmak hepimiz için farzdır.

    Sekülerleşme, dinden uzaklaşma şeklinde başlar, sonunda din bağları kopar ve fertler, aileler, toplumlar küfür, dalalet ve irtidat cehennemine yuvarlanır.

    İslâm dininde ef’al-i mükellefin denilen ölçüler vardır. Bir Müslüman’ın yaptığı her hareket bu ef’al-i mükellefîn maddelerinden birine girer.

    Kişinin yemesi içmesi giyinmesi, uyuması uyanması, konuşması susması, velhasıl her şeyi hakkında dinin bir hükmü vardır.

    Uykuyu ele alalım: Uyku mübah bir şeydir. Lakin kişi sabah namazı vaktinde uyursa o uyku haram bir uyku olur.

    Yemek: Vücudunu ayakta tutmak, sağlığını korumak için yemek mübahtır. Doyduktan sonra yemek haram olur. Çünkü böyle bir şey israftır, israf ise haramdır.

    Konuşmak veya susmak: Faydalı, lüzumlu, hikmetli söz söylemek iyi ve güzel bir iştir. Kötü, saptırıcı, azdırıcı söz söylemek haramdır…

    Seküler Müslümanın İslâm dininin hükümleri ile alakası zayıflamıştır. Harama helale dikkat etmez.

    Seküler Müslüman İslâm’ın faiz yasağına aldırış etmez.

    Zamanımızda nice dindar geçinen, sofuluk taslayan Müslüman vardır ama çocuklarının dindar olması için çalışmaz. Ana baba sabah namazına kalkar, delikanlı veya genç kız çocukları yan gelip leş gibi yatar. Hatta bizim yalancı sofular, “Çocukların imtihanı var, aman gürültü etmeyelim de uyanmasınlar…” der. Böyle dindarlık olur mu?

    Sekülerleşen Müslüman, daha önce öğrenmişse ilmihalini unutur, İslâmî vazifelerini yerine getirmez.

    Bugün ülkemizdeki Tevhid-i Tedrisat eğitim sistemi, İslâm’ın Tevhidî eğitim sistemine karşıdır. Bizdeki gayr-i millî eğitim, genç nesilleri sekülerleştirmek, onları resmî ideolojinin köleleri ve meftunları haline getirmek için çalışır.

    Türkiye Müslümanları, kendilerini ve çocuklarını kurtarmak için paralel ve alternatif bir İslâmî eğitim sistemi geliştirmelidir.

    Çocuklarımıza üç yaşından itibaren, uzman pedagoglar tarafından hazırlanmış İslâmî eğitim verilmelidir.

    Yedi yaşından itibaren Kur’an okuması öğretilmelidir. Aynı zamanda namaz öğretilmelidir.

    Kız çocuklarına tesettür sevgisi aşılanmalıdır.

    Müslümanlar, din ile olan bağlarının kuvvetlenmesi için en az haftada bir ciddî dinî sohbetlere katılmalıdır. (Ehl-i Sünnete aykırı ve para toplanan sohbetleri tavsiye etmem.)

    Her Müslüman’ın evinde el altında, güvenilir ve

    muteber bir ilmihal kitabı

    bulunmalıdır. Müslümanlar hayatlarını, bütün faaliyetlerini İslâm’a endekslemelidir.

    Sekülerleşmekten, ateşten kaçar gibi kaçınılmalıdır.

    Din insana ebedî saadet, dünya haysiyeti kazandırır, Cennete götürür, sekülerleşme ise Cehenneme yuvarlar.

    22 Aralık 2010

    Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları / (69)

    Uyanık ve Şuurlu Müslümanın 19 Temel Vazifesi

    İlmi ve iktidarı olan her Müslüman doğrudan doğruya; ilmi ve iktidarı olmayan Müslümanlar dolaylı olarak aşağıdaki iman, İslâm, Kur’an, Sünnet hizmet ve vazifelerini dosdoğru şekilde yerine getirmekle mükelleftir:

    1.Henüz iman etmemiş insanları, en uygun ve düzgün şekilde imana davet etmek.

    2.Başta kendi itikadı olmak üzere insanların itikadlarının, müctehid imamların Kur’andan ve Sünnetten çıkartmış oldukları sahih itikada uygun olması için çalışmak. (Tashih-i itikad)

    3.Kendisi beş vakit namaz kılmak, bütün Müslümanların musalli olması için en uygun şekilde çalışmak.

    4.Hür ve mukim Müslüman erkeklerin farz namazları cemaatle kılmaları.

    5.Kadınların ve büluğ çağından başlayarak kızların İslâmî ve şer’î tesettüre girmesi. (Şer’î tesettürün zıddı şeytanî tesettürdür.)

    6.Her Müslüman’ın kendisi için zarurî ve lüzumlu olan ilmihalini öğrenmesi için çalışmak.

    7.Bütün Müslümanların, Peygamber Efendimizi (Salât ve selam olsun ona) en güzel örnek ve model olarak kabul etmeleri, onun yolundan gitmeleri, onun Sünnetine uymaları için çalışmak.

    8.Başta kendisinde olmak üzere bütün Müslümanlarda Ümmet şuurunun olması ve gelişmesi için çalışmak.

    9.Zekâtların Kur’ana, Sünnete, icmâ-i ümmete, fıkha, Şeriata uygun şekilde verilmesi ve sarf edilmesi için çalışmak.

    10.Müslümanlarda İmam-ı Kebir, Emîrü’l-mü’minîn, Halife şuuru uyanması için çalışmak.

    11.Allah katında tek hak, makbul, doğru dinin İslâm dini olduğu gerçeğini her Müslüman’ın kafasına ve gönlüne yerleştirmek. Bu inanca aykırı sapıklıklarla en uygun şekilde mücadele etmek.

    12.Allahın kesin şekilde haram kılmış olduğu lüksten, israftan, saçıp savurmaktan, aşırı tüketimden Müslümanları sakındırmak için propaganda yapmak.

    13.İslâm ümmetinin Rahmanî ve olumlu çeşitlilik içinde sarsılmaz bir birlik oluşturması için çalışmak. Müslümanları birbirine düşüren gıybet, nemime, rekabet, hizip ve cemaat asabiyeti gibi kötülüklerle en uygun şekilde mücadele etmek.

    14.Müslümanlar arasında paylaşma ve yardımlaşma ahlakını yaymak ve geliştirmek.

    15.Başta kendisi olmak üzere bedevî kültürden medenî İslâmî kültüre yükselmek için çalışmak.

    16.İslâm’da reform, yenilik, değişiklik isteyen cereyanlara karşı çıkmak. Ilımlı İslâm, BOP İslâmı, Fazlurrahmanın Tatiliye mezhebi, Necdîlik, Mezhepsizlik, Telfik-i Mezâhib gibi bozuk cereyan ve mezheplerle en uygun şekilde mücadele etmek, onların zararlarını önlemek.

    17.Müslümanların birbirlerine karşı merhametli, şefkatli olmaları için çalışmak.

    18.Haçlıları, Siyonistleri, din düşmanlarını dost ve velî edinmemek.

    19.Çocuklarını, ileride İslâm’a ve Ümmete hizmet edecek şekilde yetiştirmek. 25 Aralık 2010

    Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları / (70)

    İslâm Tıbbı

    Dünyada birçok tıp sistemi vardır. Bunların en yaygın olanı ve en fazla kabul göreni bugünkü modern

    “Ortodoks Tıp Kilisesidir”.

    Bir buçuk milyar nüfuslu Çin’de bu tıp sistemi geçerli değildir. Onlar kendi millî tıp sistemlerini, akupunkturu uyguluyor.

    Almanya’da beş sene yaşadım. Orada Ortodoks tıbbın yanında homeopati gibi tıplar da vardı. Homeopat doktorlar muayenehane açabiliyorlardı, bu tıbbın ayrı eczaneleri de bulunuyordu.

    Bizde ortodoks tıbbın ilaç ve tedavi konusunda diktatörce bir hâkimiyeti vardır.

    İlaç fabrikaları, kendi kimyasal ilaçları dışındaki geleneksel tıpların ilaçlarını ilaç olarak kabul etmezler. Öyle ki, soğuk algınlığına iyi gelen ıhlamur ve papatya gibi şifalı bitkileri ilaç unvanı altında satmak yasaktır.

    Edirne’de, tavanlara soğan asılıyor ve bunun gribe iyi geleceğine inanılıyormuş. Ortodoks tıpçılar bunu hurafe olarak görüyor. Hiç de böyle değildir!… Soğanın soğuk algınlığına ve gribe iyi geldiği tecrübe ile isbatlanmış bir gerçektir. Şu soğuk havalarda herkese akşam yemeğinde bir adet taze soğan yemesini tavsiye ederim.

    Soğanı yemek iyi de, tavana asmanın bir faydası olur mu? Elbette olur. Soğanın kokusunda (aromasında) bile şifa vardır. Bildiğimiz tıbbın dışında olan paralel bir tıp sisteminde çiçek veya tıbbî bitki yağı (kimyevî ve yapay esas değil) koklatarak tedavi edilir. Mesela soğuk algınlığına karşı hakikî tıbbî lavanta yağı koklanır. Yine hakikî biberiye (romarin) yağı onlarca hastalığa karşı iyi gelir. Hattâ biberiyenin başlı başına bir hastane ve eczahane olduğunu söylersek mübalağa etmiş olmayız. Gül koklamak kalp ve romatizmaya iyidir.

    Bazı yarı kıymetli taşların da şifalı tarafları vardır. Ametist kalp hastalıklarında faydalıdır. Batı dünyasında bu konuda nice faydalı, ciddî, resimli kitaplar yayınlanmıştır.

    Bir bardağa doğal kaynak suyu koyun, besmele çekip şifa niyetine için, onun da faydası görürsünüz. Doktor beyciğim hemen telaşlanıp itiraz etme, zat-ı âliniz placebo meselesini bendenizden iyi bilirsiniz. Placebo nedir? Kısaca açıklayayım: Aynı hastalıktan mustarip yirmi hasta alınır. Bunun onuna ilaç verilir. Diğer onuna, o ilaca aynen benzeyen içinde sadece nişasta veya glikoz bulunan sahte haplar (hastalara haber verilmeksizin) verilir. Neticede (Mesela) ilaç alanların sekizi, placebo alanların yedisi şifa bulur, iyi olur.

    Dünyadaki çeşitli tıp sistemlerinin sayısını bilmem ama bunların en doğru, en faydalısı, en şifa verici olanın İslâm tıbbı olduğunu çok iyi bilirim.

    İslâm tıbbı, hem koruyu hekimlik, hem de tedavi ve şifa bakımından tıpların birincisidir.

    İslâm tıbbının birinci maddesi, fazla yememektir, doyduktan sonra yememektir. Türkiye’de bu tıp uygulansa hastalıkların yüzde doksanı kaybolur, doktorlar ve eczacılar işsiz kalır.

    Modern tıpta hasta müşteridir. İslâm tıbbında hasta sadece hastadır, müşteri değildir.

    Modern tıbbın doktorları iyi para kazanır. İslâm tıp etiğinde tabibin hastasından para istemesi yoktur. Hasta zenginse ücret öder, fakirse “Allah razı olsun” der dua ve teşekkür eder gider.

    Evlerinizde şifalı bitkiler bulundurunuz, şifalı bitkilerin yağlarını bulundurunuz. Geleneksel İslâm tıbbını öğreniniz.

    İsviçre’den bir dostum geçenlerde, içinde 41 çeşit tabiî bitki yağı bulunan bir sprey getirdi. Bu yazıyı bitirince odama ondan sıkacağım. Mis gibi şifa… 26 Aralık 2010

    Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları / (71)

    Dedikodular Rivayetler Kavgalar

    SELAM’dan, merhabalaştıktan sonra sorular yağmur gibi yağmaya başladı:

    Hanefi Avcı’nın kitabında yazılanlar doğru mu? Avcı ne olacak?

    Önder Sav’ın defteri dürüldü mü? Yoksa yeni bir hamle yaparak partiyi ele geçirebilir mi?

    Baykal Baykal Baykal… Meraktan çatlıyorum… Onun durumu ne olacak?

    Burhan Kuzu’ya atılan yumurtalar tek sarılı mıydı, çift sarılı mı?

    Kılıçdaroğlu’nun ana kökeni neymiş.

    O Kürt müdür, Alevî mi, yoksa her ikisi mi?

    O meşhur Paşa, çocukluğunda geceleri yatağa yattığı zaman her gece Şema Yisrael duası okur muymuş?

    Bu minval üzere daha bir yığın soru…

    Ya Rabbi ne kadar boş ve kof sorular bunlar.

    Müslüman olmayanlara üzülmem ama Müslümanların böyle boş konu ve sorularla uğraşmasına çok üzülüyorum.

    Öyleleri var ki, yaşı yetmişe seksene ulaşmış, hâlâ bu boş fâniliklerle meşgul oluyor.

    Böyle konu ve soruların, ne dünya için, ne de ahiret için faydası var.

    Dini imanı olan Müslümanlara söylüyorum: Bunların iki rekât gayr-i müekked namaz kadar önemi ve ağırlığı yoktur.

    İnsan memleket meseleleriyle, dünya haberleriyle, politika ile ilgilenir ama ciddî ve seviyeli şekilde ilgilenir.

  • Ülke nereye gidiyor, dünya nereye gidiyor?
  • Önümüzdeki aylarda, yıllarda Üçüncü Dünya Savaşı patlayabilir mi?
  • Türkiye sağlıklı bir şekilde kalkınıyor mu?
  • Ülkemizdeki genel, yoğun ve yaygın kokuşma ile baş edebiliyor muyuz?
  • Adalet olmayan ülkeler ve devletler batarmış, bizde gerçek adalet var mı?

    Medyaya bakıyorum, ciddî ve kaliteli analizler hemen hemen yok gibi.

    Halkın binde 999’u polemiklerden, horoz dövüşlerinden, kavgadan gürültüden hoşlanıyor.

    İki yazar hakaretli ve çamurlu bir kalem çatışması yapınca reytingleri fırlıyor, herkes onları okuyor.

    Bundan elli altmış yol önce ciddî ve kaliteli yazılar büyük ilgi görürdü.

    Merhum Prof. Ali Fuat Başgil

    bir makale yazınca, herkes okurdu. Hattâ gazeteden yazıyı kesip saklayanların sayısı az olmazdı.

    Zamanımızda ilme, irfana, ciddîyete, seviyeli fikirlere ve tenkitlere rağbet yok. Geçenlerde bir yerde futbol maçı oynanmış, taraftarlar birbirine girmiş, bıçaklar çekilmiş, ölen olmamış ama epey kan dökülmüş. Bizdeki medya da böyle.

    İki rekat nafile namaz kadar kıymeti olmayan dedikodularla, rivayetlerle, boş şeylerle ömrümüzü ziyan ediyoruz. 29 Aralık 2010

    Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları / (72)

    Kürt Halkının Temsilcisi Kürt Ulemasıdır

    Türkiye’de yaşayan Kürtlerin temsilcileri ve sözcüleri Kürt uleması ve Kürt şeyhleridir.

    Çünkü Kürt vatandaşlarımızın ve kardeşlerimizin ezici çoğunluğu Müslümandır.

    Azınlıkta olan dinsiz Kürtler, bütün Kürtlerin adına konuşamazlar,

    onların mümessili ve sözcüsü olamazlar.

    Kaldı ki,

    dinsiz Kürtlerin hepsi Kürt değildir.

    Bunların bir kısmı

    Kripto Ermeni ve Kripto Yahudidir.

    Kürtleri ulemanın ve meşayihin temsil etmesi hem Kürtler için, hem de Türkiye için en selametli yoldur. Çünkü

    İslâm uleması ve şeyhleri sağduyu, firaset, fetanet, mantık, adalet, iz’an, insaf sahibidir.

    Onlar, üzerinde yolcu oldukları geminin batmasını, yahut içinde bulundukları uçağın düşmesini istemezler.

    Kürt halkının temsilcilerinin ve sözcülerinin dinsiz Kürtler olması büyük bir felaket olur.

    Çünkü onlar adaletsizdir, insafsızdır, iz’ansızdır.

    Kürt ulema ve meşayihi

    Kürtçülük diye bir ideolojiyi

    ,

    menfi kavmiyetçiliği

    kabul etmezler. Çünkü bunlar Kur’ân’a, Sünnete,

    Şeriat-i garra-i Ahmediyeye

    uymaz.

    Yakın tarihimizde Kürt halkının temel insan hakları ve hürriyetleri ayaklar altına alınmıştır.

    Bu memlekette sadece onlar zulme uğramamış,

    bütün Müslümanlar uğramıştır

    .

    Ezan-ı Muhammedî susturulmuş, camiler ve medreseler kapatılmış, İslâm tasavvufu ve tarikatlar yasaklanmıştır.

    Türkten, Kürtten, Çerkesten ve diğer ırklardan nice ulema, meşayih, süleha idam edilmiş, zindanlara atılmış, yerinden yurdundan sürülmüştür.

    Biz Müslümanlar elbette Türk için de Kürt için de insan hakları isteriz

    ama ırkçılık yapmayız

    , vatanımızın parçalanmasını, devletimizin yıkılmasını istemeyiz.

    Ulema ve meşayih hazeratı çok iyi bilir ki,

    devlet başka şeydir, bozuk düzen/sistem ve ideoloji başka şeydir.

    Devletimiz ayakta kalsın, bozuk sistem değişsin, yerine iyisi ve âdili gelsin…

    Ulema ve meşayih

    Siyonistlerin, Kripto Yahudilerin, Kripto Ermenilerin
    oyunlarına gelmez, onların zokalarını yutmaz.

    Çünkü gerçek din alimleri ve gerçek tarikat şeyhleri Allah’ın nuru ile görürler.

    Ankara iktidarının yapacağı ilk iş

    , Kürt halkının temsilcisi ve sözcüsü olarak Kürt ulema ve meşayihini kabul etmektir.

    Aksi takdirde hem Kürtlerin, hem Türklerin cümlemizin başımıza
    büyük felaketler
    gelebilir.

    6 Ocak 2011

    Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları / (73)

    Hukuk ve Adalet

    İran’da bir adam başka bir adamı bıçaklamış, katil yakalanmış, kısa bir müddet içinde muhakemesi yapılmış, suçu sabit olmuş, cinayeti işlediği yere bir vinç getirilmiş, oracıkta sallandırılan ipe çekilerek idam edilmiş.

    Bizdeki beyaz (GY) bir gazete ipte sallanan katilin resmini bastı ve

    «böyle vahşet olmaz»

    diye bağırdı.

    Vahşet diye bağırmasının sebep ve gerekçesi nedir acaba?

    İran’da İslâm/Şeriat hukuk

    uygulanıyor da ondan.

    Orada

    Şah rejimi devam etmiş olsaydı

    ve yine bir katil idam edilmiş olsaydı, ya hiç bahs etmeyeceklerdi yahut

    bahs etseler bile vahşet demeyeceklerdi.

    İran’da

    Sakine

    adlı evli bir kadın zina etti ve kocasını aşığına öldürttü. İdam ve recm cezasına çarptırılınca

    küfür dünyası ayağa kalktı.

    İslâm düşmanı medya,

    kadının kocasını öldürttüğünü gizledi

    , işin sadece

    zina ve recm tarafını

    işledi.

    Recm

    konusunda çağdaşlar

    vahşet

    diye bağırırken, birtakım kuşkonmaz reformcu ilahiyatçılar da

    “İslâm’da recm diye bir ceza yoktur”

    diye yalanlar imal ediyor.

    İslâm’ın

    ukubat hükümleri içinde

    recm vardır. Bu cezayı uygulayabilmek için (Ehl-i Sünnete göre)

    dört âdil şahidin zina fiilini “tam şekliyle” görmüş olmaları gerekir.

    Böyle bir ispat çok zor olduğu için

    bu ceza tarih boyunca pek az uygulanmıştır.

    Bizim,

    İtalyancadan tercüme edilmiş
    eski Ceza Kanunumuzda zina suç sayılıyordu

    . Yeni kanunda artık suç değil.

    Toplum vicdanında zina suç mudur, ahlâksızlık mıdır?

    Bu hususta ittifak yoktur.

    Çoğunluğu oluşturan

    Müslümanların gözünde zina ağır bir suç ve ahlâksızlıktır.

    Bazı

    çağdaş, lâik, seküler zümrelere göre zina ne suçtur, ne de ahlâksızlıktır.

    Azınlıkta olan bu zümreler çoğunluğa baskı yapıyor, kendi tezlerine inanmasını istiyor. Bu yüzden toplumda

    vahim ayrışmalar

    oluşmuştur.

    Ceza kanunları toplumun kültürüne, zihniyetine, sosyal yapısına, karakterine uygun olmazsa büyük kopukluklar ve ayrışmalar oluşur

    ve bir kısım vatandaşlar

    bizzat ihkak-ı hak yapmaya başlar.

    Medenî Kanun aileyi düzenler

    , Ceza Kanunu halkın tamamının huzur, güven ve rahatını sağlar. Bu iki temel kanun ülkenin, halkın kültür yapısına, kimliğine, dinî inançlarına uygun olmazsa aile ve toplum sarsılır ve çöker.

    Suç işlendiği zaman öyle bir ceza verilmeli ki,

    başka vatandaşlara etkili bir ibret olsun, korksunlar, ayaklarını denk alsınlar, aynı suçu işlemesinler. Bizde böyle bir durum yok.

    Sosyal yapımıza uymayan Ceza Kanunu

    suçluları ne tenkil edebiliyor, ne de yeni suçlar işlenmesini önleyebiliyor.

    Aslında bu ülkeyi, bu milleti, bu devleti

    PKK değil,
    bugünkü çarpık ve yabancı hukuk sistemi veya düzeni yıkmıştır.

    İsviçre’den (tercüme yanlışları yaparak) iktibas ettikleri

    Medenî Kanun’un başına

    ,

    İslâm hukukuna seviyesizce saldıran bir gerekçe
    koymuşlardı

    ….

    Aradan seksen küsur yıl geçtikten sonra

    mezarlarından kalksınlar da

    marifetlerini görsünler. Aileyi ve toplumu temellerinden dinamitlediler ve hasta ettiler. 9 Ocak 2011

    Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları / (74)

    Çok Alametler Belirdi…

    DÜNYANIN çeşitli ülkelerinde ve

    en son bizde kütle halinde kuş ölümleri

    oldu.

    Gökten ölü kuşlar yağdı…

    Sebebi bilinmeyen esrarengiz ölümler…

    Birkaç yıldan beri arılar da ölmeye başladı…

    İklimler değişiyor, çok geniş arazileri sular basıyor… Zelzeleler eskisine nispetle çoğaldı. Yanardağ patlamaları…

    Gökyüzünde, ne oldukları bilinmeyen

    ufolar

    sıkça görülür oldu. Acaba bütün bu olup bitenler insanlık için bir uyarı mıdır?

    İnsanlık iyi, doğru, güzel bir yolda mıdır, yoksa kötü bir yolda mıdır? Sadece kötü mü, yoksa çok kötü mü?

    Yukarıdaki soruya,

    inançlara ve ideolojilere göre
    çeşitli cevaplar verilebilir.

    İslâm, Kur’ân, Şeriat gözlüğüyle bakarsak insanlığın gidişatı iyi midir, kötü mü?

    Türkiye Müslümanlarını ele alalım:

    Kur’ân’daki, Sünnetteki, Şeriattaki, İslâm ahlâkındaki emirleri yerine getiriyor muyuz?

    Yasaklardan ve haramlardan kaçınıyor muyuz?

    Allah bize öğüt veriyor, Peygamber bize öğüt veriyor, toplumumuz bu öğütleri büyük ölçüde dinliyor ve tutuyor mu?

    İslâm dini azgınlıkları kötü görmüş ve kesin şekilde yasaklamıştır.

    Azgınlıklar nelerdir:
    Zina, sarhoşluk, kötü ve şeytanî eğlenceler, iffet ve namusa aykırı her şey…

    Bizim bugünkü toplumumuzda

    yüz çeşit fuhşiyat

    (azgınlık)

    alenen

    , küstahça, serbestçe hiç arlanıp utanmadan yapılıyor mu, yapılmıyor mu?

    Daha birkaç gün evvel İstanbul’da

    lüks bir fuhuş çetesi

    yakalandı.

    Fuhşun lüksü olur muymuş demeyiniz.

    Vücudu çok düzgün, genç ve körpe bir fahişe, geceliği 10 bin dolara pazarlanıyormuş.

    Bu kadar yüksek bir parayı kimler, nereden buluyor, nasıl elde ediyor da böyle haram bir iş için harcıyor?…

    Bir fahişeye bir gecelik birliktelik için 10 bin dolar ödeyenler bu parayı helal yollardan mı kazanmışlardır, haram yollardan mı?

    Türkiye’nin dindar kesimi bu gibi kötülükleri

    yeteri kadar ve güçlü bir şekilde protesto

    ediyor mu? Din dili ile

    emr bi’l-mâruf ve nehy ‘ani’l-münker

    yapıyor mu?

    Din-i mübin-i İslâm’ın

    faizi/ribayı haram

    kıldığı Kitab, Sünnet ve icmâ-i Ümmet ile sabittir.

    Toplumumuz gırtlağına kadar ribaya batmıştır.

    İşin en kötü tarafı bazı reformcu ilahiyatçıların

    ribaya fetva

    vermeleridir.

    Peygamberimizin (Salât ve selam olsun ona) haber verdiği

    âhir zaman gelip çatmıştır.

    Âhir zamanın,

    Kıyamet’in küçük alametlerinin

    hemen hepsi zuhur etmiştir, büyük alametlerin de bir kısmı gerçekleşmiştir.

    Yerde gökte görülen

    esrarlı, acayip, garip hâdiseler

    işte bu alametlerdendir. Bunlar akıl, idrak, basiret, vicdan, hikmet sahibi insanlara hep birer uyarı ve ihtardır.

    Olup bitenler bize lisan-ı hâl ile:

    Kendinize çeki düzen veriniz… Toparlanınız…

    Yaklaşan belâları sadaka ve dua ile uzaklaştırmaya çalışınız…

    Günahlarınıza tevbe ediniz…

    İbadet ediniz… Hayır hasenat iyilik yapınız… Kendinizi, âilenizi, çoluk çocuğunuzu, içinde yaşadığınız toplumu ve bütün insanlık âlemini ve dünyayı kurtarmak için ne kadar mütevazı olursa olsun bir şeyler yapınız… Der gibidir.

    Gökten ölü kuş yağıyor,

    bir yerdeki ırmak yeşil akmaya başlıyor

    ; sebze, meyve, bakliyat ve tahılların üremesi için

    varlığı şart olan arılar kütlevî bir şekilde yok oluyor…

    Bu alametler ve diğerleri bize bir şey demiyor mu? 11 Ocak 2011

    Kürtaj Cinayetleri

    Günümüzde dine, ahlâka, kanuna, bilgeliğe, insanlığa aykırı büyük kötülüklerden biri,

    hamile kalmış küçük kız çocuklarına gizlice kürtaj ameliyatı

    yapılmasıdır.

    Toplumda ahlâk çok bozulduğu için maalesef

    bazı mektepli kızlar

    hamile kalıyormuş. Bunlar ya ailelerine haber vermeden yahut anne babalarının bilgisi dâhilinde kanuna aykırı olarak çocuk aldırıyormuş.

    Gizli ve kanunsuz yapılan kürtajın yanında açıkça, kanunların gölgesinde yapılan yasal kürtaj da vardır. İnternet’i açarsanız, orada kürtaj yapan nice hastahanenin ve kliniğin reklâmını görürsünüz.

    Kürtaj veya çocuk aldırmak nedir?

    Kızın (veya kadının) rahmindeki cenini (doğmamış çocuğu) bulunduğu yerde

    parçalamak

    , oradan

    kazıyıp

    çıkartmak suretiyle veya başka metotlarla

    öldürmek

    demektir. Bu ise bir cinayettir, kendisini korumaktan âciz masum bir cana kıymaktır.

    Bir kısım ateistler, materyalistler, çağdaşlar böyle bir şeyi sakıncalı görmezler. İslâm dini ise, hayatî zaruret olmadıkça çocuk aldırmayı caiz görmez.

    Sadece İslâm değil

    , Musevîlik ve Katoliklik de

    bu cinayeti kabul etmez. Akıl, vicdan, bilgelik, gerçek medeniyet de bu cinayete yeşil ışık yakmaz.

    Globalleşen dünyada

    cinsel serbestlik

    yaygın hale gelmiştir.

    Türkiye’miz her geçen gün biraz daha çağdaşlaşıyor, sekülerleşiyor,

    cinsel ahlâksızlık

    ve

    iffetsizlik

    baş döndürücü bir hızla artıyor, yükseliyor, teşvik görüyor.

    Din-i mübin-i İslâm insan hayatının korunmasına büyük önem verir. Kadının rahminde oluşan cenin, herkes kabul eder ki, canlı bir mahlûktur. Bu mahlûk o kadına ve İslâm toplumuna bir emanettir. Onun da hakları vardır. Bu hakların birincisi yaşamak ve doğmak hakkıdır.

    Yeni Ceza Kanunumuzda

    zina bir suç sayılmamaktadır

    .

    Çocuk aldırmaya, kürtaj yapmaya da cevaz verilmiştir.

    Müslümanı bağlayan ise, her şeyden önce Kur’ân’dır, Sünnettir, ahkâm-ı şer’iyedir.

    Küçük mektepli kızların ahlâka ve iffete aykırı olarak gebe kalmaları,

    Sonra çocuklarını gizlice aldırmaları,

    Birtakım doktorların ve sağlık kuruluşlarının bu yolla para kazanıp zengin olmaları… Toplumun kanayan bir yarasıdır.

    Kur’ân, kız çocuklarının diri diri toprağa gömülerek öldürülmelerini kötülüyor ve yasak kılıyor.

    İslâm’a ve vicdana aykırı bütün çocuk aldırmalar, kürtaj ameliyatları da kınanması gereken birer cinayettir.

    Müslümanlar çocuk aldırma, çocuk düşürme, kürtaj konusunda takvalı ve zâhid Ehl-i Sünnet âlimlerinin açıklamalarına, aydınlatmalarına kulak vermeli, bu konularda emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmalıdır.

    İstanbul’da bir hâkim, “Ben cinayete razı ve alet olamam” diyerek bir kürtaj isteğine izin vermemiştir.

    Bu konuda okunacak bir yazı: Kazı Kazan Batağında Küçük Kızlar. Hatice Yıldız. /haber365.com/ Ayrıca: Google’dan /Kürtaj cinayettir/ araması yaparak hayli ibretli bilgiye ulaşabilirsiniz.

    Modern, çağdaş, seküler, hedonist uygarlık ve toplum doğmamış çocuk katliamı ve vahşeti konusunda eski câhiliye devrinden aşağı kalmıyor. 14 Ocak 2011

    Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları / (76)

    Müslüman neleri kabul etmez?

    Müslümanlar neleri, hangi değerleri, hangi oldu bittileri kabullenemezler?… Onların bazısını beyan etmek istiyorum:

    1. Müslüman sekülerleşmeyi yani din ile hayatın, din ile dünyanın ayrılmasını asla kabul etmez. Çünkü sekülerleşmenin sonu dinsizliktir, felakettir, ebedî hüsrandır (zarar ziyan).

    2. Zerre kadar aklı ve vicdanı olan bir Müslüman, mukaddes Şeriatın tahkir edilmesini kabullenmez ve hazm etmez. Çünkü Şeriat Kuran’dan, Sünnetten, İcma-i ümmetten çıkartılmış hükümlerin bütününe verilen isimdir.

    3. Müslüman, sosyal adaletsiz, paylaşma ve yardımlaşma şuuruna sahip olmayan, zenginlerle fakirler arasında uçurumlar bulunan bir toplumu normal görmez, kabullenmez; bunun adil bir toplum haline dönüşmesi için elinden geldiği kadar çalışır, çabalar.

    4. Müslüman, okullarda çocuklara dinsizlik ve ahlâksızlık ilkelerinin öğretilmesini ve aşılanmasını kesinlikle kabul etmez. Mesela biyoloji dersinde sapık Darwinizm nazariye ve ideolojisinin doğruymuş gibi okutulmasını, çocuklara “Allah yoktur, hayat ebedî ve kadîm olan maddeden tesadüfen zuhur etmiş ve evrim yoluyla bugünkü çeşitliliğe ulaşmıştır…” propagandasını Müslüman asla kabullenmez. Buna karşı ne yapar? Yasal sınırlar içinde, insan hak ve hürriyetleri dairesinde Yaratılış teorisinin öğretilmesi için çalışır.

    5. İslâm’ın temel prensiplerinden biri de, kadınların ve buluğa ermiş kız çocuklarının tesettüre girmesidir. Bir Müslüman tesettürsüzlüğü doğru ve normal bulmaz. Günün birinde, en güzel ve uygun yollarla Müslüman kadınların tesettür kıyafetine girmesini arzu ve temenni eder.

    6. Müslüman ribaya, faizin her çeşidine hiçbir zaman alışmaz. Bunları hiçbir zaman kabullenmez. Toplum bütünüyle faize batsa, kendisi de dolaylı olarak bu haram denizine gark olsa, o bundan yine razı ve hoşnut olmamalıdır.

    7. Müslüman dinde reform, İslâm’da yenilik ve değişim, ılımlı İslâm, BOP İslâmı, Fazlurrahman’ın tarihsellik mezhebi, mezhepsizlik, telfik-i mezahib gibi bid’at hareketlerini kabullenmez. Bunları tenkit eden Ehl-i Sünnet ulemasını destekler.

    8. Müslüman yaşadığı ülkede hangi yazı kullanılırsa kullanılsın, İslâm ve Kuran yazısına sempati duyar. Bu konuda bir zorlama olmuşsa, o zorlamayı asla doğru bulmaz, kabullenmez.

    9. Şuurlu Müslüman lüksü, israfı, aşırı tüketimi, aşırı konforu, saçıp savurmayı, her türlü beyinsizliği, gösterişi, gururu, kibri hoş görmez ve kabullenmez. Çünkü bunların hepsi israf kavramı içine girdiği için haramdır. Müslüman bunlardan nefret eder, şeytanın tuzaklarına düşmez; kanaat, iktisat ve Sünnet-i seniye üzerine yaşar.

    10. Müslüman Kuran’a, Sünnete, fıkha, Şeriata zıt ve aykırı olan münker işleri kabullenmez. Gücü yetiyorsa, münker ve çirkin şeyleri eliyle, gücü yetmiyorsa diliyle ve kalemiyle tenkit ederek değiştirmeye çalışır, buna da imkân ve iktidarı yoksa kalben nefret eder.

    11. Müslüman, Sünnete uygun olmayan meskenleri sevmez. Müslüman, evini yuva olarak görür, mal olarak kabul etmez. Müslüman, evlerin Kuran’a ve Sünnete aykırı olarak lüks, şatafatlı olmalarına rıza göstermez.

    12. Müslüman, yeme içme, giyim kuşam, otomobil konularında israf edilmesinden hoşnut olmaz ve böyle kötülükleri kabullenmez. O, doyduktan sonra yemez, hiç lüzumu olmadığı halde gururlanmak ve kibirlenmek için lüks otomobillere binmez. İslâm toplumunu saran lüks çılgınlığı uzun bir süre devam etse de Müslüman onu hiçbir zaman normal görmez. 17 Ocak 2011

    Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları / (77)

    Haklarımız ve hürriyetlerimizi kullanabiliyor muyuz?

    ESKİDEN 1950’li, 60’lı, 70’li, 80’li yıllarda, hele şu meşhur 28 Şubat post-modern darbesinden sonra Müslüman yazarlar, düşünürler, eli kalem tutan hoca efendiler, dindar edipler öyle kolay kolay yazı yazamazlardı.

    Türk Ceza Kanununda 163’üncü madde vardı. Müslüman medyanın ve yazarların tepesinde Damokles kılıcı gibi sallanırdı.

    Ülkemizin büyük âlimlerinden Bulgaristan’ın Şumnu Nüvvab Medresesi ve bilahare Ezher Üniversitesi mezunu merhum Ahmed Davutoğlu Hoca, dini fikir ve yazılarından dolayı ağır cezada yargılanmış ve Konya’da hapishaneye tıkılmıştı.

    Rahmetli Üstad Necip Fazıl sayısız defa yargılanmış, tutuklanmış, hapse mahkûm edilmiş, zindanlara konulmuştur.

    Çok şükür 163’üncü maddeden kurtulduk. Buna vesile olan Turgut Özal’ı rahmetle anıyoruz.

    163’üncü madde kaldırılınca Ceza Kanunundaki başka maddelerden medet umdular, Müslüman hocalara, yazarlara, düşünürlere göz açtırmadılar.

    Hamdolsun, artık günümüzde dindar yazarlar ve hocalar üzerinde ağır baskılar yok.

    Sadece Mustafa Kemal Paşa hakkında tarihî araştırma yapmak hala netamelidir. Bendeniz tarihe intikal etmiş şahsiyetlere âdice saldırmayı, hakaret etmeyi asla uygun bulmam lakin Atatürk’ü Koruma Kanunu antidemokratik ve hukuka uymayan, özel ve istisnaî bir kanundur. Edep ve terbiye dâhilinde, sahih ve sağlam bilgi ve belgelere dayanarak yapılan araştırmaları da icabında suç sayıp cezalandırmaktadır.

    Ne acayip bir memleketteyiz! Bir densiz Peygamberimize (Salât ve selam olsun ona) dil uzatsa onun hatırasını koruyan özel bir kanun yok ama Paşa için böyle bir kanun var. Bu, adalet ve eşitlik ilkesine aykırı değil midir?

    Müslüman kesim bugünkü demokrasiden, insan haklarından, fikir ve medya hürriyetinden gereği gibi yararlanabiliyor mu? Bence yararlanamıyor.

    Dünya globalleşti, küçüldü. Sadece Almanya’da 1,5 milyon Türk yaşıyor. Biz Müslümanlar pekâlâ oralarda ilmî araştırma enstitüleri, akademiler kurarak yakın tarihimizi inceleyebiliriz.

    Türkiye’de dinî kitap çıkartmak yasak değil. Müslümanlar son 30–40 yıl içinde bazısı 15 cilt olmak üzere on binlerce çeşit din kitabı çıkarttılar. Lakin Türkiye Müslümanlarının Almanya’daki Bertelsmann gibi bir yayınevleri yok. Türkiye Müslümanları Yahova Şahitleri gibi çalışamıyor. Türkiye Müslümanlarının Hıristiyanlar gibi bedava dağıtılan yayınları yok.

    Sadece demokrasi, hürriyet, insan hakları olması yetmiyor. Bunlar iğtinam edilmesi, değerlendirilmesi, kullanılması gereken şeylerdir. Bu hak ve hürriyetlerden yararlanabilmek için çok medenî, çok kültürlü, çok ahlâklı ve karakterli, mürüvvet ve fütüvvet sahibi, çok disiplinli, ufukları çok geniş Müslüman elemanlar ve o elemanlardan oluşan Müslüman kadrolar bulunması gerekir.

    Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları / (78)

    VAKTİNİ DEĞERLENDİRMEK

    Galata ve Unkapanı Köprülerinden geçerken, sağda ve solda boydan boya yüzlerce vatandaşın balık tuttuğunu görüyorum. Yazın sıcağında, kışın soğuğunda, sabahın köründe, gecenin geç vakitlerinde, bazen terleyerek, bazen soğuktan titreyerek çılgınlar gibi balık tutuyorlar. Hem onlara acıyorum, hem balıklara… Satmak, yemek, geçinmek için tutsalar bir şey demeyeceğim. Zevk için tutuyorlar.

    Okuyucularımın çoğu bilir, tasavvufta ve tarikatta oltayla balık tutmak hoş görülmemiştir. Çünkü oltanın ucuna takılan solucanla balık aldatılır, bir de olta hayvancağıza büyük acı çektirir.

    İstanbul’un tarihî Tophane semtinde Nusretiye Camiinin yanında sıra sıra nargileciler var. Orada da nargile meraklıları fokur fokur nargile içerler. Zamanın o mekânlarda değeri yoktur. Dört saat akar gider, haberleri bile olmaz.

    Dünyada nüfusuna nispetle en fazla kahvehane olan ülke Türkiye imiş. Milyonla vatandaş oralarda vakit geçirirler veya vakit öldürürler.

    Başka vilayetleri bilmem, devletimiz İstanbul civarındaki köylere iki katlı beton köy konakları yaptırdı. Alt katları kahvehane şeklinde, akşam olunca erkekler oralarda toplanırlar, çaylar içilir, televizyon seyredilir.

    İnsanın ömrü nedir? Yaşadığı vakitten ibarettir. Herkesin bir doğum tarihi vardır, bir de ölüm tarihi. Bu ikisinin arasındaki zaman, işte ömür…

    Dünyadaki bazı halklar çalışmayı çok severler. Gitmedim ama duyduğuma göre, Tayvan adasında (Milliyetçi Çin) evler birer atölye gibiymiş.

    Bizde de eskiden bilhassa kırsal kesim evlerinde dokuma tezgâhları vardı, kadınlar kızlar elle kumaş dokurlardı.

    Dostlarımdan merhum uçak pilotu Zihni Hızal Bey (bir uçak kazasında hayatını kaybetti) evinde güzel ciltler yapardı.

    Şehirlerde eski hanımlar yün örerler, iğne oyası yaparlar, daha başka el sanatlarıyla meşgul olurlardı.

    Nice ev hanımı, elle veya dikiş makinesiyle dikiş dikerdi.

    Kırk pare veya yamalı bohça denilen bir sanatımız vardır (Kültür Bakanlığı bu konuda çok güzel bir kitap yayınladı), hanımlar dikişten artan kumaş parçalarını atmazlar, bunları kesip birbirine ekleyerek seccadeler, bohçalar, örtüler yaparlardı.

    Bir yerde okumuştum, eskiden Erzurum’da bir köyde, kadınlar tornasız, sırf elle şekillendirerek çömlek yaparlarmış. Bunların zamanımıza kalan örnekleri şimdi antikacılarda satılıyor.

    Bir evde elbette demirci atölyesi kurulamaz ama bir köşesinde veya odasında pekâlâ yüzlerce geleneksel sanat veya zanaatımızdan biri icra edilebilir. Üretilen sanat eserleri satılır, ya aile bütçesine eklenir yahut hayra hasenata sarf edilir.

    Evlerde hat yazılır, ebru ve tezhip yapılabilir hatta elektrikli bir fırınla çinicilik, seramik ve porselen işleri yapılabilir.

    Üzeri boyalı yaldızlı Edirnekârî eserler üretilebilir. Bunların fazla bir gürültüsü de olmaz.

    Bilgisayarlı bir dikiş ve nakış makinesiyle ortaya harika eserler çıkarılabilir.

    Bende Fransızca bir kitap var, konusu, evin bir köşesinde süs mumları yapmak. Küçük cam kaplar alıyorsunuz, içine renkli mum maddesini kaynatıp döküyorsunuz, ortasında bir fitil. Donunca göze hoş görünen bir mum oluyor. Bazısına, yakıldığı vakit etrafına güzel kokular saçacak esanslar da konuyor.

    Batı ülkelerinde, insanların boş zamanlarını değerlendirmek maksadıyla hobi olarak yapacakları yüzlerce çeşit sanat ve zanaatı anlatan kitaplar yayınlanmıştır.

    Bizim toplumumuz böyle şeylerle pek uğraşmaz. Aklımız fikrimiz cep telefonundadır. Adamın veya kadının cep telefonu yarım saattir hiç çalmıyor. Zavallıyı bir hüzün basar, niçin aranmıyorum?

    Çalışkan, mazbut vatandaşlarımı tenzih ederim ama toplumumuzda asalaklık yaygın hale geldi.

    Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları / (79)

    Namazı ve cemaati terk eden bir İslâm toplumu iflah olmaz.

    Bundan 40, 50 yıl önce bir Almanın yayınladığı kitapta okumuştum. Cezayir’de bir şehirden diğerine otobüsle gidiyormuş, otobüste gayrimüslim olarak bir kendisi, bir de arkadaşı varmış. Birden otobüs bir yerde mola vermiş, bu iki turist dışında herkes inmiş, yolcuların bir kısmı acele abdest almışlar, sonra seccadelerini serip topluca namaz kılmışlar… Kitap yazarı, bu hadise bizi çok etkiledi, iki Avrupalı olarak, Müslümanların bu ibadeti karşısında aşağılık duygusuna kapıldık, meâlinde satırlar yazmıştı.

    İslâm âleminin birçok ülkesinde namaza çok önem verilir. Birkaç yıl önce Sudan’ın başşehri Hartum’a gitmiştim. Çarşılarda, pazarlarda dükkânların açık olduğu saatlerde yani öğle, ikindi ve akşam vakitlerinde ezan okunduğu zaman, hemen abdest alınıyor, müsait yerlere hasırlar seriliyor ve halk cemaatle namaz kılıyordu.

    Suudi Arabistan’da beş vakit namazın kılınması mecburidir. Erkekler, hastalık gibi şer’î bir mazeretleri yoksa cemaate katılmakla yükümlüdür. Öyle evinde, dükkânında, bürosunda tek başına kılmaya müsamaha göstermezler.

    Abdurrahman Dilipak

    dostumuz anlatmıştı: Afrika’nın fakir ülkelerinden Nijer’e gitmiş, orada da herkes namaz kılıyormuş.

    Bizde de eskiden böyleymiş. Kışlalarda, askerî birliklerde, okullarda beş vakit namaz cemaatle kılınırmış. Kaç kere yazdım, tekrar edeyim, ülkemizin en parlak lisesi olan Galatasaray Sultanîsinde günlük namazlar, okul camiinde, okul imamının ardında cemaatle kılınırmış. İhtiyarî değil mecburi imiş.

    Bugün Türkiye’de, İslâm’ın birinci amelî emri olan beş vakit namaz konusunda korkunç bir ihmal, tehevvün, gaflet ve hıyanet görülmektedir.

    İmam Hatip mekteplerinde bile öğrencilerin hepsi namaz kılmıyor.

    Türkiye’nin tümünde namaz kılanların nispetinin yüzde 10 olduğu söyleniyor. Bunların kaçta kaçı cemaate gidiyor acaba?

    Son 40 yıl içinde zuhur eden İslâmcılık cereyanı namaza ve cemaate önem vermiyor.

    Camilere gidiniz, oralarda takım elbiseli, şık gömlekli ve kravatlı, iyi beslendikleri için yüz derileri gergin, enseleri kalın, cüzdanları şişkin, hayatlarından memnun İslâmcıları göremezsiniz.

    Aktivist İslâmcılar, cihat yaparak kurtulacağımızı ve hürleşeceğimizi söylüyorlar. Cihat dinimizde ve şeraitimizde elbette vardır, lakin birinci madde değildir. Dinimizde birinci amelî yani eylemle ilgili emir, namazdır.

    Bir Müslüman topluluk veya halk beş vakit namazı büyük ölçüde terk ederse, onlar kendi beyinsizliklerinin cezası olarak zillete, esarete, sürünmeye, ezilmeye mahkûm olurlar.

    Resulullah Efendimiz (salât ve selam olsun ona),
    “Münafıklara en ağır gelen şey, sabah ve yatsı namazlarıdır. Onlar bu ikisindeki hayrı bilseler, sürünerek bile olsa giderler, kılarlar” buyurmaktadır.

    Farz namazlarını cemaatle kılmak

    kadınlar için mecburî değildir

    . Üç mezhepte cemaat farzdır,

    Hanefî fıkhında sabah namazının sünneti müekkedesinden daha kuvvetli, vacibe yakın

    (şer’î özürsüz terki caiz olmayan)

    bir emirdir.

    Ülkemizde kaç tane kaldıysa bütün icazetli gerçek ulemanın, icazetli fukahanın, gerçek müftülerin, şeyh efendilerin, eli kalem tutan, ağzı söz yapan, ziyalı (aydın) Müslümanların

    halkı namaza ve cemaate çağırmaları

    gerekir. Bunun içinde,

    camii mihraplarına namaz kılma memurları değil; yüksek kültürlü, yüksek ahlâk ve fazilete sahip, ilim ve irfan sahibi gerçek imamlar geçirilmesi lazımdır.

    Bu saydığım şartlara sahip imam efendilere hürmetlerimi sunar, ellerinden öper, dualarını beklerim.

    Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları / (80)

    BİZDE DİN EĞİTİMİ

    SON devrin icazetli hocalarından merhum Celaleddin Ökten (Celal Hoca) 1950’lerin sonuna doğru özel bir lise açmak istemişti. Bu lisede yabancı dil olarak İngilizce ve Arapça okutulacaktı. O tarihlerde Osmanlı devrinden kalan değerli üstadlar, muallimler vardı. Bu zevat o özel lisede, hem millî hem de çağdaş kültüre sahip değerli gençler yetiştireceklerdi.

    Milli Eğitim Bakanlığı böyle bir okula izin vermedi. Hoca Efendi, Danıştay’a (o zamanki ismiyle Şura-yı Devlet) müracaat etti, duruşmasına dinleyici olarak katılmıştım, o makam da reddetti, Hoca’nın projesi suya düştü.

    Demokrat Parti 1950’de iktidar olunca İstanbul’da Vefa semtinde ilk İmam-Hatip mektebi faaliyete geçti. Hatırlıyorum, ahşap bir binaydı, dört beş çocuk merdivenlerden paldır küldür indiklerinde binanın tamamı sallanırdı. İmkânlar azdı ama çok ehliyetli, liyakatli hoca efendiler ve üstadlar ders verirlerdi.

    Demokrat Parti iktidarı, halkın yeni İmam-Hatip liseleri açma taleplerine olumlu cevap vermekte direnmiştir. Buna rağmen, hem o devirde, hem de 28 Şubata kadar olan zaman dilimi içinde ülke sathında beş yüzden fazla İmam-Hatip okulu açılmıştır. Konya İmam-Hatip okulunda bir ara yekûn olarak 12 bin talebenin okuduğunu duymuştum.

    Her kaza, her nahiye, hatta bazı büyük köyler bile İmam-Hatip mektebi açılmasını istiyorlardı. Kemalist ve laik rejim izin verseydi, 5 bin İmam-Hatip okulu açılabilirdi.

    Halk elbette iyi niyetliydi, lakin kültürü yeterli değildi. İmam-Hatip mektebi denilince, birkaç katlı beton bir bina, yatakhaneler, dershaneler, karatahtalar, sıralar, mutfaklar, banyolar… Bunları düşünüyorlardı.

    İlk İmam-Hatip mektebinde öğretmenlik yapan eski icazetli ulema ve fukaha, Osmanlı eğitimiyle yetişmiş üstadlar öldükten sonra yerleri doldurulamadı.

    Kemmiyet yani okul sayısı çoğaldı, ama keyfiyet geriledi.

    Türkiye’deki İmam-Hatip mekteplerine, Bulgaristan Krallığındaki Şumnu Nüvvab Medresesinin model ve örnek olarak alınması gerekirdi. Rejim buna izin vermedi.

    İmam-Hatip okullarımız 28 Şubatta darbe yediler ama yıkılmadılar.

    Bendeniz entegrist bir Ehl-i Sünnet Müslümanıyım. Binaenaleyh İmam-Hatip gibi, bir din okulu olma iddiasında bulunan bir müessesedeki bütün talebelerin sahih itikat sahibi olmalarını ve beş vakit namaz kılmalarını isterim.

    Bu isteğim, bir ütopya, bir hayal gibi görülmesin. Çünkü 1908’e kadar Galatasaray Sultanisinde bile bütün Müslüman talebeler cemaatle namaz kılmaya mecburdular.

    Müslümanların İmam-Hatip mekteplerini, eski Osmanlı medreselerine, Osmanlı İdadî ve Sultanîlerine benzetmeleri gerekir. Bu okullarda çok sağlam din kültürü verilirdi. Başta itikat, sonra fıkıh, usul-i fıkıh, usul-i hadis, usul-i tefsir…

    Eskiden İmam-Hatipler 7 seneydi. 28 Şubattan sonra darbelemek maksadıyla kuşa çevirdiler.

    İmam-Hatip mekteplerinde Arapça, Osmanlıca (bugünkü arı, duru, sade, öz Türkçe değil), İngilizce mükemmel şekilde öğretilmelidir.

    Bazı İmam-Hatip okulları, dinî eğitim verilmek şartıyla güzel sanatlar, geleneksel sanatlar liselerine dönüştürülmelidir.

    Bugünkü eğitim sistemimizde ve okullarımızda ne bitirme imtihanları, ne de bakalorya imtihanları var. Mümkün olsa da, İmam-Hatip okullarına sıkı bir imtihan sistemi getirilebilse.

    Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları / (81)

    DİN NASIL ÖĞRENİLİR?

    KİTAPÇILARA gidersin, kendi kafana göre, isimlerine ve kapaklarına bakarak birkaç dinî kitap seçer satın alırsın. Sonra bunları okur veya okumazsın; böylece zaman zaman dinî kitaplar satın alarak seneler geçer ve sen kendini din kültürüne sahip bir Müslüman sanırsın…

    Ne büyük gaflet!…

    Bir kimse Kelime-i Şehadet’i diliyle söyleyerek, kalbiyle tasdik ederek Müslüman olur ama din ilmi, din kültürü, İslâm irfanı rehberlikle, üstadla, ehliyetli muallimle öğrenilen bir şeydir.

    Ehliyetli hocalar, âlimler, üstadlar neler öğretirler:

    1. Akaid, yani inançla ilgili bilgileri öğretirler. Bu konuda Ehl-i Sünnet ulema ve fukahasının yazmış olduğu güvenilir, muteber eserler vardır.

    2. Kısa veya mufassal ilmihal kitapları okutulur.

    3. Bir Müslümana yetecek kadar muamelat yani dinimizin dünya işlerine ait hükümleri.

    4. (Çok önemli…) İslâm ahlâkını öğretirler. Ahlâk, iyi ve kötüyü bildiren ilimdir. Onun kaynağı da, Kuran’dır, Sünnettir, Şeriattır.

    5. Olgun bir Müslüman yüksek karaktere sahiptir. Bunu anlatan kitaplar vardır. Onların ehliyetli bir hoca tarafından okutulup öğretilmesi gerekir.

    6. İslâmiyet kuru ve nazarî bilgiden ibaret değildir. Dinimiz bir yaşam biçimidir, bir hayat tecrübesidir. Bu da, hakiki tasavvuf dergâhlarında, hakiki şeyhler veya kâmil mürşitler tarafından öğretilir. İslâm ahlâkına dair bir kitabı alıp okuyacaksın ve sonra yüksek ahlâklı bir Müslüman oluvereceksin… O kadar kolay değildir bu iş.

    7. İslâm dininde din ve dünya, ruhani ve dünyevi ayırımı yoktur. Binaenaleyh dünya işlerine ait İslâmî bilgilerin, kültürün, birikimin ehliyetli ve kâmil üstadlar tarafından istidatlı Müslümanlara öğretilmesi gerekir.

    Hiçbir genç, evinde kendi kafasına göre tıp kitapları okuyarak doktor olamaz. Belki yalan yanlış biraz tıbbî malumat edinir ama bu onun tabipler odasından doktorluk ruhsatı almasına yetmez.

    Yine hiç kimse evinde hukuk kitapları okuyarak hukukçu, mühendislik kitabı okuyarak mühendis olamaz. Mutlaka bu ilimleri ve fenleri okutan kurumlara öğrenci sıfatıyla kayıt olması, çeşitli üstadlardan ders dinlemesi, zaman zaman imtihan vermesi, başarılı olursa diploma alması gerekir.

    Eskiden memleketimizde İslâm medreseleri vardı, bütün okullarda din ve Kuran dersleri okutuluyordu. Hattâ, son zamanların büyük ulemasından Hacı Mehmet Zihni Efendi sarığıyla, cübbesiyle Galatasaray Lisesi’nde ders veriyordu.

    Bütün bunlar bitti, medreseler, tekkeler, İslâmî eğitim tarihe karıştı; Müslümanlar kapakları yaldızlı, isimleri cazip din kitapları okuyarak olgunlaşacaklar… Bu bir hayalden ibarettir.

    Dinî konularda ve kültürde tekâmül etmek (olgunlaşmak), yükselmek, medenî Müslümanlar olmak istiyorsak mutlaka planlı ve programlı bir eğitim görmemiz gerekir.

    Ümmetin aqîl ve fazıl kişileri, bu eğitimin plan ve programını yapıp çare ve imkânlarını bulup Müslüman halkı ve bilhassa gençliği olgunlaştırmakla yükümlüdür.

    Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları / (82)

    MAL MI, YUVA MI?

    MÜSLÜMAN içinde oturduğu, damının altında barındığı eve mal gözüyle bakmaz, yuva gözüyle bakar. Bir İslâm ülkesinde evler yuva olmaktan çıkıp mal haline gelirse, orada büyük bir yabancılaşma, bozulma ve yozlaşma olmuş demektir.

    İslâm dini ve ahlâkı, Müslümanların çok katlı, sefertası gibi üst üste yapılmış apartmanlarda oturmalarını hoş görmez.

    İslâm’ın kendisine özel bina, mesken, şehircilik anlayışı ve zihniyeti vardır.

    Bir Müslüman, İslâm’a uygun, İslâm medeniyetine muvafık bir meskende ikamet eder.

    Bülbülün yuvası, serçenin yuvasına benzemez. Bülbülü serçe yuvasına yerleştirirseniz, tabiata aykırı anormal bir iş yapmış olursunuz.

    Müslümanlar evlere bir tür kutsallık atfeder.

    Müslüman bir karı koca satın almak için daire bakıyorlar. Bir yeri gezerken kadın kocasına soruyor: “Sattığımızda daha fazla para eder mi acaba?” İşte bu zihniyet bir felakettir.

    Evler elbette satılır, sahip değiştirir, lakin zaruret ve mecburiyet olduğu zaman.

    Herkes anlamaz, mekânların, eşyanın, elbiselerin, yorganların bile bir ruhu vardır. Gözle görülmediği, koklanmadığı, elle tutulmadığı için herkes farkında olmaz.

    Çocukluğumda anlatmışlardı, bir ailenin oturduğu eski ahşap evin döşeme tahtaları, sık sık yıkandığı için eskimiş, çürümüş, evin beyi ustalarla anlaşmış, yeni tahta almış, gelip eski tahtaları sökecekler, yenilerini koyacaklar… Evin yaşlı hanımları ağlaşmışlar… “Ne ağlıyorsunuz, ev daha sağlam daha güzel olacak…” Kadınlar, “yaa öyle mi?” demişler, bu tahtaların üzerinde ailemizin nice fertleri namaz kıldı, bu tahtalar üzerinde Kuran okundu, tespih çekildi, bu tahtalar düğünlere ve matemlere şahit oldu. Onlara bizden bir şeyler sindi ve sızdı, şimdi nasıl onları hoyratça kopartıp atacaksınız? Bu anlattıklarımı, evlerini mal olarak görenler anlarlar, idrak ederler mi acaba?

    Artık Amerika ve Avrupa’nın medenî ülkelerinde, bizde olduğu gibi yüksek katlı, ruhsuz, zindanî, kasvetli sefertası gibi üst üste meskenler yapılmıyor; ailelere mahsus bahçeli evler yapılıyor.

    Medenî ülkelerde güneşte pişmiş toprak kerpiçlerden yahut samandan (evet samandan) evler yapılıyor.

    Apartmanlar, Müslüman için birer zindan, sıkıntı yeridir.

    Müstakil evler, hürriyet demektir.

    Türkiye’nin toprağı bol, yüzölçümü geniş, niçin bahçeli, bağımsız evlerde oturmuyoruz? 5 Şubat 2011 − Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları / (83)

    MUSHAF’A SAYGI

    Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın Kelamı ve Kitabıdır. İçinde Kur’ân-ı Kerîm’in metninin tamamı bulunan

    Mushaf-ı şerifler mukaddestir.

    Atalarımız eski Osmanlılar, Mushaf satın alacakları zaman kaba ve edepsiz bir şekilde “fiyatı kaç kuruş?” diye sormazlar, edeben “hediyesi kaç kuruş?” diye sorarlarmış.

    Ülkemize matbaa geldikten sonra ulema ve fukaha bu makinelerle Kur’ân-ı Kerîm basılırken saygısızlık olabilir diye çok düşünmüşler, çok tereddütte kalmışlardır.

    Matbaadan önce Mushafları

    hattatlar elle yazıyormuş

    . Zamanımızda matbaalar büyük sayıda Kur’ân-ı Kerîm’i kısa zamanda basıyor. Ülkemizde, şu anda yüzlerce yayınevi Mukaddes Kitabımızı basıp ciltleyip satmaktadır.

    Her işte olduğu gibi Kur’ân basım ve yayınında da niyet önemlidir. Sırf para hırsıyla, zengin olmak, köşeyi dönmek, ticaret yapmak maksadıyla Mushaf basmak Müslümana yakışmaz.

    Ticaret müesseseleri, şirketler ticarî kurumlar olduğu için faaliyet ve hizmetlerinden, fıkhın, Şeriatın, İslâm ahlâkının izin, ruhsat ve cevaz verdiği miktarda kazanç elde edebilirler. Kur’ân-ı Kerîm’e hizmet eden müesseseler de, bir miktar kazanç elde edebilirler ama asıl ana niyetin İslâm’a, Kur’ân’a, mukaddesata hizmet olması gerekir.

    Matbaalarda kitap basılırken mürekkebi çok koyu yahut çok silik, ayarsız, bozuk formalar olur

    . Rasgele kitaplarda bunlar hurdaya atılır.

    Kur’ân-ı Kerîm baskısında veya

    içinde âyet, hadis, kutsal sözler ve bilgiler olan kitaplarda

    böyle prova baskıları yere atılmamalı, buruşturulmamalı, herhangi bir saygısızlık yapılmamalıdır. Bunlar gerçek ve takvalı müftülerden alınmış fetvalar doğrultusunda (saygısızlık yapılmadan) imha edilir.

    Mushaf’ın

    abdestsiz olarak tutulmayacağına

    dair âyet vardır.

    Baskı, ciltleme, nakliye esnasında dinimizin bu kuralına da riayet edilmelidir.

    Türkiye’deki sekülerleşme, dinden uzaklaşma, bozulma sebebiyle Kur’ân-ı Kerîm’e olan dikkat, saygı ve hassasiyet azalmıştır.

    Dindar vatandaş kitapçıya gidiyor, “Büyük boy bir Kur’ân almak istiyorum. Fiyatı kaç lira?” diye kabaca soruyor. Benim çocukluğumda: “Büyük boy bir Mushaf-ı Şerif edinmek istiyorum. Hediyesi ne kadar?” diye sorulurdu. Bu devirde de, böyle saygılı bir lisanla Kur’ân-ı Kerîm alanlar varsa ne mutlu onlara.

    Para kazanacağız diye, gayrimüslim turistlere lüks ve tezhipli Mushaflar satmakta da büyük sakıncalar vardır.

    Onlar bunları evlerine süs olarak koyarlar ve gereken saygıyı göstermeyebilirler.

    Keşke şu

    72 milyonluk oldukça büyük Türkiye Müslümanlarından kültürlü, ahlâklı, faziletli, medeniyetli, kitap sanatından anlayan bir grup

    , “KUR’ÂN-I KERÎM VAKFI” kursalar ve herhangi bir ticaret maksadı olmaksızın

    her çeşit Mushaf, cüz, diğer dinî yayınlar

    yapsalar.

    Kur’ân, biz Müslümanlar için düstur ve imamdır… Aynı zamanda şifadır… Bir evde Kur’ân bulunması berekettir. Okunmazsa garip kalır…

    Kur’ân-ı Kerîm’i okuyamayanlar, dinlemelidir.

    Zaten Kur’ân okumak sünnet, okunan Kur’ân’ı dinlemek farzdır.

    En önemlisi de, Kur’ân’ın içindeki bilgileri öğrenip onlarla amel etmek, onları hayata uygulamaktadır.

    9 Şubat 2011 − Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları / (84)

    Biz Nasıl Müslümanlarız?

    MÜSLÜMAN toplumlar ikiye ayrılır: (1) İyi ve güzel Müslüman toplumlar. (2) Kötü ve çirkin Müslüman toplumlar…

    Müslüman bir toplumda

    adalet, insaf, güvenlik, ilim, irfan, bilgelik, ahlâk, fazilet, iffet

    ve

    haya

    ,

    birlik

    ve

    beraberlik

    , yardımlaşma,

    emr-i maruf ve nehy-i münker

    varsa, o toplumun

    akaidi sağlam ve sahihse

    ,

    beş vakit namazı kılıyorsa

    , Kur’ân’ın yap dediklerini yapıyor, yapma dediklerini yapmıyorsa o toplum iyi ve güzel bir İslâm toplumudur.

    Toplumu oluşturan insanların dini İslâm ama onu iyi bilmiyorlar, iyi yorumlamıyorlar, hayata uygulamıyorlar; İslâm’ın emirlerini, farzları yapmıyorlar, yasakları ve haramları işliyorlar, aralarında kardeşlik ve birlik yok, haram yeme yaygın, dil afetleri yoğun, beş vakit namazı halkın ancak 10’da biri kılıyor, doğru dürüst zekat verilmiyor, fitne ve fesat ayyuka çıkmış, ümmet şuuru yok, cemaat ve fırka asabiyeti son haddinde…

    Fakir Müslümanlar sürünürken

    bazı zenginler beş yıldızlı fısk u fücur mekânlarında

    şahane iftar ziyafetleri veriyor; lüks, israf ve sefahat dorukta… İşte böyle bir Müslüman toplum kötü, çirkin bir Müslüman toplumdur.

    İslâm’ın toplumlarla ilgili kurallarından ikisi şudur:

    1.

    İyi, salih, güzel bir İslâm toplum kendini bozmadıkça Allah onu bozmaz.

    2.

    Kötü, çirkin, günahkâr bir toplum
    kendisini ıslah için sa’y ü gayret göstermez

    , bütün gücüyle cehd sarfetmezse o da kurtulamaz.

    Allah insanlara cüz’i irade vermiştir, İyiliği, salahı isteyen iyi ve salih olur, kötülüğü isteyen kötü olur.

    Biz Müslümanız o halde iyiyiz… Mesele bu kadar basit değildir.

    Müslüman isen Kur’ân’a, Sünnete, Şeriata göre yaşayacaksın.

    Lafla kuru kuruya ben Müslümanım de ve emirleri yerine getirme, yasaklardan da uzak durma. Bu ne biçim Müslümanlıktır?

    Müslümansan tashih-i itikada önem vereceksin

    ,

    inanç ile ilgili bid’atlerden
    uzak duracaksın.

    Müslümansan

    başta beş vakit namaz olmak üzere

    ibadetleri büyük bir hassasiyet ve titizlikle eda edeceksin.

    Müslümansan zekâtı Kur’ân’a, Sünnete ve Şeriata uygun olarak vereceksin.

    Müslümansan, hakkın olmadığı halde

    halkın zekâtlarına göz dikmeyecek

    , onları bin türlü hile ile gasb etmeyeceksin.

    Müslümansan bütün mü’minleri seveceksin, onlara kardeş muamelesi yapacaksın,

    yardımlaşma ve paylaşma ahlâkına

    sahip olacaksın.

    Müslümansan sana

    yetecek miktarda ilmihal

    öğreneceksin.

    Müslümansan İslâm ahlâkı ile mütehalli (ziynetli) olacaksın.

    Müslümansan, Allaha, Resûlüne ve

    bizden olan ülü’l-emre biat ve itaat

    edeceksin.

    Müslümansan kâfirleri taklit etmeyecek, onlara benzemeye çalışmayacaksın.

    Müslümansan israftan, lüksten, gurur ve kibirden, enaniyetten, her türlü fitne ve fesattan uzak duracaksın.

    Soruyorum: Bizler nasıl Müslümanlarız? İyi Müslümanlar mı, kötü Müslümanlar mıyız?

    16 Şubat 2011 − Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları / (85)

    Toplumsal Ahlâk Çöküyor

    Ülkemizdeki toplumsal ahlâk her geçen gün geriliyor.

    Birkaç örnek vermek istiyorum:

    (1) Otoyolda uçar gibi yol alan lüks bir otomobilin penceresi açılıyor ve herifin biri burnunu sildiği kağıt mendili dışarı atıyor…

    (2) Güneşli havada iki kişi parktaki bir sıraya oturmuşlar, hem çekirdek yiyorlar, hem zevzeklik ediyorlar. Çekirdeklerin kabuklarını yere atıyorlar…

    (3) Kalabalık tramvaydaki genç bir hanım yanındaki iki kişiyle gülüşerek konuşuyor, bir ara genç hanım çıngıraklı ve zilli bir kahkaha kopartıyor, herkes başını çevirip ona bakıyor. Kadın memnun…

    Eskiden böyle bir şeyi fahişeler yapmazdı…

    (4) Gece yarısına doğru dar bir sokaktaki apartmanın üst katındaki bir pencere açılıyor, karının biri bir sağa bir sola bakıyor ve sonra kocaman bir çöp poşetini pat diye sokağa atıyor. Poşet gürültüyle yere düşüyor, başına aç kediler üşüşüyor…

    (5) Annesi dört yaşındaki küçük çocuğun elinden tutmuş, kaldırımda yürütüyor. Çocuk, arabaların vızır vızır geçtiği tarafta… Sokakta böyle çocuk yürütülür mü?

    (6) Herifin 100 bin liralık otomobili var, beş liralık otopark parasını vermemek için yaya kaldırıma park etmiş, halk geçemiyor….

    (7) Piknik yapıyorlar, akşam eve dönerken ortalığı çöplük gibi bırakıyorlar. Pet şişeler, naylon poşetler, yemek artıkları, hatta mangalın ateşli külünü bile yere döküyorlar…

    (8) Cenazeye gelmişler, tabut musalla taşında bekliyor. Bazıları kahkahayla gülüp şakalaşıyor. Bu kadar görgüsüzlük olmaz ki….

    (9) Gençler liseden çıkmışlar, gömleğin üst iki düğmesini çözülmüş, kravat yular gibi sallanıyor, gömleğin etekleri pantolonun dışında, bir laubalilik, bir apaşlık ki sormayın.

    Liseli gençlerin her birinin birer küçük beyefendi olması gerekmez mi?

    Maalesef bizim

    gayr-i millî ideolojik eğitim sistemimiz

    okullarda ne doğru dürüst bilgi ve kültür verebiliyor, ne de ahlâk ve karakter terbiyesi.

    Bana inanmıyorsanız öğretmenlere sorunuz; çocukların, genç nesillerin durumu nasıldır diye… Ben soruyorum ve hiç iç açıcı cevaplar almıyorum.

    Sayısı az bazı mazbut âilelerin çocukları terbiyeli imiş, ötekiler dökülüyormuş.

    Çok yakın bir zamanda, küçük bir çocuğu olan evli genç bir medyacı hanım

    ,

    o gün tanıştığı bekar bir erkeğin evine geceleyin tek başına sarhoş olarak gitti

    ve evden cenazesi çıktı.

    Çağdaş, ilerici, liberal bir kesim bu kadını azize ilân etti,

    ölümü dolayısıyla yoğun yas tuttu. “A kadın, ilk defa tanıştığın bekar bir erkeğin evine geceleyin niçin gittin?”

    diye soran bir yazara

    yapmadıkları hakareti bırakmadılar.

    Feci şekilde ölen kadının kocası, birkaç gün sonra üzüntüsünü dağıtmak için bara gitti, eğlendi!…

    Halkın bir kısmında adalet ve insaf kalmadı…. İnsanlık, komşuluk, vatandaşlık hukuku ayaklar altına alınıyor.

    Bu memlekette namuslu, doğru, dürüst, erdemli, ahlâklı, iffetli, hayalı insanlar yok mu?

    Elbette var ama

    onlar ötekiler kadar cesur, gözükara ve etkili değil.

    20 Şubat 2011 − Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları / (86)

    Örnek Muallim Merhum Mahir İz

    Merhum üstad

    Mahir İz

    hocayla 1952’de tanışmış, ülkemi terk etmek zorunda kaldığım 1969’a kadar gerek yüz yüze, gerekse mektuplaşarak kendisiyle irtibatım olmuştur. Mahir bey bir öğretmendi. Ama nasıl bir öğretmendi? Onun bazı hususiyetlerini, menkabelerini anlatmama müsaade buyurunuz:

    (1) Babası Medine-i Münevvere’de ve Ankara’da kadılık yapmış ulemadan bir zattır.

    (2) Dayısı Şeyhülİslâm olmuş alim ve fakih bir zattır.

    (3) Hem baba, hem anne tarafından Seyyid’miş ama bunu çevresine hiç söylememiştir. Yıllar sonra duyduk.

    (4) Öğretmenlik maaşıyla geçinirdi. Her ay, maaşını alınca peşinen 40’ta birini zekat olarak verirdi.

    (5) Resmi ideoloji ve vesayet rejiminin

    Tevhid-i Tedrisat eğitimine rağmen

    Tevhidî eğitim vermiş, çok insan yetiştirmiştir.

    (6) İstanbul yüksek şehir kültürüne ve görgüsüne sahip bir kimseydi.

    (7) Çok iyi derecede Osmanlıca bilirdi.

    (8) Beş vakit namazını kılardı.

    (9) Asil, afif, nezih, muhlis, arif, halim, mütedeyyin bir Müslümandı.

    Keşke onun özellikleri ve menkabeleri küçük bir kitapçık haline getirilip yayınlansa, gençliğe okutulsa da

    Müslüman bir öğretmen nasıl olur

    öğrenseler.

    Türkiye Müslümanları en zeki, en kabiliyetli, en istidatlı, ruh asaletine sahip, mürüvvetli, şehir kültürlü çocuklarının yeterli miktarını eğitimci ve öğretmen olarak yetiştirmezse kurtulamaz.

    Öğretmenlikte çok para yok!…

    Bu küçük cümle
    bizim ruh sefaletimizi ortaya koymaya yetmez mi?

    Yakın tarihte Fransa’yı Fransa yapan kurumlardan biri, belki birincisi Paris’teki
    Ecole Normale Superieure
    ‘dür, yani Yüksek Öğretmen Okulu’dur.

    Bizde maalesef böyle okullar yok.

    Son 60 sene içinde zeki ve kabiliyetli çocuklarımız tıbba ve mühendisliğe yöneldiler.

    Neymiş tıp ve mühendislikte çok para varmış, bunlar gözde mesleklermiş, çok paralı işlermiş…

    Bir doktor veya bir mühendis, bir öğretmen kadar hizmet edebilir mi? Edemez ama biz öğretmenliği

    para ve prestij mülahazalarıyla

    hor gördük.

    1930’lu, 40’lı yıllarda bazı lise öğretmenleri üniversite üstadlarıyla boy ölçüşecek ilme, irfana, kültüre sahipti.

    Galatasaray lisesinin edebiyat hocalarını hatırlıyorum:

    Nihat Sami Banarlı, Orhan Şaik Gökyay…

    Daha önceki yıllarda

    Fuat Köprülü

    de adı geçen mektepte edebiyat öğretmenliği yapmıştır…

    Müslümanların eğitime,

    bilhassa liselere büyük önem vermesi gerekiyor.

    Vermezler ve gereğini yapmazlarsa zillet içinde sürünmeye devam edeceklerdir.

    “Efendim bizim cemaatin, bizim tarikatın,bizim vakfın okulları ve eğitimcileri var, onlar yeter…” diyenler yanılıyor.

    Bize

    yeterli sayıda Üstad Mahir İz gibi mektep hocaları

    lazımdır.

    25 Şubat 2011 − Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları / (87)

    Arap Ülkeleri İslâm ve Demokrasi

    TUNUS, Fas, Cezayir, Mısır, Libya, Yemen ve öteki Arap ülkeleri… Buralarda tam ve gerçek bir demokrasi olabilir mi? İngiltere’de, İsviçre’de, Norveç’te olduğu gibi… Hiç sanmıyorum… Arap ülkeleri İslâm ülkeleridir. Hepsinde demokratik İslâm rejimleri olmalıdır.

    Demokrasi bir din değildir, din gibi algılanmamalıdır. O, bir idare sistemidir. Demokrasi cevher değildir, arazdır, cevher İslâm’dır.

    Peki, İslâmi bir rejim nasıl olur?… Bunun çeşitleri vardır. İslâm ülkelerine adalet, huzur, güven, gerçek hürriyet (yalancı ve şeytani olanı da vardır), refah getirecek İslâmi yorumun ve idare sisteminin şartları vardır: 1’inci şart: İdareciler İslâm’ı doğru bir şekilde öğrenmiş olmalıdır. (2) Ömer ibn Abdilaziz, Nureddin Zengi, Salahaddin Eyyubi, Fatih Sultan Mehmed ve diğer adil sultanların ahlakına sahip olmalıdır. (3) Kendilerinde hubb-i riyaset (başkanlık ihtirası) bulunmamalıdır. (4) Hizmetleri esnasında mal ve servet edinmemelidir. (5) İdare ile ilgili bütün işleri ehil ve olgun üyelerden oluşan Şura Meclisi’ne danışarak görmelidir. (6) Ülke idaresinde bedevi kültür ve zihniyet geçerli olmamalıdır. (7) Medeni zihniyet ve kültüre sahip bulunmalıdır.

    Bir İslâm ülkesindeki sistemin, rejimin, düzenin, idarenin iyi olup olmadığının ölçü ve kıstasları şunlardır:

    (A)Dünyanın her yerinde zulme uğramış insanlar (hangi dinden olursa olsunlar) kapağı oraya atmak isterler.

    (B)Oraya ilk defa giden yabancılar, uçaktan inince değişikliği fark ederler: Her yerde huzur… Her işe doğruluk ve dürüstlük hakim… Herkesin işi gücü, aşı, geliri var… Açıkta hiçbir ahlaksızlık görülmüyor… Temiz yüzler, gülen gözler… Kavga gürültü niza yok; mahkemeler işsiz, hapishaneler ıssız… Herkes o ülkenin vatandaşı olmak, orada yaşamak istiyor…

    (C)İyi idare edilen bir ülkede, hak ölçüler dairesi içinde herkesin tenkit etmeye hakkı olmalıdır.

    (D)Eğitimi kötü, çarpık, sapık olan bir İslâm ülkesinde işler hiçbir zaman düzelmez.

    Medeniyetsiz ve ahlaksız İslâmi idare olmaz. Sistem ve rejim İslâmi ama zihniyet ve kültür bedevi… Böyle bir ortamda gerçek İslâm sergilenemez.

    Hulefa-i Raşidin devrinden sonra Kur’ana ve Sünnet’e en uygun İslâmi sistem, Osmanlının kuruluş ve yükseliş devrindeki İslâmi uygulamalıdır.

    İslâm ülkelerinde İngiliz veya İsviçre demokrasisine benzer rejimler kurulması bir hayalden, bir ütopyadan ibarettir.

    Arap ülkeleri bir İsviçre olamazlar ama şartlarını bir araya getirebilirlerse bir Endülüs olabilirler.

    28 Şubat 2011 − Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları / (88)

    Zulüm Rejimleri Kısa Zamanda Yıkılır mı?

    Bir ülkenin, bir halkın başına zalim, kötü, facir, fasık bir şahıs ve rejim gelince uzun müddet kalır.

    Böyle rejimlerin ve zalimlerin kısa bir zaman sonra tepetaklak olacakları sanılmamalıdır.

    Bu iddiamın doğru olduğunu anlamak için yakın ve uzak tarihi incelemek yeterlidir.

    Libya’da halim, selim, mütedeyyin, adil bir kral vardı.

    1969’da Türkiye’de tedavi ve istirahat için tatil yaparken
    bir darbe oldu, Kaddafi iktidara
    geçti.

    Geçiş o geçiş.

    Kırk iki sene sonra bir halk ihtilali başladı.

    Bakalım sonu ne olacak?

    İslâm ve Arap ülkelerinin çoğunun başına niçin zalim, despot, hain şahıslar ve rejimler geçmiştir? Birinci sebep:

    Müslüman halk bozulmuş, dinden uzaklaşmış, onlara ceza olarak zalim ve hain rejimler ve diktatörler verilmiştir.

    İkinci sebep:

    Yeryüzünde İslâmî ve adil rejimlerin kurulmasını istemeyen
    emperyalistler, Siyonistler, Haçlılar çeşitli entrikalar ve dolaplarla
    böyle zalim rejim ve şahısları başa geçirmişlerdir.

    Her iki halde de suç, sorumluluk, kabahat Müslümanlara aittir.

    Kötü rejimlerden ve zalim diktatörlerden kurtuluşun çareleri nelerdir?… Bunun tek çaresi, İslâm toplumunun kendisini ıslah etmesidir. Islah ne demektir?… İslâm’a, Kur’ân’a, Sünnet’e, Şeriata uymaktır. Ahlaksızlığı, azgınlığı, dinsizliği, nifak ve şikakı bırakmaktır.

    Diyelim ki, bıçak kemiğe dayandı ve

    zalim rejime karşı bir halk ayaklanması başladı.

    Bunun sonunda

    ülkeyle adil, insaflı, temiz bir rejim gelecek midir?

    Oradaki Müslüman toplum kendisini ıslah etmezse zalim rejimin yerine

    başka bir zalim rejim

    gelir.

    Müslümanların, fert olsun toplum olsun, Allah’la yapılmış bir ahd ü misakları vardır. Rab olarak O’nu, nebi olarak Muhammed aleyhissalatü vesselamı, din olarak İslâm’ı, Kitab olarak Kur’ân’ı, şeriat olarak İslâm Şeriatını kabul etmişlerdir. Bu konuda Allah’a verilmiş sözleri vardır.

    Bu misaka hıyanet ederlerse kurtulamazlar, iflah olmazlar, selamete kavuşmazlar; kötü bir rejim gider, yerine başka kötü bir rejim gelir.

    İslâm’ın temel şartlarından biri, bütün Müslümanların tek bir Ümmet olmalarıdır.

    Müslüman bir toplumda Ümmet şuuru kaybolur, tefrika başlar, hizip ve fırka asabiyetleri hakim olursa
    o toplum zillete ve esarete düşer.

    Müslüman bir toplum

    namazı terk eder ve şehvetlerine uyarsa

    onun için kurtuluş,izzet ve saadet olmaz.

    Kur’anın yap dediklerini yapmayan, yapma derdiklerini yapan fasık ve facir bir İslâm toplumunun (o halde kaldıkça) kurtulması mümkün değildir.

    Zalim diktatörlük rejimi yıkılacak, diktatör tepelenecek, onun yerine demokrasi gelecek ve Müslümanlar kurtulacak…

    İslâmî bir ıslah hareketi olmadıkça bu beklenti boş bir hayalden ibarettir.

    Kurtuluşun reçetesi şudur:

    (1) Tashih-i itikad.

    (2) Beş vakit namazı dosdoğru kılmak.

    (3) Zekatı dosdoğru vermek.

    (4) Faydalı ve kurtarıcı ilimleri öğrenmek.

    (5) Yeterli sayıda güçlü Müslüman yetiştirmek.

    (6) Ahlâkını düzeltmek.

    (7) Fırka, hizip, cemaat taassubunu bırakıp, olumlu çeşitlilikleri zenginlik oluşturan tek bir Ümmet olmak.

    (8) Emr-i maruf ve nehy-i münker yapmak.

    (9) Her türlü fuhşiyatı (azgınlığı) bırakmak.

    Bakalım,

    42 senelik acı bir zulüm ve diktatörlük devrinden sonra Libyalı Müslümanlar

    zilletten izzete, esaretten hürriyete, zulümden adalete geçebilecekler mi?

    2 Mart 2011 − Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları / (89)

    Arap Dünyasında Halk İhtilalleri

    Arap Dünyasında isyanlar devri başladı.

    Kimler isyan ediyor? Halk…

    Kime, neye isyan ediyorlar?…

    Diktatörlere, diktatörlük rejimlerine, zulme, adaletsizliğe, insan haklarının ayaklar altına alınmasına, kokuşmaya, dinsizliğe, nifaka…

    İsyan önce Tunus’ta başladı, Tunus diktatörü bir uçağa binip kaçtı… İsyan Mısır’a sıçradı, ülkenin yaşlı diktatörü yıkıldı, yazlığına çekildiği söyleniyor. Bir rivayete göre inme inmiş, ağır hastaymış…

    Bendeniz bu satırları yazarken Libya’daki isyan henüz sonuçlanmamış vaziyette. 42 yıllık zalim diktatör direniyor, memleketin büyük kısmı isyancıların elinde, bakalım ne olacak?…

    Yemen’de de halk hareketleri başladı, Basra Körfezindeki küçük

    Bahreyn Krallığında
    çoğunlukta olan Şiîler

    ayaklandı…

    Irak zaten öteden beri bir ihtilaller, iğtişaşlar, fitne ve fesatlar ülkesidir. ABD, Siyonistler, Haçlılar, İsrail o ülkeyi üçe ayırdılar, başına da

    militan bir Şiîyi

    geçirdiler,

    kuzeyinde İsrail’in desteklediği bir Kürt devleti

    kurdurdular.

    Cezayir’de berbat bir askerî diktatörlük var.

    Aman zaman vermez, son derece zalim ve gaddar bir idare. Orada da kıpırdanmalar başladı. Bundan on küsur sene önce serbest seçimler yapılmış,

    iktidara İslâmcı partinin geçeceği anlaşılınca demokratik açılıma paydos denmişti.

    On yıl boyunca devam eden ihtilal, iğtişaş, ayaklanma hadiselerinde

    200 bin kişinin can verdiği

    söyleniyor.

    Fas Krallığında da huzursuzluk var…

    Suudî Arabistan için için kaynıyor,

    orada Suud ailesi devlet içinde devlet…

    Kral Abdülaziz bin Suud’un hayatta olan oğullarının

    her birine ayda

    200 bin dolar maaş

    ödeniyormuş. Torunlara daha az,

    torunların çocuklarına 8 bin dolar…

    Osmanlı Devletinin ve Hilafetinin yıkılmasından sonra Araplar umduklarını bulamadılar.

    Şerif Hüseyin’e Arabistan’ı,
    bugünkü Suriye’yi, Irak’ı, Filistin’i içine alan
    büyük bir Arap devleti vaad edilmişti.

    İngilizler bu vaatlerini yerine getirmediler.

    Şerif Hüseyin Kıbrıs’a sürüldü.

    Mısır’da 1952’de Kral Faruk’un devrilmesinden sonra sivil idareye son verildi.
    General Necip… Binbaşı Abdünnasır… Enver Sedat… Mübarek…

    Bundan sonra ne olacağını şimdiden tahmin edemeyiz.

    Abdünnasır’ın ölümünden sonra

    Enver Sedat, ABD ve İsrail ile anlaşmıştı.

    Mübarek rejimi, Tel Aviv’in en büyük müttefiki ve destekleyicisiydi. İsrail, onun güdümündeki ABD, Arap dünyasının en büyük ve en güçlü üyesi Mısır’da İslâmî ve demokratik bir rejimin kurulmaması için ellerinden geleni yapacaklardır.

    Diğer Arap ülkelerinde de gerçekten İslâmî ve adil rejimlerin kurulması İsrail’in sonu, ABD’nin Ortadoğu politikasının yıkımı olur…

    İslâm dünyası, Arap dünyası, Türk dünyası,

    şu veya bu şekilde birlik halinde olmamanın acısını ve cezasını çekiyor.

    ABD gücünü nereden alıyor? “Birleşik Devletler” olmasından.

    Amerika’yı oluşturan eyaletlerin her biri tamamen bağımsız olsa ortada ABD adında bir güç olmayacak. Avrupa’da da birlik var,

    bu birliğe sadece İsviçre ve Norveç dahil değil.

    Amerikalıların ve Avrupalıların birleşmeye hakkı var; fakat Müslümanların böyle bir hakkı yok.

    Müslümanlar Allah’ın, Peygamberin, Kur’anın, İslâm’ın emrine uyarak birleşmedikleri müddetçe esaretten, zilletten, rezillikten, ezilmekten, zulme uğramaktan, sömürülmekten, soyulmaktan, ayaklar altında sürünmekten

    kurtulamayacaklardır.

    4 Mart 2011 − Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları / (90)

    Türkiye sünnileri niçin hür değil?…

    TÜRKİYE halkının büyük ve ezici çoğunluğu Sünnî Müslümanlardan oluşmaktadır. Türkiye’de yüzde yüz olmasa bile demokrasi vardır, insan hakları vardır, serbest medya vardır… Buna rağmen Müslümanlar seslerini duyuramıyorlar, haklarını alamıyorlar ve koruyamıyorlar. Acaba bunun sebepleri nelerdir?

    1. Birleşik olmamaları… Müslümanların İslâmî, dinî, ruhanî bir liderleri yoktur. Zerre kadar iz’anı, idraki, zekâsı olan bir kimse laik ve seküler rejimin genel müdür seviyesinde bir bürokratı olan Diyanet İşleri Başkanının Müslümanların İmamı ve Emirî olmadığını anlar ve kabul eder. Şu anda Müslümanların biat ve itaat ettikleri İslâmî bir baş yoktur. Ümmet on kadar büyük cemaate, hizbe, fırkaya, tarikata; yüz kadar orta boy parçaya; binlerce küçük parçaya ayrılmıştır. Bunların arasında hiçbir bağ yoktur. Hepsi kendi başına hareket etmektedir. Müslümanların üniter bir hiyerarşisi yoktur. Zaten herkesin kabul ve itaat edeceği bir baş olmayınca üniter hiyerarşi de olmaz. Müslümanların dört başı mamur, efradını cami ağyarını mani bir İslâmî plan ve programı da yoktur. Büyük veya küçük binlerce cemaatin kendi bağımsız bütçeleri vardır. Ülkemizde büyük İslâmî medya yoktur. Cemaatlerin, tarikatların, hiziplerin, fırkaların gazeteleri, TV’leri, dergileri, yayınevleri, dağıtım şirketleri vardır.

    2. Çoğunluktaki Sünnî Müslümanların eğitim sistemleri çökertilmiştir… Cumhuriyetin ilk yıllarında İslâm medreseleri kapatılmıştır. 80 küsur seneden beri ülkemizde resmen icazetli ulema ve fukaha yetiştirilememektedir. Medreseler kapandığı ve icazetli ulema sayısı çok azaldığı için bid’at, dalalet, reformculuk, dinde yenilik ve değişim, BOP’çuluk, Fazlurrahmancılık, diyamlogçuluk gibi bozuk cereyanlar türemiş ve yayılmıştır. M. Kemal Paşa’nın ölümünden sonra çıkartılmış Kemalist ideolojinin kurmayları, Ehl-i Sünnet İslâmlığını yıkamayacaklarını anlayınca, dini içinden bozmaya ve çürütmeye yönelmişlerdir. Bugünkü İmam Hatip mektepleri, eski İslâm medreselerinin yerini dolduramamıştır. Hatta Bulgaristan’da 1945’ten sonra kapatılmış Nüvvab Medresesi ayarında bir tek İmam Hatip okulumuz yoktur. Okullardaki mecburî din dersleri bir aldatmacadan ibarettir. İslâmî kesimde cahillik öylesine yoğunlaşmıştır ki, beş vakit namaz kılan dindar Müslümanların büyük bir kısmı Allah’ın on dört sıfatını ezbere sayamayacak derecede temel ve basit ilmihal bilgilerinden mahrumdur. Elbette bu durumdaki bir Müslüman toplum haklarını arayamaz, zilletten kurtulup izzet bulamaz.

    3. Son 30-40 yıl içinde İslâmî kesimde birtakım din sömürücüsü, hain haşarat zuhur etmiş, bunlar İslâmî hizmet ve faaliyetlerin bir kısmını dejenere etmişler, mıncıklamışlardır. Bunların İslâm’a ve Ümmete verdikleri zararı harbi ve açık kâfirler verememiştir.

    Müslümanların zillet, esaret sebeplerinden üçünü yukarıda beyan etmiş bulunuyorum. Diğerleri de vardır, büyük Müslüman düşünürlerinin bu konuda ciddi makaleler ve kitaplar yazarak Ümmeti ve bilhassa gençliği uyarmaları ve aydınlatmaları onların üzerine borçtur.

    Güney Afrika Cumhuriyetinde azınlıkta olan Beyazlar, ırkçı bir rejim kurmuşlardı. Çoğunlukta olan Zencilerin hakları ayaklar altına alınmıştı, seçemiyorlar ve seçilemiyorlardı. Adaletsizlik ve eşitsizlik o halde idi ki, Beyazlar ile Zencilerin umumî helâları bile ayrıydı. Parklarda Beyazlar için ayrı, Siyahlar için ayrı oturma sıraları vardı. Orada Nelson Mandela isminde zenci bir avukat zuhur ve huruç etti, mücadeleye başladı, gaddar ve zalim ırkçı rejim onu 28 sene hapsetti. Mandela sonunda cezaevinden çıktı ve halkını demokratik bir rejime kavuşturdu. Türkiye Müslümanlarının içinden maalesef Mandela ayarında bir dava adamı çıkmadığı için bugün parlamentoya başı örtülü kadın milletvekilleri, adliye saraylarına başı örtülü kadın avukat ve hakimler, okullara başı örtülü kadın öğretmenler ve öğrenciler sokamıyoruz; 15 yaşından küçük çocuklarımıza özel din ve Kur’an dersleri verdiremiyoruz.

    7 Mart 2011 − Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları / (91)

    Çileye Dair…

    İnsan çile çekmeden olgunlaşamaz, pişemez…. Çileler ikiye ayrılır: İnsanın kendi irade ve ihtiyarıyla çekilen çileler. Tasavvuf tarikatlarında çile vardır. Meselâ Mevlevî tarikatında 1001 gün ve gece çile çekilir. Çile çeken derviş adayı, dergâhın mutfağında en ağır ve süflî hizmetleri yapar, geceleri orada yatar, 1001 gün sonra başarılı olduğu takdirde derviş olur… Nakşî tarikatında

    erbaîn çilesi

    vardır. Derviş tek başına bir hücrede kalır; orada az yer, az uyur,

    ibadet, taat, zikir ile meşgul olur

    . Hücreye 70 kilo giren, kırk gün sonra 55 kilo çıkabilir. Bu esnada şeyhinin manevî murakabesi altındadır, çeşitli rüyalar görür.

    İnsanın kendi iradesiyle seçmediği çileler de vardır: İnançlarından dolayı zalimler tarafından hapse atılır… Gurbetlere düşer, bin çeşit sıkıntı ve mahrumiyet çeker… Çetin bir askerlik yapar…. Saliha bir kadın zalim bir kocaya, salih bir adam facire bir karıya düşer, hayatı zehir olur, çekmediği çile kalmaz…. Sabr edilen fakirlik de bir çiledir…

    İşte bütün bu çileler insanları hamken olgunlaştırır ve pişirir.

    Zamanımızda çile kavramı üzerinde durulmuyor. İslâmî hizmet ve faaliyetlerin çilesiz insanların ve kadroların eline düşmesi büyük bir felaket olmuştur.

    Çocukluğumda ve gençliğimde çevremizde çilekeş, güngörmüş, tecrübeli, birikimli, olgun, pişmiş Müslümanlar vardı.

    Bir şair, edip, muharrir, düşünür, dava adamı olarak

    Üstad Necip Fazıl Kısakürek

    çilelerle pişmiş bir kimsedir.

    Üstad

    Ali Fuat Başgil

    çile çekmiştir.

    Merhum

    Tahirü’l-Mevlevî

    , İstiklal Mahkemelerinde, zindanlarda sürünmüş, canını zor kurtarmıştı.

    Üstad

    Eşref Edip

    , İstiklal Mahkemelerinin çilehanelerinde pişmişti.

    Sıradan insanlar bile çileler görmüş, çileler çekmişlerdi. Birinci Dünya Harbi yılları bin çeşit çileyle doluydu.

    Eski askerlikler dehşetli çilelerle doluydu.

    Hayat baştan başa çileydi.

    CHP’nin oligarşik rejimi bütün bir ülkeyi çilehane haline getirmişti.

    Çilelerle, acılarla pişen insanların hizmetleri daha başka oluyor.

    Rahmetli Necip Fazıl’ın şöyle bir fıkrası vardır. Buyuruyor ki, “Biz kırk yıl boyunca dehşetli çileler çekerek, iki elimizi ağzımızın kenarına koyup üfleyerek korkunç bir buzdağını erittik. Sonra bir de baktık ki, korkunç bir çamur deryası içinde kalmışız…” (Ezberimden yazıyorum.)

    En büyük çileyi Resul-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya Efendimiz çekmişlerdi. Ashab-ı Kiram da (radiyallahu anhüm ecmain) çok çileler çektiler.

    Hazret-i Hüseyin Efendimiz, Kerbela’da susuz şehit edildi.

    On dört asır boyunca Din-i Mübin-i İslâm, çilekeş ulema, fukaha, meşayih, mürşitler, mücahitler tarafından nesilden nesile ulaştırıldı.

    Sonra çilesizlik ve çilesizler devri başladı. Manzarayı görüyorsunuz…

    12 Mart 2011 − Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları / (92)

    İslâm’ın Diğer Şartları

    İKİ sofra düşünelim, birincisi helal parayla hazırlanmış mütevazı ve basit bir sofra… Tarhana çorbası, bulgur pilavı, erik hoşafı… İkincisi haram ve şüpheli parayla hazırlanmış zengin mi zengin, lüks mü lüks, çeşitli mi çeşitli bir sofra… Önce mezemsi soğuk yiyecekler, dolmalar, zeytinler, peynirler, ezmeler… Ana yemek… Tereyağlı pilavlar, börekler… Zeytinyağlı baklalı enginar… Kaymaklı tatlı… Meyve sepeti… Çaylar, kahveler… Dondurma…

    Müslüman hangi sofrayı tercih eder? Elbette birincisini. Münafık, fasık, facir, asi, azgın hangi sofraya koşar? Elbette ikincisine.

    Hayat böyle imtihanlarla, böyle tuzak ve mekrlerle doludur. Haram gelir ve paralarla düzülmüş sofraya oturursan, yediklerin sana elbette şifa olmayacaktır.

    “Öldükten sonra hayat bitecek, varlık sona erecek… Ne hesap var ne kitap… Ne varsa dünyada… Öyleyse haram helal deme, ye iç zevklen, keyfine bak…” Ateist böyle düşünebilir ve böyle bir ömür sürebilir ama Müslüman kesinlikle böyle yapmaz. Yaparsa o Müslüman değil, münafıktır.

    Münafıkların şeytandan aldıkları fetvalar vardır.

    Soru: Sayın şeytan, bir Müslüman bozuk bir düzende bozuk işler yapabilir mi?

    El-Cevab: Bozuk düzenlerde bozuk işler yapılır… Ketebehu: el-Şeytan.

    Münafık, şeytandan aldığı bu ateşli fetva ile yemediği haltı bırakmaz. Kur’anın, Sünnetin, Şeriatın yasak kıldığı gelirleri elde eder… Faize ve ribaya bulaşır… Şer’an batıl olan ticarî muameleler, alışveriş yapar… Devlet ve belediye bütçelerinden hortumlayıp zimmetine geçirir… İhalelere fesat karıştırır. Gayr-i meşru rantlar elde eder… Hatta İslâm vakıflarına bile tecavüz eder.

    İslâm’ın şartları beştir: Kelime-i şahadet, beş vakit namaz, zekat, oruç, hac… Bunlar İslâm’ın beş temel şartıdır ama başka büyük şartlar, farzlar, emirler de vardır. Bunlardan biri de, istikamet, yani doğruluk ve dürüstlüktür. Müslüman Kelime-i Şehadeti diliyle ikrar, kalbiyle tasdik eder, namazı kılar, zekatı verir, orucu tutar, hacca gider; ayrıca Kur’anın ve Sünnetin anlattığı şekilde “dosdoğru” ve dürüst bir insan olur…

    İslâm’ın temel şartlarından biri, Allah için yapılan bütün ibadetlerde ve işlerde ihlâslı olmaktır. Sahte hizmetkâr, hizmetleri Allah rızası için yapmaz; zengin olmak, reis olmak, ünlü olmak, dünyevî şan ve şeref kazanmak için yapar, o ihlâssız bir münafıktır.

    İslâm’ın temel emirlerinden biri adalettir. Müslüman öylesine adil olacaktır ki, babasının veya kardeşinin aleyhinde de olsa doğru şahitlik yapacaktır.

    İslâm’ın başka bir temel şartı, bütün müminleri kardeş bilmektir.

    Bir başka şart: Ümmet şuuruna sahip olmaktır. Allah bütün müminleri birbirine kardeş etmiş ve onları tek bir Ümmet yapmıştır. Bir Müslümana “Sen hangi topluluğa mensupsun?” sorusu yöneltilince, vereceği cevap şu olmalıdır: “Ben Elhamdülillah İslâm Ümmetindenim…”

    Ümmet mensubu olmak ana kimliktir, onun altında, Kur’ana ve Sünnete aykırı olmamak şartıyla alt-kimlikler, olumlu meşrepler olabilir. Mesela: “Ben Elhamdülillah İslâm Ümmetindenim… İtikatta Maturidîyim, amelî mezhebim Hanefîliktir… Şu veya bu cemaate mensubum…” gibi.

    Bir Müslümanda Ümmet şuuru yok, yok ama cemaat, fırka, hizip, tarikat asabiyeti fazlasıyla var. O Müslümana olgun denilebilir mi?

    Cenab-ı Hak cümlemizi Kur’ana, Sünnete, Şeriata hakkıyla bağlı olan, kendimiz olgun olmasak bile, olgun Müslümanların yolundan giden, onlara tâbi olan kullarından eylesin.

    15 Mart 2011 − Mehmet Şevket Eygi − haberkalem.com özel yazıları / (93)