Mehmet Şevket Eygi

EĞİTİM VE GENÇLİK – 2

 

 

 

 

 

 

 

 

YAZARIN 1998 – 2014 YILLARI ARASINDA MİLLİ GAZETE’DE YAZMIŞ OLDUĞU KÖŞE YAZILARI ARASINDA, EĞİTİM VE GENÇLİK KONULU MAKALELERDEN DERLENMİŞ OLUP, 2 KİTAP HALİNDE NEŞREDİLMİŞTİR.

 

 

 

 

 

 

Başlıklar

  1. Zengin Çocukları    5
  2. Okuryazar Cahiller    8
  3. Öğrenmek Hakkı, Öğretmek Vazifesi    11
  4. Türkçe Bilmek    15
  5. İş ve Ticaret Ahlâkımız    18
  6. Okumayan Bedevî ve Zevzek Toplum    21
  7. Zengin Çocukları ve Din Hizmetleri    25
  8. Çocuklarımızı ve Gençleri İyi Yetiştirmek    28
  9. Harcanan Gençlik    32
  10. Okulda Rezalet    35
  11. Üniversiteler    38
  12. Akıllı Bir Gence Açık Mektup    41
  13. Yaz Tâtilinde Gençler    44
  14. Okullarda İrtica ve Fuhuş    48
  15. Görgü, Edeb, Terbiye, Nezaket, Efendilik…    52
  16. Medya Sahasında Adam Yetiştirmek    56
  17. Nasıl Adamlar?    59
  18. Ahlâk ve Karakter Terbiyesi    62
  19. Bizde İyi Lise Var mı?    66
  20. Gençler, Harcanmayın!..    69
  21. Lisan, ille de Lisan    72
  22. Gençlere Mektup    76
  23. Cehalet ve İstidatsızlık Karanlıkları    80
  24. Eğitimle İlgili Sorular Cevaplar    83
  25. Dışarıda Adam Okutmak    87
  26. Dil Felaketi    91
  27. Hâmid’in Finten’i    95
  28. İyi ve Olgun Müslüman Olma Meselesi    98
  29. Varlıq Dergisi    102
  30. Kültür Hayatımız    107
  31. Vasıflı, Güçlü, Üstün Gençler Nasıl Yetiştirilir?    111
  32. Gençlerimiz    116
  33. Ahlâk, Fazilet, Yüksek Karakter    119
  34. Geleneksel Sanatlar Üniversitesi    124
  35. Nurlu, Aydın, Ziyalı Kimdir?    127
  36. Müslüman Ana-Babalara Açık Mektup    131
  37. Süper Eleman Yetiştirmek    136
  38. Eğitimin Çöküşü    140
  39. Liseli Gençlere    144
  40. Güçlü Eğitim    148
  41. Eğitim Koktu    151
  42. Gelecek Parlak mı?    154
  43. Kurtuluş ve Yazılı Kültür    158
  44. Büyük Adam Yetiştirmek    160
  45. İnternet, gençliği nasıl mahvediyor    163
  46. Evlerinizi Satınız “Adam” Yetiştiriniz    165
  47. Eserinizi Seyr Edin    169
  48. Çocuklarımızı «Türk Edebiyatı Dergisi»ne Abone Edelim    172
  49. Lisede Namaz Yaygaraları    173
  50. Türkiye’yi kurtarmak ve yüceltmek için dışarıda 10 bin öğrenci okutmak    176
  51. Lisede Mescid Açılırsa Kıyamet mi Kopar?    180
  52. Bu Eğitim Sistemi ile Geleceğimiz Karanlıktır!    182
  53. Dünyanın En İyi Lisesi Tevhid Mektebi    186
  54. Mantık, Ahlâk, Karakter Elden gidince…    189
  55. Müslüman Gençlerin Dikkatlerine    190
  56. Lisede namaz kılmak suçmuş!..    194
  57. Gençlerle Sohbet    196
  58. Muhtaç Olduğumuz İslâm Mektepleri    197
  59. Sabataycı Okullar ve Üniversiteler    199
  60. Çocuklarımız Gençlerimiz Elden Gidiyor!..    200
  61. İslâm Mektepleri    204
  62. Otuz Öğrencilik Sınıf    206
  63. Örnek ve Mükemmel İslâm Liseleri    209
  64. İdeal İmamHatipli Genç    214
  65. Mümtaz İslâm Mektebi    216
  66. Merhum Muallim Mahir İz    218
  67. İmamHatip Mekteplerinde Namaz Mecburi Olmalıdır    223
  68. Üniversiteli bir Gence Açık Mektup    227
  69. İslâm Eğitimi İslâm Mektepleri    228
  70. Türkiye’de Eğitim Fâciası    230
  71. Mekteplerde ve Orduda Din, İbadet, Namaz…    233
  72. Câhil Yetiştirme Fabrikası    236
  73. Subay ve Öğretmen Yetiştirmek    237
  74. Nasıl bir Dindar Gençlik    239
  75. İslâm Mektebi’nde Coğrafya Dersleri    240
  76. İslâm Mektepleri İbadethâne Gibi Olmalıdır    245
  77. Lâik Eğitim Elden Gidiyormuş    247
  78. İdealist Müslüman Gençlere    249
  79. Çocukların Anayasa İstekleri    251
  80. İslâm Mektebi Böyle Olur    254
  81. Müslüman Gençlere    256
  82. İslâm Üniversiteleri    259
  83. Rehbere Muhtaç bir Gence    261
  84. Rabiatül-Adeviyye İslâm Kız Mektebi    264
  85. İmam Hatip Son Sınıf Öğrencisine Açık Mektup    269
  86. Namaz Kılan Galatasaray Öğrencisine Açık Mektup    271
  87. Lisedeki Bir Tek Öğrenciye    273
  88. Kemalist Eğitimle İslâmî Kurtuluş Olmaz    275
  89. İslâmın Elmas Gençleri    276
  90. İmanlı Gençlik    278
  91. Galatasaray Lisesinin Camii    280
  92. Okullarda İbadet Mekanları    282
  93. İmam-Hatiplerde Beş Vakit Namaz Mecburî Olmalıdır    284
  94. Öğretmenlik en Gözde Meslek Olmalıdır    285
  95. Üç Liseli Öğrenci Yetiştirilecek    287
  96. Bütün İslâm Gençliği Nasıl Yetiştirilmeli?    289
  97. Okullar Dershaneler Eğitim Perişanlığı    292
  98. Sınav Sorularını Çalarak Orduyu Ele Geçirmek    295
  99. Tıp Talebesine Mektup    298
  100. Liseli Müslüman Gençlere Mesajlar    299
  101. Müslümanların Eğitim Siyaseti Var mı?    301
  102. İmam-Hatiplerde Bid’atçiler    303
  103.  

    Zengin Çocukları

    Çocuklarını şımarık, asalak, serseri, terbiyesiz, tembel, it yetiştiren zenginler ve yüksek tabaka mensupları vatan hainidir.

    Böyle yetişen gençler ileride daha da azıtacaklar; bu ülkeye, bu halka, bu devlete zarar vereceklerdir.

    Beylerin parası varmış, oğulları ve kızları hayattan kâm alacaklar, dolayısıyla eğleneceklermiş… Böyle felsefe olmaz!.. Böyle felsefe olmaz olsun!..

    Zengin olmak, varlıklı olmak, babası ve âilesi imkânlı olmak hiçbir gence serserilik ve itlik yapma hakkını tanımaz.

    Paralı, zengin, imkânlı âileler oğullarını ve kızlarını, imkânsız ve parasızlardan daha fazla ilimle, irfanla, edeple, kültürle, sanatla, faziletle techiz ve tezyin etmelidir

    (silahlandırmalı ve süslemelidir).

    Bizim bazı zengin ve varlıklı âile çocuklarımız parayla neler yapıyor?

    Çok lüks, çok pahalı, çok gösterişli,

    “markalı”

    elbiseler ve ayakkabılar alıyor… Bu bir fazilet midir? Değildir! Faziletsizlik midir? Evet, faziletsizliktir. Fakir, orta halli arkadaşları mütevazı bir şekilde giyinirken, zengin çocuğunun aşırı lükse, aşırı gösterişe kaçması, çok kaliteli giysilerle okula veya fakülteye gitmesi ayıptır, ahlâksızlıktır. Kazık kadar olmuş elbette düşünmeye mecburdur. Zar zor geçinen fakir arkadaşlarımın yanına çok pahalı, çok kaliteli elbiselerle gelmem doğru olmaz diye.

    Zenginler, çocukları için otomobil konusunda da dikkatli, insaflı, vicdanlı olmalıdır. Otuz, kırk, elli bin dolarlık arabalarla üniversiteye gitmek yanlıştır. Bir öğrenci, babası ve âilesi zengin de olsa mütevazı bir arabayla gidip gelmelidir üniversiteye. Fazilet budur, insanlık budur, vicdan ve vatanseverlik budur.

    Hasta, dengesiz, dümensiz, pusulasız bir toplum olmuşuz. Ülkemiz, devletimiz, halkımız iki yüz elli milyar dolar borca batırılmış, faiz tuzağına düşürülmüş ve böyle bir ülkede, Almanya’dakinden daha fazla lüks mercedes var.

    Zenginler, varlıklılar oğullarını ve kızlarını iffetli yetiştirmek zorundadır. İffet kelimesini kullanan bile kalmadı bu ülkede.

    İffet, seks hususunda ahlâklı olmak demektir.

    İffet kavramını yitiren bir toplum çürümeye, sarsılmaya, sonunda batmaya mahkumdur. Dindar olmayan zenginler, çocuklarını en azından ülkenin dinine karşı, dindar çoğunluğa karşı hürmetle yetiştirmek zorundadır.

    Amerikalı misyonerler tarafından işletilen, ülkemizin en büyük kolejinde müdür velilere

    “Kolejimizde hırsızlık vak’aları artmıştır. Bu hususta şikayeti olanların filan büroya müracaatları…”

    şeklinde bir yazı göndermiştir. Bundan birkaç yıl önce bu yazı ile ilgili bir makale kaleme almıştım. Başka önemli ve ünlü bir lisemizde de, yıl sonu yayınlanacak

    “Mezunlar Albümü”

    için toplanan paralar ile ilgili bir takım yolsuzluklar yapılıyormuş. Arkadaşlarının albüm paralarını zimmetine geçiren küçük itler, büyüyünce büyük itler olacak ve devleti, bu ülkeyi, bu halkı soyacaklardır.

    Oğlu, kızı faziletsiz, ahlâksız, serseri, it, asalak, şımarık olan zengin baba da muzır bir vatandaştır. Muzır olmasaydı evladını böyle yetiştiremezdi.

    İstanbul’un Ortaköy Kuruçeşme semti… Orada lüks batakhaneler var. Bilhassa cuma, cumartesi, pazar geceleri o yol lüks otomobillerle tıkanıyor. Zenginler, zengin çocukları, pervaneler gibi oradaki ateşlere koşuyor. Çılgın ve cehennemî bir müzik. İçki, şarkı, eğlence, yılışıklık… Fiyatlar yüksek mi yüksek. Bir kısım zengin çocukları buralarda eğleniyorlar.

    Faziletli ve ahlâklı bir eğlenme midir bu? Zengin çocuklarına ilk lazım olan haslet ve fazilet mütevazı olmaktır. Kodaman babası oğluna soruyor:

    – Sana en son model bir spor Porsche almak istiyorum…

    – Babacığım çok teşekkür ederim ama fakültede hayli fakir ve yoksul arkadaşım var, onların yanında böyle lüks bir arabaya binemem. Bana nisbeten ucuz bir Skoda yeter de artar…

    Zengin çocukları hayvanları koruma, fakirlere yardım gibi dernek ve inisiyatiflerde aktif vazife almalıdır.

    Zengin çocukları lisan, edebiyat, el sanatları gibi kurslara ve derslere gidip kültürlerini ve hünerlerini artırmalıdır. Ben akıllı zengin diye ona derim ki, büyük paralar harcayarak oğluna dört lisan öğrettirir; ilim, irfan, hüner, marifet tahsil ettirir.

    Hepsi öyle değil ama bazen şöyle zengin çocukları görüyorum: Çok lüks, çok pahalı, çok gösterişli bir otomobil… Pencereleri açık, içerideki teyp sonuna kadar açılmış. Öküz böğürtüsüne benzeyen bir müzik etrafa yayılıyor. İçinde üç dört genç var. Yılışık yılışık yüksek sesle gülüyorlar. Otomobil yanımdan bir buhran gibi geçiyor…

    Efendim, gençken biraz eğlensin, biraz ..sin …sın, sonra düzelir adam olur… Bu, bir hayaldir. Ağaç yaş iken eğilir.
    Gençliğinde, öğrenciliğinde serseri, it, asalak, şımarık olan kişi büyüyünce de öyle kalır.

    Gelelim bir takım Müslümanlara.

    Onlara da söylenmesi gerekli sözler var.

    1. Lisedeki, üniversitedeki oğlunu göreyim, senin ne mal olduğunu anlarım.

    2. Genç bir erkeğin, genç bir kızın en büyük ziyneti edeptir. Çocuklarına edep ve terbiye veremeyen Müslüman bir zengin beş para etmez.

    3. Türkiye Müslümanlarının feci, perişan, zillet ve esaret içinde yaşadığı bir devirde hiçbir zengin çocuğunun şımarıklık yapmaya, asalakça yaşamaya hakkı yoktur. Var güçleriyle ilme, irfana, kültüre, ahlâka, fazilete, hikmete, sanata, edebe yönelmeleri gerekir.

    4.

    “Kişinin edebi, zehebinden

    (altınından)


    hayırlıdır”

    buyurulmuştur.

    5. Çocuklarınıza edep, terbiye, görgü, hüner hocaları tutunuz.

    (Bu konularda hocalık yapacak kimse çok azdır. Yanılmamak için sorunuz, istişare ediniz.)

    6. Çocuklarınızın sizden daha dindar olması gerekir.

    Hacı bey, hacı hanım namaz kılıyor; oğulları, kızları kılmıyor. Bu bir felakettir.

    7. Yaz tatillerinde çocuklarınızı, tarihe ve kültüre yönelik gezilere çıkartınız. Başlarında güvenli büyükler olmak şartıyla.

    8. Çocuklarınızı lüksten, israftan, saçıp savurmaktan, şımarıklıktan, sorumsuzluktan uzak tutunuz. Onlara kanaati, tevazuu, alçak gönüllülüğü öğretiniz, öğrettiriniz.

    9. Çocuklarınıza, yekûn sayısı iki yüz olan geleneksel el sanat ve zenaatlerimizden birini ciddî şekilde öğrettiriniz.

    10. Çocuklarınıza, kendi şahsî kütüphanelerini kurmaları için yardımcı ve teşvikçi olunuz.

    Okuryazar Cahiller

    Ülke halkının hepsi okuma-yazma biliyormuş… Okuma-yazma bilmek; bilgili, kültürlü, tahsilli olmak demek değildir. Edebî, sosyal, tarihî, felsefî, dinî, sanatla ilgili yeterli kültürü ve birikimi olmayan bir kimse cahildir.

    Bizim eğitim sistemimiz, nice yıldan beri “okur-yazar cahil” yetiştirmek için çalışmaktadır. Eğitimcilerimiz başarılı da olmuşlardır. Ülke, onların sayesinde on milyonlarca cahille dolmuştur.

    Üniversiteli gençlerle konuşurken, onlara şu suali yöneltirim:

    – Bana, milletimizin en büyük şairi Fuzulî’den, birkaç mısra, beyit okuyabilir misiniz?

    Nâdir, hattâ ender istisnalar dışında, okuyamazlar. Bu gençlerimiz nasıl olmuşlar da lise diploması almışlardır?

    Türkiye’de yaşıyor, anadili Türkçe, lisede okumuş ve Fuzulî’den bir tek mısra veya beyit okuyamıyor. Cahilliğin, kültürsüzlüğün, edebiyatsızlığın bu derecesi nerede görülmüştür? Hangi vicdansızlar bu gençleri bu kadar cahil ve bilgisiz yetiştirmiştir?

    Bundan yüz sene önce böyle bir şeyi düşünmek değil, hayal etmek bile mümkün olamazdı.

    Bir Osmanlı idadî veya sultanîsinde tahsil görüp oradan mezun olacak ve Fuzulî’den ezberinde bir satır bile bulunmayacak… Bırakın bir mısrayı veya beyti; o zamanın nice edebiyat meraklısı lise genci o büyük şairimizin Su Kasidesi’ni, birçok gazelini, rubaisini ezbere okuyabilirdi. Başka şairlerden de… Meraklı ve istidatlı nice gençler eskiden aruzla şiirler yazar, o zamanın dergilerine gönderirlerdi. Bunların, şiir ve sanat boyutları olması bile, yine de hüner ve marifet eseri olurlardı.

    İyi niyetli akıllı, vicdanlı, istidatlı, kabiliyetli gençlerimizin edebî, felsefî, sosyal kültür sahasındaki noksanlarını anlayıp, telafi çareleri ve çözümleri araştırmaları ve bulmaları gerekiyor. Meselâ beş üniversiteli genç bir araya gelir, ehliyetli bir edebiyatçı bulur ve yaz tatilinde ondan “Fuzulî dersleri” alabilir. Birkaç aylık bir eğitimden sonra Su Kasidesi’nden bazı mısra ve beyitler, birkaç gazel, birkaç rubaî ezberlemiş olurlar.

    Bir ara her yerde uzakdoğu sporları kursları ve dershaneleri açılmıştı. Jiu jitsu, karate ve saire. Bu sporlar hem bedeni, hem de ruhî melekeleri ve aklı geliştirir. Gençlere edebiyat, tarih, sanat, felsefe kültürü jiu jitsu’dan, karateden daha lüzumludur.

    Sanat kültürü ve tarihi konusunda büyük gençlik kütlesi son derece cahildir. Bir kere bu konuda merak yoktur. Merak yoksa, öteki yoklara lüzum kalmaz. Merak medeniyetin, kültürün, terakkinin (ilerlemenin), yetişmenin, keşfin, icadın temelidir.

    Süleymaniye Camii eski İstanbul’un en hâkim tepesindedir. Adam, binlerce defa Galata ve Unkapanı köprülerinden geçmiş ama “Süleymaniye Camiinin kaç minaresi vardır?” diye sorsanız öküz gibi bakakalır. Çünkü; millî sanatımızın o şaheserine kültür, medeniyet, kültür ve sanat gözüyle, gözlüğüyle bakmamıştır.

    On üniversiteli genç bir araya gelseler, sanat tarihinden anlayan bir hoca, bir ağabey bulsalar ve onunla birlikte tarihî suriçi İstanbul’unu gezseler, fotoğraflar çekseler, notlar alsalar, her biri kendisi için bir albüm hazırlasa. Gezmek derken ana caddelerde yürümeyi, herkesin bildiği mimarlık anıtlarını ziyaret etmeyi kasdetmiyorum. Ara sokaklara, kenar semtlere gidecekler. Ayvansaray’dan başlayacaklar. Balat, Fener, Cibali…. Bilinmeyen camiler, medreseler, ayazmalar, türbeler, Sahabe kabirleri… Ne kadar kaldıysa, eski evler… Biz İstanbul’da yaşıyoruz ama İstanbul’u bilmiyoruz. Çünkü merakımız yok bu büyük şehri tanımak, bilmek için.

    Bazı Müslüman cemaatler kendilerine bağlı gençleri çok kapalı, çok cahil, çok kültürsüz şekilde yetiştiriyor. Cemaat amentüsü şöyle:

    1. Bizim cemaatimiz çok büyüktür, en büyüktür.

    2. Bizim hazretimiz çok büyüktür, en büyüktür.

    3. Bizim cemaatimize kapılanan, bize intisab eden kurtulur,

    Bu zihniyetle, bu kafayla gençlerin yetişmesi, kültürlü, vasıflı, bilgili, medenî olması mümkün müdür?

    Düşmanlarımızın gizli protokolları var:

    A. Müslüman Türkiyeliler yazılı-edebî lisansız bırakılacaktır. Lisanını yitiren bir millet esarete, zillete, ezilmeye mahkumdur.

    B. Müslüman Türkiyeliler tarihsiz bırakılacaktır. Onlar asıl ve gerçek millî tarihlerini bilmeyecekler, onun yerine uyduruk ve ideolojik bir düzmece ve yapmaca tarih öğreneceklerdir.

    C. Müslüman Türkiyeliler sanat kültürü ve sanat tarihi konusunda kara cahil bırakılacaktır.

    Ç. Müslüman Türkiyeliler yoğun bir beyin yıkama eğitimi ile sersem, uyuşuk, şaşkın bırakılacaktır.

    D. Müslümanlar ahlâk ve karakter terbiyesinden mahrum bırakılacaktır.

    E. Müslümanlar çağdışı, medeniyetsiz, marjinal yığınlar haline dönüştürülecektir.

    Birtakım Müslüman cemaatler var güçleriyle teknik ve fen sahasında genç yetiştiriyor. Kültürün, medeniyetin temeli sosyal, edebî, tarihî, felsefî, sanatla ilgili dersler ve konulardır.Bunlar olmadan iyi ve vasıflı teknokrat da yetişmez.

    Birtakım gençlere eski klasik usulle Arapça dersleri okutuluyor. Anadili Türkçe olan Türkiyeli bir genç, edebî-yazılı Türkçeyi iyi bilmezse doğru dürüst Arapça da öğrenemez. Sittîn sene okusa Zeyd ile Amr’ın kavgası hikayesinden öteye geçemez.

    Biz zengin ve edebî lisanımızı yitirmişiz de haberimiz bile yok bu vahim ve hayatî kayıptan.

    Bir kanama neticesinde adamın beynindeki lisan merkezi tahrip olsa o kişi ne olur? Canlı cenazeye döner. Konuşamıyor, yazamıyor, düşünemiyor… Böyle bir adam yer, içer, uyur, mekanik bir iş yapar ama o, insan olmaktan çıkmıştır.

    İşte medenî, edebî, yazılı, zengin Türkçeyi tahrip edenler milletimizi, halkımızı, genç nesilleri bu hale getirmiştir.

    Müslüman kesim yazılı-edebî lisan meselesine, tarih meselesine, eğitim meselesine, kültür meselesine, sanat meselesine önem vermiş ve bu sahalardaki tahribatı tâmir için bir şeyler yapmış olsaydı bugünkü hallere düşmezdi.

    Şucular cemaatinin gençleri pırlantaymış…

    Bucular cemaatinin gençleri elmasmış…

    Ocular cemaatinin gençleri halis altınmış…

    Peki cesaretiniz var mı, bir imtihan heyeti teşkil edelim ve sizin gençlerinizi İslâmî kültür, millî kültür ve genel kültür sahasında imtihan edelim. İmtihan edelim de pırlanta veya elmas mı, yoksa cam kırığı mı oldukları meydana çıksın.

    Bir zevzeklik, bir gevezeliktir gidiyor. Vır vır vır, car car car, zır zır zır… Ömrümüz laf salataları içinde geçiyor.

    Bize medeniyet lazım, kültür lazım, yazılı-edebî zengin lisan lazım… 16 Temmuz 2003 Çarşamba

    Öğrenmek Hakkı, Öğretmek Vazifesi

    İnsanların temel haklarından biri de öğrenmek hakkıdır. Gerçekleri, gerçeklikleri; faydalı, önemli, zarurî bilgileri bilenlerin, bunları bilmeyenlere öğretmeleri vazifeleridir.

    Varoluşla, insanın nereden gelip nereye gittiğiyle, yaratılışının sebep ve gayesiyle, bu dünya üzerinde nasıl bir hayat sürülmesi gerektiği ile ilgili doğru bilgiler İslâm dini tarafından verilmektedir. Peygamberden sonra Müslümanlar bu bilgileri insanlara ulaştırmak için medreseler açmışlar, alimler yetiştirmişlerdir. Medreselere paralel olarak da bir müddet sonra tasavvuf dergahları açılmış, oralarda da insanları bilgilendirecek, aydınlatacak paralel bir eğitim verilmiştir.

    Şu anda Türkiye’de milyonlarca vatandaşımız, kardeşimiz önemli ve hayatî din bilgileri konusunda cahil kalmışlardır. Bunun ana sebebi bu bilgilerin hocalarının azalmış olması, kalanların da var güçleriyle bilgilerini başkalarına, kitlelere, genç nesillere aktarmak için gereği gibi çalışmamalarıdır.

    Ülkemizde zaman zaman bazı yazarlar, fikir adamları, din adamları, gazeteciler sırf düşünce ve kanaatlerinden ötürü cezalandırılmaktadır ama bunlar istisnaîdir. Memleketimizde basın, yayın hürriyeti vardır. Kitap, risale, dergi çıkartmak ruhsata, önceden izin almaya bağlı değildir. Nitekim bu serbestlikten yararlanan Hıristiyan misyonerleri, Millî Güvenlik Kurulu raporlarından öğrendiğimize göre, son bir yıl içinde sekiz milyon Türkçe İncil ve broşür bastırmışlar ve bunları halkımıza dağıtmışlardır. Şu hususu da arada arz edeyim. Matbaacı bir dostum, bu sekiz milyon rakamının çok az olduğunu, misyonerlerin gerçekte bunun birkaç misli kitapçık dağıttığını beyan etti. Sadece onun tanıdığı bir matbaacı bir tek broşürü bir milyona yakın bir adette basmış…

    Peki misyonerler böylesine çalışır, Teslis inancını yaymak için en az on milyona yakın risale dağıtırken; Hazret-i İsa’yı bir peygamber değil, -hâşâ- Allah’ın oğlu, Tanrı olarak bildirirken; Müslüman bilenler, Müslüman sorumlular, Müslüman vazifeliler ne yapıyor? Maalesef bizde böyle bir faaliyet yoktur.

    Biz Müslümanlar, tarihî ârıza ve kazalar dolayısıyla bedevî ve şifahî bir toplum haline gelmişizdir. Elimize para geçince lüks ve gösterişli bir hayat sürmesini, müzeyyen ve pahalı meskenlerde oturmayı, son derece lüks otomobillere binmeyi, caka satmayı, tafralanmayı, yer yüzünde gurur ve kibir ile gezmeyi biliriz ama ilâhî ve evrensel gerçekleri halkımıza, gençliğimize öğretmek için teşkilâtlanmayı, gayret etmeyi, para harcamayı bilmeyiz.

    “Ben çok şükür Müslümanım, kendimi kurtaracak din ilimlerini biliyorum, yapabildiğim kadarıyla da bunları hayatıma tatbik ediyorum. Gerisi beni ilgilendirmez…” Böyle düşünmek olgun, uyanık, âlim bir Müslümana yakışır mı?

    Yakın tarihimizde iman, İslâm, Kur’ân, Şeriat, fıkıh bilgilerini halka ve gençliğe öğretmek için birtakım büyük, fedakâr, örnek zatlar zuhur etmişler ve bin türlü yasak, eza, cefa, sıkıntı, işkenceye göğüs gererek bu yolda büyük fütuhata nail olmuşlardır.

    Bunlardan biri

    Bediüzzaman Said Nursi

    , diğeri Silistreli

    Süleyman Hilmi Tunahan

    hazretleridir. Kendilerini rahmet ve minnetle anıyorum. Onlar bu milletin velinimetleridir. Bir insana yapılabilecek en büyük iyilik ona Allah’ı, Peygamberi, İslâm’ı, Kur’ân’ı, Şeriatı bildirmek ve tanıtmaktır. Çünkü bu bilgiler onu ebedî saadete, sonsuz mutluluğa götürür. Başka hiçbir iyilik bu iyiliğin yerini tutamaz. Dinde zorlama yoktur. Gayr-i müslimleri zorla Müslüman yapmaya hakkımız yoktur. Lakin Müslümanlara, Müslüman çocuklara ve gençlere dinlerini öğretmek, bilenler için bir vazifedir.

    Bediüzzaman bu millete Allah’ını, Peygamberini, İslâm’ı, Kur’ân’ı, ebedî mutluluğun bilgilerini öğretmek için ne büyük sıkıntılar, işkenceler çekmiştir. Dünyaya sırt çevirmiş çok iyi bir insan olmasına rağmen ömrü sürgünde geçmiş, hapishanelerde çürütülmüş, insanlarla görüşmesine ve uzun yıllar kitap bastırmasına engel olunmuştur.

    Silistreli Süleyman Efendi, bu millete dinini öğretecek hoca yetiştirmek hizmetinde akıl almaz zorluklarla, engellerle karşılaşmıştır.

    Adnan Menderes devrinde, Bursa’daki düzmece Mehdi vak’ası dolayısıyla tutuklanmış,

    ağır işkencelere tâbi tutulmuş bulunan o yüce zat yine de yolundan dönmemiştir. Kendisine Kütahya’da işkence edilirken acıların tesiriyle bayılmış, başından aşağı su dökmüşler, ayıltmışlar ve yine işkenceye devam etmişlerdir.

    Yakın tarihimizdeki eski din büyükleri böyle çalışıyorlardı.

    Peki bu devirdeki âlimler, bilenler, sorumlular, imkânı olanlar niçin gereği gibi çalışmıyor?

    Beş, on, onbeş, yirmi, hatta bazen otuz ciltlik büyük din külliyatları yayınlanıyor, bunlar büyük paralara satılıyor da bunların yanında niçin iman, İslâm, Kur’ân hakikatlerini halka duyuracak küçük broşürler çıkartılıp, milyonlarca basılıp dağıtılmıyor? Yasak mı? Yasak değil. Peki niçin? Herhalde bunlarda maddî kazanç ve rant olmadığı için!

    Dinsizler maalesef halkın ve gençliğin bir kısmını bozmuşlardır.

    Dinsizlerle beraber çalışan reformcular ve yenilikçiler de halka yanlış fikirler aşılamaktadır. Ehl-i sünnet inancını ve fıkhını sarsmak için planlı, programlı, kasıtlı bir faaliyet vardır. Müslüman âlimler bunlara niçin cevap vermiyor?

    Evet, birkaç yazı, kitap, broşür vardır bu konuda ama bunlar yeterli midir? Reformcular milyonlarca kitap ve makale bastırırken, ehl-i sünnetin birkaç bin kitapla cevap vermesi elbette yeterli olmaz.

    Misyonerler on milyon kitapçık dağıtırken, Müslümanların yan gelip yatması elbette bir ihanettir.

    Bizim vazifemiz dinimizi, evrensel ilâhî gerçekleri, kurtarıcı bilgileri halkın anlayacağı en güzel bir şekil ve üslupla anlatmaktır. Vazifemiz tebliğdir. Tesirini yaratmak, hidayet vermek Allah’tandır.

    Bir de şu hususu bilmemiz gerekir. İslâmî kesimdeki bütün cemaatler, tarikatlar, gruplar, şubeler hep iman, İslâm, Kur’ân, Şeriat, Sünnet için çalışmakla vazifelidir. Ben şucuyum, şuculuk için çalışırım… Ben bucuyum, buculuk için çalışırım… Ben Nurcuyum, Nurculuk için çalışırım… Ben Süleymancıyım, Süleymancılık için çalışırım…Böyle demek akıllı Müslümana yakışmaz. İman, İslâm, Kur’ân, Şeriat, Sünnet birdir; hepimiz var gücümüzle onlar için çalışmalıyız. Metodlar, eğitim sistemleri, meşrebler farklı olabilir ama amaç farklı olamaz.

    İslâmî kesimde, kalantor Müslümanlarda binlerce, on binlerce lüks cip otomobil var, bunların her biri yüzbin dolardan az etmez. Müslümanlar evrensel kurtarıcı gerçekleri halka, gençliğe, ev kadınlarına öğretmek için sistemli bir eğitim ve yayın faaliyeti için harcama yapmıyorlar. Yapmadıkları için de bedevî zihniyetine sahip olduklarını göstermiş oluyorlar.

    Yahova Şahitleri, Protestan misyonerleri, Evanjelistler, şunlar, bunlar dünyanın öteki ucundan gelip bizim vatanımızda harıl harıl çalışacaklar; bu vatanın sahibi olan Müslümanlar çalışmayacaklar…Bundan büyük rezalet olur mu?

    Ne desem faydası olmaz. Yapılmasını teklif ettiğim hizmetleri ancak ve ancak vasıflı, olgun, uyanık, sorumluluk duygusuna sahip, ihlâslı, istikametli, fedakâr, feragatli, dinî hizmetlere dünyevî menfaat karıştırmayan, ücretini Allah’tan ve ahirette bekleyen âlim, zâhid, muttaki, firasetli, arif, medenî Müslümanlar yapabilir. 30 Eylül 2003

    Türkçe Bilmek

    Türkçe bilmeyen bir yabancıya birkaç hafta içinde, günlük hayatta çok kullanılan elli cümle ezberletilse, bunları elden geldiği kadar düzgün bir aksanla söylemesi sağlansa, bu adamla konuşan Türkler onun Türkçeyi iyi bildiğini zanneder.

    Aslında bizim okur-yazarlarımızın durumu da bu adama benzemektedir. Edebî, yazılı, zengin Türkçeyi bilmiyoruz; birkaç yüz kelimeden, birkaç yüz cümleden meydana gelen bir iletişim ve konuşma Türkçesi ile konuşup anlaşıyoruz. Sonra da kendimizi iyi Türkçe biliyor sanıyoruz.

    Türkiyeliler elbette ki, günlük konuşma Türkçesini, iletişim Türkçesini yitirmemişlerdir. Konuşma ve iletişim Türkçesinde de yozlaşma ve erozyon olmuştur ama yine de ihtiyacımızı görmektedir. Ancak bu konuşma Türkçesi bize ilim, irfan, kültür, sanat, edebiyat olarak yeterli değildir. Onun yanında, konuşulmayan, sadece yazılıp okunan ikinci bir Türkçe gereklidir. Asıl Türkçe odur.

    Fuzulî’nin, Baki’nin, Nedim’in, Şeyh Galib’in, Ziya Paşa’nın, Namık Kemal’in, Evliya Çelebi’nin, Ahmet Cevdet Paşa’nın Türkçesi…

    Edebî ve yazılı Türkçe konusunda o kadar zavallı, o kadar fakir ve yoksul, o kadar âciz hale gelmişizdir ki, Hüseyin Rahmi’nin, Halid Ziya’nın, Halide Edib’in, Yakup Kadri’nin, Reşad Nuri’nin romanları bile artık

    “sadeleştirilerek”

    bastırılıyor. Yani, zengin ve edebî Türkçeden; fakir, sade, yozlaşmış sokak ve pazar Türkçesine tercüme edilerek… Bir topluluk için bu ne korkunç bir yıkımdır.

    Konuşma ve iletişim Türkçesi için okula, üniversiteye gitmeye lüzum yoktur. Çocuklar onu evde, âile içinde, çevrede kulaktan öğrenirler, konuşa konuşa elde ederler. Konuşulmayan yazılı-edebî Türkçe okullarda öğrenilir. İşte biz okullarımızda, eğitim kurumlarımızda bunu öğretemiyoruz.

    Lise ve üniversite mezunlarımız binlerce kelime ve kavramı bilmiyor. Kelimelerin mânasını öğrenmek oldukça kolaydır da, kavramları anlamak ve öğrenmek o kadar kolay değildir. Kavramları öğrenebilmek için iyi derecede felsefe (psikoloji, mantık, ahlâk, metafizik, estetik), sosyoloji, sanat tarihi ve kültürü, tarih, tarih felsefesi, edebiyat okumuş olmak gerekir.

    Mimarlık kültürü ve sanatıyla ilgili birtakım kavramlar ve terimler vardır: Gotik, barok, roman… Anadolu’da Selçuklu, Beylikler, Osmanlı mimarî eserleri bulunmaktadır… Hat sanatımızda sülüs, nesih, tâlik, divanî, kûfî, reyhanî ve sair yazı üslupları ile eserler verilmiştir… Anadolu’muzda yüzlerce çeşit halı ve kilim dokunmuştur, herbirinin kendine mahsus bir adı vardır… Din, tasavvuf, felsefe, düşünce sahasında binlerce ana kavram ve terim bulunmaktadır… Bunları okullarda, bilhassa liselerde sıkı bir eğitim ile öğrenmeyen kimse lügata ve ansiklopediye bakarak anlayıp öğrenemez.

    Türkiye’den, Türkiyelilerden korkan, onların gücünü kırmak isteyen dış düşmanlarımız birtakım gizli protokollarla dilimizi, kültürümüzü, tarihimizi, kimliğimizi, sanatımızı darbelemişler, darbeletmişlerdir.

    İçeride veya dışarıda az buçuk tahsil görmüş, ağzı laf götüren birtakım okur-yazarlarımız yazılarında, konuşmalarında ilmî ve kültürel laflar etmektedir. Mesela

    meşruiyet

    kelimesini kullanmaktadırlar.

    Bu kelimenin bir lugavî, bir de ıstılahî mânası vardır.

    Sözlük mânasını bilenler olabilir ama, ıstılah olarak mânasını bilen kaç kişi çıkar? İstenirse bir imtihan yapılabilir. Yüksek tahsil yapmış, kültürlü sanılan yüz kişi toplanır, bunlar bir salona alınır, ellerine kağıt verilir ve

    “Sayınlar, bir saat vaktiniz var, meşruiyet kavramı üzerine birer kompozisyon yazacaksınız

    …” Sonra yazılı kağıtlar toplanır, uzman bir heyet tarafından okunur ve not verilir. Acaba kaç kişi geçerli not alacaktır?

    Gazetelerde, dergilerde, kitaplarda, televizyonlarda zaman zaman birtakım kavramlar, terimler kullanılıyor. Bunların çoğu ayağa düşmüştür. Devlet diyoruz, cumhuriyet diyoruz, laiklik, demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, yargı bağımsızlığı… daha yüzlerce kavram ve terim kullanıyoruz. Bunların ne olduklarını, ne olmadıklarını doğru dürüst, sağlam bir şekilde biliyor muyuz? Heyhat! Çoğumuz, yazımın başındaki elli Türkçe cümle ezberlemiş yabancı gibi, papağan gibi, bulut arkası, kulaktan dolma, dil alışkanlığı şeklinde bunları kullanmakta, anlamaktadır.

    Satın aldığımız, çoğu yabancı dillerden tercüme edilmiş yüksek düşünce, ilim, kültür kitaplarını nasıl okuyacağız ki, onlarda geçen yüzlerce terimin ve kavramın mânalarını iyi bilmemekteyiz. Gerçek, gerçeklik, objektif, sübjektif, jakoben, Guenon’cu, asabiyet (İbn Haldun), sekülarizm (laiklikle arasında fark var mı?), paranoyak, şizofrenik.

    İnsanlar cahilliklerini, kültürsüzlüklerini konuşma lisanı ile gizleyebilirler ama yazılı lisanda bütün ayıplar, eksiklikler meydana çıkar.

    Televizyonda hararetli bir açık oturum yapılıyor, mangalda kül bırakılmıyor… Bu açık oturumun, konuşulanların ciddî, vasıflı, kıymetli olup olmadığını anlamak için onu yazıya çevirip yayınlamak gerekir. Kıymetli mi, ciddî mi, ipe sapa gelir mi o zaman iyice ve açık bir şekilde anlaşılır.

    Bazen Türkçe metin kurtarır gibi görünür, lakin onu mesela İngilizceye tercüme ettirip bastırırsanız kemali, yahut sıradanlığı veya beş para etmezliği gün gibi tezahür eder.

    İleri, medenî, güçlü ülkelerde vasıflı okullar ve liseler vardır. Bu liselerin yirmi beş otuz kişiyi geçmeyen sınıflarında en az beş öğrenci çok akıllı, çok çalışkan ve çok başarılıdır. İşte bu beşte birler ileride yetişir ve o ülkenin kültür, edebiyat, sanat, üniversite, medeniyet kadrolarını meydana getirirler. Bizde maalesef bu beşte birler yetiştirilmemektedir. Ender-i nâdirattan, istisna olarak birkaç insan yetişmektedir ki, onlar da şu yetmiş milyonluk ülkeye kâfi gelmemektedir.

    İsterseniz bir imtihan daha yapalım:

    Lise son sınıflarda okuyan yüz çocuğumuzu, lisan ve edebiyatımızın en büyük şâir ve edibi olan Fuzulî konusunda sınava çekelim.

    1. Fuzulî’den ezbere mısralar ve beyitler okuyunuz.

    2. Fuzulî’den bir gazel okuyup, onu şerh ediniz.

    3. Su kasidesinden ezberinizde olan mısra ve beyitler var mıdır?

    Kaç kişi geçer not alır dersiniz?

    Geçenlerde genç bir edebiyat öğretmeni ile tanıştım, kendisinden izin alarak ona

    “Fuzulî’den birkaç beyit ve mısra okuyunuz…”


    dedim. Hiçbir şey okuyamadı! Evet

    okur-yazar câhillik toplumumuzu kara bulut gibi sarmıştır.

    İdeolojik mitolojilerin, hurafelerin kurbanı olmuşuzdur. Edebî ve yazılı dilimizi yitirince aklımız da güdükleşmiştir.

    Gönül, özel dershâneler açılmasını, akıllı insanlarımızın buralara kayd olup, dersleri takip edip

    edebiyat, zengin Türkçe, mantık, sanat tarihi ve kültürü, sosyoloji, antropoloji, lisaniyat konusunda

    özet olsa da çok sağlam bilgiler edinmelerini temenni ediyor. Kimsenin böyle şeylerde gözü yok. Toplumumuzun şimdi en büyük değeri paradır, ranttır. 19 Ekim 2003

    İş ve Ticaret Ahlâkımız

    Polonyalı Kont Edward Raczynski, 1814 yılında, aralarında ressam Fuhrman‘ın da bulunduğu kalabalık bir heyetle Osmanlı ülkesine gelir. İstanbul, Çanakkale, Marmara bölgesinde seyahat eder ve gördüklerini 1821’de, büyük boy ve gravürlü bir kitap şeklinde yayınlar. Bu eserin Türkçe’ye de tercümesi yapılmıştır:

    1814’te İstanbul ve Çanakkale’ye Seyahat.

    (Çeviren: Kemal Turan. İstanbul 1980. Tercüman 1001 Temel Eser. No. 150. 221 sayfa.)

    Polonyalı seyyah o zamanki Müslümanların ticaret ve iş ahlâkını şöyle beyan ediyor:

    “İstanbul’daki Türklerin, namuslu ve dürüst alış-verişlerine hayran oldum.

    Hemen hemen her gün bedestene gidiyordum. Bizdeki alıcı ve satıcıların birbirlerini aldatmaya kalkışmalarına burada hiç rastlamadım. Satıcı, malına bir fiyat söylüyor, alıcı ise, bu fiyattan aşağıya bir fiyat veriyor. Verilen üçüncü fiyatta ya uyuşuyorlar, yahud da alıcı çekip gidiyor.

    Kazanç hırsı, Müslümanların günde beş vakit namaz kılmalarına mâni olmuyor.

    Müezzin ezan okuyunca herkes camiye koşuyor. Esnaf dükkanlarını kapatmayıp biraz sonra geri döneceklerini belirtmek için kapılarının önüne birer bez çekiyorlar. Bu sonsuz itimat, hizmete göre değer kazanıyor.

    İstanbul’da hırsızlık vakalarına çok seyrek rastlanırmış. Bu işi yapsa yapsa ancak ya bir Yahudi, ya bir Ermeni, ya da bir Rum yaparmış.”

    İslâm büyüklerinden İmamı Şâfii Hazretleri,

    “Asıl fazilet, düşmanın kabul ve şahadet ettiğidir”

    buyurmuşlardır.

    Ondokuzuncu asrın başlarında Osmanlı İmparatorluğu gerileme ve çöküş devrini yaşıyordu ama Müslümanların ahlâkı bugünkü gibi bozulmamıştı.

    İstanbul’da Beyoğlu’nda

    İngiliz Konsoloshanesinin önündeki büyük patlama

    esnasında civardaki bir kuyumcu dükkanının vitrinleri parçalanmış, altınlar sokağa saçılmış,

    komşu esnaf toplayabildiğini toplamış, sahibine vermiş, ancak, ne yazık ki, yağmacılar ve çapulcular bir kısım altın, para ve mücevheratı kapışmışlar.

    Eski ahlâkımız olsaydı böyle mi olurdu?

    Eskiden, bugünküne benzemeyen bir

    mahalle teşkilatımız

    varmış, mahalleli birbirine mütteselsilen kefilmiş. Bir cinayet işlenir, adam öldürülürse câni ve katil bulunamadığı takdirde ölenin diyetini (kan bedelini) mahalleli ödermiş. Bu yüzden de halk mahallesine, sokağına tanımadıkları, şüpheli, uğursuz adamları almazlarmış.

    Eskiden yalnız yaşayan bir kadın uygunsuz işler yaparsa, evine “baskın” tertiplenirmiş.

    Mahallenin imamı, ileri gelenleri, delikanlıları ansızın, geceleyin evin kapısını çalarlar, içerdeki ahlâksız erkeği yakalayıp bir temiz döverler, karıya da mahalleyi terk etmesi için bir iki gün mühlet verirlermiş.

    Eskiden Müslümanların sözü sözmüş, borcu borçmuş. Verilen söz yerine getirilirmiş, borç ödenirmiş. Nitekim eski medenî kanunumuz olan

    Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyede


    “Deyn eda olunur”

    (borç ödenir)

    diye yazılıdır.

    İslâm hukukuna ve ahlâkına göre bir insanın borcunu ödemesi farzdır.

    Bazı zarurî sebepler dolayısıyla borcunu ödeyemeyene mühlet vermek, kolaylık göstermek ise vâciptir. Zarurî sebepler dedim… Borçlunun başına bir felaket gelebilir, dükkânı yanabilir, gemisi batabilir, ağır bir hastalık geçirebilir… Yoksa,

    sefihâne bir hayat sürecek, lüks ve gösterişli otomobil alacak, gül gibi karısı varken Moldavyalı bir karıyı ayrı eve kapatacak, bin türlü rezillik yapacak ve sonra borcun vâdesi gelince ödeyemeyecek. Böyle alçağa niçin mühlet verilecekmiş?

    Bugünkü ticaret ve iş hayatımız bir fâciadır. Adama bono

    (vâdeli senet)

    verir, zamanı gelince ödemez. Çek verir, karşılıksız çıkar. Söz verir, sözünü tutmaz. Malın evsafı ve kalitesi hakkında yalan konuşur, aldatır. Velhasıl

    ticaret, iş, alış-veriş hayatında bin türlü yamukluk yapar…

    Tabiî ki namuslu, şerefli, dürüst, sözüne sadık, borcunu ödeyen, ticaretine ve işine yalan dolan karıştırmayan, müşterisine ihanet etmeyen örnek tacirlere ve iş adamlarına bir şey dediğimiz yoktur. Onları tenzih ederiz, başımızın tacı olsunlar.

    Yeni bir anayasa yapılırsa Türkiye düze çıkarmış… Türkiye külliyetli miktarda kredi bulursa ferahlık olurmuş… Hükümet muslukları açarsa piyasa düzelirmiş… Bunlar boş ümitlerdir, hiçbir toplum, kötü taraflarını bilip onları iyileştirmek için çalışmadıkça kurtulamaz, selamete çıkamaz.

    Türkiye’yi, Müslümanları ayakta tutan; onlara güç, vasıf, üstünlük, zindelik kazandıran bütün değerler, bütün müesseseler yıkılmıştır. Yerlerine hiçbir şey konamamıştır. Bu boşluk doldurulmadıkça ülke, halk, devlet yücelmez.

    Ticaretin, sanayiin, iş hayatının da ahlâkı-etiği vardır.

    Günümüzde para en büyük değer, amaç olmuştur. Para put olmuştur.

    Altın buzağıya tapan toplumlar Allah’ın gazabına uğrarlar, iflah olmazlar.

    Şu sefil solucana bakınız:

    – Yüz binlerce hattâ milyonla dolara lüks, gösterişli, gurur ve kibir verici bir mesken alıyor, bir de yazlık.

    – İhtiyacı olmadığı halde, yüz, iki yüz bin dolara otomobil alıyor.

    – Çocuklarının annesi karısını başından savıp seksi bir genç karı ile birlikte yaşamaya başlıyor.

    – Helal haram ayırımı yapmadan kuduz bir hırsla para, daha fazla para, en çok para kazanmak için yemediği halt kalmıyor.

    – Hava parası vererek lüks bir kulübe üye oluyor.

    – Hiç lüzumu olmadığı halde, iş yerinden evine helikopterle gitmeye kalkıyor.

    Bu beyinsizliklerin sonucu olarak da, iş ve ticaret sermayesi ölü mallara bağlanıyor, sonunda iflas ediyor. Böyle tacirden, iş adamından ne kendisine, ne âilesine, ne de mensubu olduğu topluma ve ülkeye bir fayda gelir.

    Sözüm öncelikle Müslüman tâcirlere ve iş adamlarınadır. Yüce dinimizin fıkıh ve ahlâk prensiplerine kesinlikle uymalıyız.

    “Bu düzen bozuk bir düzendir, böyle düzenlerde ve zamanlarda yamukluk yapmak câizdir…”


    mealindeki şeytanî fetvalara kesinlikle inanmamalıyız. Biz

    “Emîn”

    sıfatına sahip ulu bir Peygamberin ümmetiyiz. Dinimizin temel farzlarından biri de istikamet, yani doğruluktur. Beş vakit namaz kılan dindarların günde defalarca okudukları Fatiha suresinde

    “İhdina’s-sırata’l-mustaqıym”

    (Ya Rabbi! Bizi doğru yola kılavuzla.)

    ibaresi geçmektedir. Gafil olmayalım. 08 Aralık 2003

    Okumayan Bedevî ve Zevzek Toplum

    Albatros çok iyi uçarmış, havada saatlerce durabilirmiş, rüzgârdan yararlanarak kanatlarını kırpmadan uzun müddet süzülebilirmiş. Lakin karaya indi mi zor yürürmüş. Göklerde alabildiğine hareketli ve çevik, yerde o nisbette hantal ve beceriksizmiş. Toplumumuzda albatrosa benzeyen kimseler çok. Laf sokmalarında uçtukça uçarlar; işe, yazıya, ciddiyete gelince bir şeycik yapamazlar.

    Bugünkü Türkiye toplumu, nâdir istisnaların dışında şifahî, geveze, zevzek bir toplum haline gelmiştir. Bu iddiamı bin delille isbat edebilirim. Müsaadenizle bir delilimi sunayım. Her ülkenin basınında haftalık haber-yorum dergileri vardır. Bunlar günlük gazetelerden daha kalıcı ve ciddîdir. Size oniki ülkede yayınlanan böyle dergilerden birkaçının listesini vermek istiyorum:

    Mısır: El-Ahali (tirajı: 50 bin), İsrail: Ha’ir (180 bin), Lübnan: El-Vatan el-Arabî (108 bin), Yunanistan: To Vima (204 bin), Macaristan: Heti Vilaggazdasag (200 bin), İtalya: Famiglia Christiana (1.5 milyon), L’Espresso (420 bin), Litvanya: Atgimimis (70 bin), Hollanda: Elsevier (370 bin), Polonya: Nie (780 bin), Portekiz: Expresso (141 bin), İsviçre: Construire: (390 bin), Çek Cum: Respekt (75 bin), Tyden (100 bin).

    Bu ülkelerde başka haftalık haber-yorum dergileri de yayınlanıyor. Mesela Polonya’da bu tür haftalıkların yekûn tirajı iki milyon civarındadır.

    Peki şu yetmiş milyonluk Türkiye’deki haftalık haber-yorum dergilerinin tirajları ve satışları ne kadardır? Maalesef liste başında gelen Aksiyon 20 bin civarındaymış. Onun yanında Tempo ve Aktüel var. Cümlesinin haftalık satışı 50 binin altında. Düşünebiliyor musunuz, 38-40 milyonluk Polonya’da 480 bin tirajlı bir dergi çıkıyor, yetmiş milyonluk Türkiye’de bunun benzeri sadece yirmi bin civarında basabiliyor.

    Türkiye’nin şifahî bir toplum olduğunu isbat etmek için başka delile hacet yok. Biz medenî, “yazılı”, seviyeli bir toplum olsaydık başarılı ve vasıflı bir derginin en az bir milyon satılması gerekirdi.

    Moskova’dan gelen bir dostum anlattı. Orada taksi şoförleri müşteri beklerken ya uyurlarmış, yahut da bir şey okurlarmış. Adam kendisini okur-yazar sanıyor. Bu hususta yemin etse başı çok ağrır. Okuma biliyor ama okumuyor; ne anladım ben bu okur-yazarlıktan?

    Herifin salonunda koltuk, kanape, büfe, vitrin, masa, sandalya, sehpa, halı, avize, gümüş, kristal, porselen eşya var ama bir kütüphane yok. Neymiş eşi istemiyormuş, kitaplar toz yaparmış… Böylelerinin kafaları tozludur. Bazı yeni yetmelerin salonlarında mini-barlar var. İçleri çeşit çeşit alkollü içecekle dolu. Nane likörü, vermut, cin, kırmızı ve beyaz şaraplar, konyak… ama kitabı yok. Vay kitapsız vay!

    Vatandaş liseyi veya fakülteyi bitireli on beş sene olmuş ve bu onbeş sene içinde bir tek ciddî, vasıflı, değerli, faydalı kültür kitabı okumamış. Salağın biri şöyle diyormuş: “Biz artık büyüdük, yetişkin olduk. Kitabı çocuklar ve öğrenciler okur…” Böylelerinin akıllarına turp suyu sıkmak gerekir.

    Sağa sola çatmayı bırakayım da biraz da sevgili Müslüman kardeşlerime birkaç çift lâf edeyim: Bugünkü cahillikle, bedevîlikle, şifahî kültürlü, kırsal kesim ve varoş zihniyetiyle, medeniyetsizlikle hiçbir yere varamayız.

    Kitap okuyacağız kitap!

    Nasıl kitaplar?.. Vasıflarını sayayım:

    1. Faydalı kitaplar. Peygamberimiz “Ya Rabbî, faydasız ilimden Sana sığınırım…” buyurmuşlardır.

    2. Değerli kitaplar,

    3. Güvenilir, muteber kitaplar.

    Müslümanlar son otuz beş yıl içinde binlerce çeşit irili ufaklı kitap yayınladılar, maalesef bunların yüzde doksanı para kazanmak için çıkartılmış yararsız, hattâ bazısı zararlı kitaplardı. Kitap sayısının çok olması gerekmez, gerekli konularda yeterli sayıda kitap telif veya tercüme edilmeli, bunlar milyonlarca adet basılarak halkın alıp okuması temin edilmelidir.

    Sadece kitap almakla iş bitmiyor. Alınan kitap okunmalıdır. Okunan kitap anlaşılmalı, içindeki bilgiler hazmedilmelidir. Yine iş bitmiyor, anlaşılan bilgiler hayata uygulanmalıdır.

    Herifin kütüphanesi var, lakin kitaplarını okumuyor, onlardan faydalanıp ilim ve irfan sahibi olmuyor. Böyle bir adam kitap hammalıdır. Eskiden Cağaloğlu’nda kitap hammalları vardı. Matbaalardan yayınevlerine kitap paketlerini taşırlardı, çoğu okuma yazma bilmezdi. Okumayan kitap ve kütüphane sahibi böyle bir hammaldan farkı yoktur.

    Herkes yazamaz, yazar olamaz ama herkesin okuması gerekir. Dindarlara hitap ediyorum: Faydalı, müsbet kitaplar okuyunuz. Bozuk din kitapları kişiyi dininden imanından eder. Câhil hekim kişiyi canından edermiş; bozuk adamların kitaplarını okuyanlar sapıtır, ebedî saadetlerini yitirir.

    Müsteşrik (oryantalist, doğu bilimci) kafalı ilahiyatçıların telif ettiği saçma sapan kitaplar okuyanı Mevlasına değil, belasına götürür.Sahih-i Buharî’deki hadîsleri inkâr edenlerden bu ümmet’e ne yarar gelir?

    Okumak, okumak, okumak… İşte en mühim meselemiz.

    Geçenlerde, bir din okulundan mezun olmuş bir genci (iznini alarak) imtihan ettim,

    “Allah’ın sıfatlarını sayınız…”

    dedim. Şaşaladı, dut yemiş bülbül gibi lâl ü ebkem (dilsiz) kesildi.

    “Bana milletvekili, futbolcu, şarkıcı, türkücü, manken, gazeteci, yorumcu, işadamı isimleri sayınız”


    deseydim yüzlercesini sayacaktı.

    Yapacağımız ilk iş küçük bir ilmihal alarak temel din bilgilerimizi öğrenip hafızamıza nakş etmek olmalıdır. Sonra

    (şeriata uygun olmaları şartıyla)

    ahlâk, tasavvuf, menkabe kitaplarını okumamız gerekir. Evliya

    (Allah dostları, olgun ve ermiş İslâm büyükleri)

    nasıl yaşamışlar, nasıl davranmışlar, nasıl ibadet etmişler, ahlâkları ve karakterleri nasılmış?..

    Liselerimizde doğru dürüst

    (belki de hiç)

    mantık okutulmuyor. Çünkü bugünkü düzenin mantık bilen insana ihtiyacı yoktur. Mantık bilen vatandaş derhal muhalif olur, sorgulamaya başlar. Müsbet kafalı bir zatın yazdığı bir mantık kitabı almalı ve güzelce okumalıyız.

    Tarihimize, ecdadımıza, millî kimlik ve kültürümüze saygılı, devamlılık şuuruna sahip tarihçilerin yazdığı tarih kitaplarını okumalıyız.

    Müslümanlar ve genelde bütün halk israfa, aşırı tüketim hastalığına saçıp savurmaya batmıştır. Anti-tüketim, kanaat, iktisat, ölçülü yaşama konusunda kitap varsa onları alıp okumalıyız.

    Görgü (Adab-ı muaşeret), edeb, yüksek ahlâk kitapları okumalıyız. Herkesin arasında el parmaklarını çıtırdatmanın çok ayıp olduğunu nasıl öğreneceğiz.

    İsm ve resm dindarı olmakla iş bitmiyor, iyi Müslüman olmak gerekiyor. İyi Müslüman iyi insan, iyi vatandaş, iyi komşu demektir. Otomobille giderken sigarasını pencereden yola atan kimse ne iyi Müslümandır, ne iyi insan, ne de iyi vatandaş. Kaba ve görgüsüz kerestenin tekidir!

    Müslümanlarda akıl olsa, bütün ülkeyi bir kütüphaneye çevirirlerdi. Ülkemizde en az on bin yerde okuma-kültür merkezleri açılmalıdır.

    Herif günde sekiz saat uyuyor, sekiz saat çalışıyor, bir iki saat yiyor içiyor, birkaç saat gevezelik, gıybet, zevzeklik ediyor, geri kalan zamanını mâlâyâni ile öldürüyor ve yirmi dört saat zarfında yarım saat faydalı okuma ile meşgul olmuyor. Böyle bir adamın hayatı kaymış demektir.

    Şifahî ve bedevî toplumdan medenî, yazılı, okuyan topluma nasıl dönüşeceğiz? 15 Ocak 2004

    Zengin Çocukları ve Din Hizmetleri

    Din hizmetleri, en önemli, en hayatî, en ulvî hizmetler değil midir? Din mukaddes muazzez, ulvî, yüksek olduğuna göre onunla ilgili hizmetlerin de öyle olması gerekmez mi?..

    Madem ki, din ve onunla ilgili hizmetler böylesine kutsal ve yüksektir; zengin, yüksek tabaka, okumuş, medenî, şehirli, nüfuzlu Müslümanlar; en zeki, en akıllı, en istidatlı çocuklarını niçin bu hizmetlere yöneltmemişlerdir? Niçin zengin, varlıklı, ünlü, nüfuzlu, tesirli müslüman âilelerden, müftü, imam, vâiz, din dersi öğretmeni yetişmemiştir.

    Birtakım sözü dinlenen seçkin Müslümanlar son elli yıl boyunca dine hizmet diye bağırdılar ama bir tanesi bile oğlunu din hizmetlerine vermedi.

    Kırsal kesimdeki fakir fukaranın muhtaç ve imkânsız çocukları toplandı; Kur’ân kurslarında, gizli medreselerde, İmam-Hatip okullarında okutuldu. Zengin, kodaman, imkânlı Müslümanların ve İslâmcıların çocukları ise kolejlere gönderildi; lise tahsilinden sonra kimi doktor oldu, kimi mühendis, kimi işletmeci. Bunların bazılarına Avrupa’nın, Amerika’nın en gözde ve pahalı üniversitelerinde büyük servetler harcanarak yüksek tahsil yaptırıldı.

    Din hizmetlerine zengin ve seçkin Müslümanların rağbet etmemesinin sebebi nedir? Din hizmetinde para olmadığı için mi? Öyleyse vah vah, çok yazık demek gerekir. Âilesi zengin olan, hazır rant gelirleri olan bir din hizmetlisi maddî sıkıntı çeker mi?

    Yüksek tabaka Müslümanları tenâkuzlar

    (çelişkiler)

    içinde yüzüyor. Hem

    “Din kutsaldır, din hizmetleri mukaddestir, çok önemli ve hayatîdir…”

    diyorlar. Hem de hiçbiri oğlunu bu sahada yetiştirmiyor. Bu, sadece bir çelişki değil, bir samimiyetsizlik, bir nifak alameti de değil midir?

    Şu anda ülkemizde 100 bin kadar müftü, vaiz, imam, müezzin, din dersi öğretmeni bulunuyor ve bunların hemen hepsinin kökeni kırsal kesimdir, taşradır, varoşlardır. Bağdat caddesinden, Boğaziçi yalı veya köşklerinden, korular içindeki bir milyon dolarlık kâşânelerden; zengin ve görgülü burjuva âilelerinden, önemli ve ünlü familyalardan, büyük bürokrat, büyük akademisyen çocuklarından resmî din hizmeti yapan bir tek kişi bilmiyorum.

    Böyle yazdığım için bir takım kıt-akıllılar beni köylü düşmanlığı yapmakla suçluyor. Halt ediyorlar!.. Bendeniz çok ıssız bir yerde doğdum, yedi yaşıma kadar, 1930’ların fakir ve yoksul Türkiyesi’nin kırsal kesiminde büyüdüm.

    Köylüler başımın tacı olsunlar. Sosyolojik ve kültürel bir meseleden bahsediyorum.

    Köylü, kırsal kesim, gecekondu, varoş, taşra derken zihniyeti, medeniyet durumunu kasd ediyorum.

    Köylüleri hor görmek, bir insana alçaklık olarak yeter de artar.

    Evet soruyorum:

    Niçin kodaman, zengin, varlıklı, iyi bir hayat süren, makam ve mevkii sahibi olan, İslâmî hareketi temsil eden, onun başını çeken Müslüman şahsiyetler ve âileler oğullarını din hizmetlerine yönlendirmemişlerdir? Camilerdeki mihrablar, vaaz kürsileri, hutbe minberleri, müftülük makamları Peygamber mevkii değil midir? Doktorluk, mühendislik, işletmecilik bu hizmetlerden daha mı ulvî idi ki, zengin ve yüksek

    Müslümanların çocuklarının kısm-ı âzamı böyle ihtisaslara yönlendirildi?

    Din hizmetlerinin parası yokmuş, itibarı yokmuş… İhlaslı bir Müslüman için bunlar, hizmetten kaçmak için geçerli sebep midir? Son elli küsur sene içinde din hizmetleri konusunda şehirli, medenî, çağ seviyesinde, güçlü, vasıflı, üstün elemanlar yetiştirmediğimiz, bunlardan müteşekkil müessir ve tuttuğunu kopartır kadrolar kurmadığımız için bakınız ne hallere düştük. Türkiye’deki İslâmî hareket tam mânasıyla bir kırsal kesim, köylü, gecekondu, varoş hareketine dönüşmüştür.

    Kurmay sınıfı olmayan bir ordu düşünebilir mi? Sadece gece bekçileri ile bir emniyet teşkilatı başarılı şekilde hizmet görebilir mi? Büyük şehirlerin zengin ve üst tabaka mahallelerinde hizmet gören imamların, vaizlerin çok yüksek, en yüksek kültür, medeniyet, görgü, sanat, seviyesinde olmaları gerekmez mi?

    İslâm bir kırsal kesim dini midir ki, onun hizmetlileri hep kırsal kesim kökenli oluyor?

    Size eski bir imamı örnek olarak anlatayım.

    Merhum Necmeddin Okyay hoca…

    – Bu zat zahîrî-şer’î ilimlere sahipti, medrese tahsili yapmıştı. İcazeti vardı.

    – Türkçe’yi çok iyi bilirdi. Onun yanında Arapça ve Farsça bilirdi.

    – Aruzla şiir yazabilir, ebced hesabıyla tarih düşürürdü.

    – Büyük bir hattattı.

    – Geleneksel millî-dinî sanatlarımızdan ebrû sahasında üstaddı.

    – Millî sporlarımızdan okçuluk sahasında ustaydı. Bu işin hem teorisini bilir, hem de yay ve ok yapardı.

    – Tasavvuf neş’esine sahipti.

    – Şehir görgü ve edebine sahip gayet nezih, efendi, mürüvvetli fütüvvetli bir İstanbul çelebisi idi.

    – Bahçesinde yüzlerce çeşit gül yetiştirirdi.

    Velhasıl bu zat, âlim, ârif, hünerli, maharetli, edib, ehl-i hırfet ahlâk ve fazilet sahibi idi. Sohbetleri büyük küçük herkesi cezbederdi.

    Osmanlının son zamanında böyle din hizmetlileri yetişmiş de, şimdiki İslâmcılar ve pabucu büyükler niçin yetiştiremediler?

    “Filan din görevlileri

    (ne acayip kelime!)

    falan hoca efendiye çok bağlıymışlar…”

    Böyle söyleyip de beni güldürmesin kimse. Kuru bağlılık ile din hizmeti yürümez. Hizmette başarı için ilim, irfan, ahlâk, fazilet, kültür, sanat, edeb, erkan, takva, ihlas gerekir.

    Osmanlı devrinde arapça kitap yazan ulema yetişiyordu. Şimdi var mı? Bana, Arapça veya İngilizce kitap yazıp bastırtan bir tek İmam ismi verebilir misiniz?

    Eski İstanbul müftüsü ve Diyanet Reisi merhum Ömer Nasuhi Bilmen

    gençliğinde, medrese talebesi iken bir

    roman

    yazmıştır. Bu zatın

    Farsça divanı

    da basılmıştır, bende bir nüshası vardır.

    Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Muhammed Zâhid Kevserî

    Anadolu çocuklarıydı, Arapça’yı medresede öğrendiler, kaza ve kaderin sevki ile ömürlerinin bir kısmını Mısır’da geçirdiler ve orada herkesi hayran bırakan

    Arapça ilim kitapları yazdılar; ehl-i Sünnet’i müdafaa ettiler, ehl-i bid’atı susturdular.

    Şimdi bizde böyle zatlar yetişiyor mu? Din hizmetlileri içinde değerli şahsiyetler yoktur demiyorum, elbette çok az miktarda nâdir sanatkârlar bulunmaktadır.

    Ama yetmiş milyonluk Türkiye’ye yeter mi birkaç kişi?

    Bin kere yazdım, bir kere daha tekrarlayayım:

    Köylü kültürü ve zihniyetiyle bir yere varamayız, kurtulamayız. İslâm köylülerin de dinidir ama köylü dini değildir.

    En seçkin, en medenî, en imkânlı, en şehirli Müslüman âilelerin yeterli sayıda zeki, istidatlı, yüksek karakterli, çocuğu din hizmetlerine yöneltilmelidir. Bugünkü din mektepleri ve fakülteleriyle vasıflı, güçlü, üstün din hizmetlileri yetiştirmek mümkün değildir. Paralel-alternatif bir eğitim ile bunlar özel olarak yetiştirilmelidir. Aksi taktirde sürünmeye ve esârete devam… 17 Şubat 2004

    Çocuklarımızı ve Gençleri İyi Yetiştirmek

    150 milyon liraya dijital fotoğraf makineleri satılıyor. Filmle resim çeken klasik makinelerin ucuzları ise 10-20 milyon liraya. Akıllı, terbiyeli, efendi, yetişmek isteyen okul çocuklarımıza ve üniversiteli gençlerimize birer fotoğraf makinesi temin edilse; şehirlerin tarih ve kültürle ilgili yapılarını ve yerlerini fotoğraflasalar, albümler meydana getirseler, her resmin yanına kısa ve özlü bilgiler bulup yazsalar, ne kadar zevkli, faydalı bir meşguliyet olur.

    İstanbul’un sur içi bölgesi, tarih ve kültür bakımından engin bir hazinedir. Gerçi son elli yılda bu bölge çok tahribata uğradı ama büsbütün yok edilemedi. On gençten meydana gelen bir kafilenin başına bir rehber bulunur, güzel bir günde gezmeye başlarlar. Mesela Ayvansaray’dan, yahut Yedikule’den işe başlanabilir. Camiler, çeşmeler, eski zaman evleri…

    Çocuklarımızı ve gençlerimizi meraklı, dikkatli ve hafızası güçlü olarak yetiştirmeliyiz. Merak, dikkat ve hafıza eğitimle, çalışmayla güçlenebilen üç yetenektir.

    Genç nesillerin büyük kısmı pek havaî yetişiyor.

    “Ben mühendis yahut işletmeci olacağım; edebiyatın, tarihin, güzel sanatların, arkeolojinin benimle ne işi olabilir…”

    Ne kadar yanlış bir düşünce, ne kadar kısır bir zihniyettir bu! Bilgili, kültürlü, gerçekten okur-yazar olabilmek için kişinin edebiyat bilmesi, tarih bilmesi, mimarlıktan anlaması güzel sanatlar sahasında kültürü ve birikimi olması gerekir. Felsefe de bilmelidir. Yeteri kadar mantık okumamış bir kimse, doğru dürüst düşünebilir, doğruyu yanlıştan ayırt edebilir mi? Bizim eğitim sistemimiz çocuklarımıza psikoloji, mantık, ahlâk, metafizik, estetik okutmuyor. Bir kısım dindarlar da, felsefe kültürünü küfür gibi görüyor, islâm ilkelerine ve inançlarına ters düşmemek şartıyla, felsefe öğrenmekte hiçbir beis ve sakınca yoktur. Aksine Müslümanı güçlü kılar.

    Kimse darılmasın ama, genelde, üniversitelerimiz dökülüyor. Delikanlı tarih bölümü üçüncü sınıfında okuyor, kendisine

    “Belli başlı Osmanlı tarihçilerini sayınız”

    diyorsunuz, afallıyor, şaşıp kalıyor. Bırakın tarih bölümünün üçüncü sınıf öğrencisini, parlak bir lise talebesi bile bunları bilmelidir.

    Naima’yı, Peçevî’yi, Selanikî’yi, Lütfü Paşa’yı, Kâtip Çelebi’yi, Ahmet Cevdet Paşa’yı

    bilmek için tarihçi olmak gerekmez ki.

    Geçenlerde Çemberlitaş’tan geçerken, Kubbealtı vakfının kurslarıyla ilgili bir ilan gördüm,

    “Aruz dersleri”

    de vardı. Çok sevindim. Okur-yazarlarımız içinde yeterli sayıda aruz bilen kimse bulunmamaktadır. Aruz bilen, şiir yazmasa bile Türkçe nesri daha güzel, daha ahenkli, daha edebî bir üslupla yazar, ve konuşur.

    Tanıdıklarımdan bir genç kimya okudu, mezun olduktan sonra Milli Eğitim’de öğretmenlik yapamadı. Şu anda uzmanlığıyla hiç ilgisi olmayan yorucu bir işi var. Bu genç üniversitede okurken geleneksel millî sanatlarımızdan birini öğrenmiş olsaydı, o sanat sahasında eser ve ürün vererek, hem geçimini temin edecek, hem de zevkli, manalı bir çalışması olacaktı.

    Ufuklarımız niçin bu kadar dar? Niçin okullardaki ve üniversitelerdeki gençlerimize hakkıyla rehberlik hizmeti verilemiyor? İlimler, fenler, sanatlar, kültür… Bütün bunlar rehberlikle, adayların ellerinden tutularak öğretilir, yayılır.

    Diyelim ki, çatısı altında yüz öğrenci barınan bir talebe yurdumuz veya pansiyonumuz var. Bunların yüzüne birden sanat öğretmek mümkün olmaz. Lakin hiç olmazsa otuzuna sanat öğretilmelidir. Esas meslek ve uzmanlık itibarıyla doktor, hukukçu, mühendis, veteriner, işletmeci, bilgisayarcı olsun; onun yanında sayıları iki yüze yaklaşan geleneksel sanat veya zenaatlerimizden birini de öğrensin. Boş zamanlarında onunla uğraşsın.

    Yakın tarihimizin ünlü doktorlarından Profesör Bediî Gorbon çok başarılı bir cerrahtı. Evinin bir köşesinde küçücük bir tezgâhı vardı, nefis ve değerli tesbihler yapardı. Hakkında nice sanat ve antika dergisinde yazılar çıkmış, kendisiyle röportajlar yapılmıştır.

    Bazı anne babalara, kızmıyorum desem yalan söylemiş olurum.

    “Oğlumuz yetişsin, oğlumuz ileride iyi para kazansın, oğlumuz güzel bir hayat sürsün…”

    Temenniler hep böyle. Niçin biraz da

    “Oğlumuz bilgili, kültürlü, sanatlı, görgülü, ilimli, irfanlı, hünerli bir vatandaş olarak yetişsin.. “


    demiyorlar.

    Bugünkü eğitim sistemi ve üniversitelerle ülkemizin çocuklarını ve gençlerini vasıflı, kültürlü, ahlâklı, yüksek karakterli, sanatlı olarak yetiştirmek mümkün değildir. Mutlaka alternatif-paralel bir eğitime ihtiyaçları vardır. Sistem böyle bir eğitim vermez, bunu devletin dışındaki sivil güçler yapmalıdır.

    Zaman zaman medyadan, bazı liseli çocuklarımızın matematik, fizik, kimya, mekanik sahasında başarılar kazandıklarını, icatlar yaptıklarını öğreniriz. Matematikle, fizikle, kimyayla, mekanikle kültür olmaz. Kültür lisan, edebiyat, tarih, güzel sanatlar sahasında olur.

    Bir grup liseli gencimiz, İtalya’da uluslararası bir yarışmada matematik ve fizik sahasında birinci olmuşlar… Peki bu gençlerimiz anadillerinin en büyük şairi olan Fuzulî’nin divanını, manasını anlayarak, zevk ve haz alarak okuyabiliyorlar mı? Matematikte birinciymiş ama eline 1910’da basılmış bir Fuzulî divanı verin, aval aval bakacaktır. Dünyanın hangi ülkesinde parlak, zeki, çalışkan, başarılı bir lise öğrencisi, o ülkenin büyük bir şairinin ve edibînin 1910’da basılmış kitabını okuyamaz. Bu korkunç garabet, bu dehşetli cahillik Türkiye’ye mahsustur.

    Filan taşra şehrinde üç liseli genç, güneş enerjisiyle çalışan devridaim makinesi icat etmişler… Geçenlerde bir gazetede buna benzer bir haber vardı. Bir kere fiziğin temel kanun ve kurallarına göre, devridaim makinesi olmaz. Enerji bir halden bir hale geçerken mutlaka kayıp verir, ikincisi bunlar fantezi şeylerdir, kabiliyetli, istidatlı, çalışkan gençlerimizin kültürün temelleri olan lisan, edebiyat, tarih, güzel sanatlar, sosyal düşünce sahasında ödül kazanmaları gerekir.

    Eski liselerde otuz beş-kırk kişilik bir sınıfın, en az beş öğrencisi çalışkan, ciddî, kabiliyetli, meraklı, kültüre yönelik olurdu. Şimdi böyle mi bilmiyorum. Sokaklarda lise mekteplerinden çıkmış gençleri görüyorum, durumları hiç içaçıcı değil. Okulun kapısından çıkan, gömleğinin eteklerini pantolonunun üzerine çıkartıyor, kravatını gevşetiyor, ceketi omzuna alıyor, bir sigara tüttürüyor, yanındaki arkadaşlarıyla boş, manasız konuşmalar yaparak, ha ho hi diye kaba kaba gülüşerek, gayr-i ciddî şekilde yürüyor.

    İslâmî kesim, çocuklara ve gençlere rehberlik hizmetleri vermek hususunda tıkanıklık ve kısırlık içindedir. Bir kısım gençlerimizin çok zeki, çok efendi, çok vasıflı, çok istidatlı olduklarında şüphe yoktur. Benim tabirimle bunların keresteleri, tahtaları kıymetlidir. Ancak kerestenin, tahtanın kıymetli olmasıyla iş bitmiyor, onların kesilip, biçilip yontularak vasıflı birer insan haline getirilmesi gerekiyor.

    Bazı cemaatlerin gülünç bir edebiyatı ve kuruntusu var;

    “Bizim gençlerimizin hepsi pırlantadır… Bizim gençlerimiz yirmi dört ayar altındır…”

    Efendiler boş lafları bırakın da, bu pırlantaları sanatlı bir şekilde yontup, mücevher haline, altınlardan da yine sanat eserleri meydana getirmeye bakın. Yontulmamış pırlantanın maddî kıymeti olsa bile, mücevher olarak kullanılamaz. Külçe altın da, depoda muhafaza edilir.

    Gençleri yetiştirmek için yurt binası, yatakhane, yemekhane, mütalaa salonu, kalorifer, çamaşırhane, banyo dairesi yeterli olmaz. Bunlar yeme, içme, ısıtma, barındırma hizmetleridir. Amaç değil, araçtırlar. Siz himayenize aldığınız gençlere ilim, irfan, sanat, kültür, ahlâk, karakter, fazilet olarak ne veriyorsunuz? 22 Mart 2004

    Harcanan Gençlik

    Genç nesillerin harcandığı, hem de feci şekilde harcandığı kanaatindeyim. Ehl-i dünya taifesinin gençliği harcamasına yanmam da, Müslümanların, yetiştirme perdesi ardında harcamalarına çok hayıflanırım.

    Gençlerin yetişmesi ne demektir? Bu soruya önce menfi açıdan cevap vereyim:

    1. Gençleri barındırmak, onlara yemek vermek, burs dağıtmak yetiştirmek mânâsına gelmez.

    2. Son derece konforlu, temiz, lüks yurtlar yapılsa; buralarda barınan gençlere bütün maddi imkânlar sağlansa, bunlar onların iyi yetişmesine yetişmez.

    3. On binlerce temiz ve inançlı gence, yekûn itibariyle trilyonlarca liralık burs verilse, bunun da doğrudan doğruya iyi yetişmekle, adam olmakla ilgisi yoktur.

    Gençleri yetiştirmenin dört boyutu vardır:

    a. Bilgi, kültür, inanç boyutu.

    Bunun birinci maddesi edebî-yazılı kültür Türkçe’sini iyi bilmeleridir. Türkçe’yi biliyor mu, bilmiyor mu? Bunun ölçeği de şudur: Türk edebiyatının en büyük şairi ve edibî Fuzulî’nin divanını eline verirsiniz. Bir kaside veya gazel okutursunuz, metnin şerhini yapabiliyor, tahlil edebiliyor, mânâsını anlayabiliyorsa edebî-kültürel Türkçe’yi biliyordur. Bilmiyorsa, cahilin tekidir. Efendim, bizim çocuğumuz cebir, geometri, fizik, kimya sahasında birinciymiş, yok elmasmış, yok pırlantaymış, yok yirmi dört ayar altınmış; şöyle iyi, şöyle hoşmuş… Bunlar boş edebiyattan ibarettir. Sadece edebî ve zengin Türkçe’yi bilmek de yetmez; tarih kültürü olacak, Fransa liselerinde okutulduğu kadar psikoloji, mantık, ahlâk, metafizik, estetik bilecek, sosyoloji bilecek, sanat tarihi ve kültürü bilecek. Hem genel kültür sahibi olacak, hem kendi millî kültürüne gerektiği derecede vâkıf bulunacak. Bazı cemaat ve tarikatların kendilerine bağlanan gençler için

    “Bizim gençlerimiz çok yüksektir, hepsi yakuttur, zümrüttür, elmastır…”

    övgülerine aldanmamak gerekir. Bu işin bilgi ve kültür tarafı, müslümanların inanç boyutları da var. Genç nesillerin ehl-i sünnet akidesine bağlı olarak yetiştirilmeleri gerekir. İmandan sonra, en önemli husus tashih-i itikattır. Filan İslâmî cemaate girmiş, kendisine burs, ranza, barınak, yemek temin edilmiş, lâkin itikat konusunda yetersiz bırakılmış. Böyle bir genç, elbette iyi yetiştirilmiyor demektir. Eskiden Osmanlı devrinde liselerde mufassal akaid, usûl-i fıkıh, fıkıh okutulurmuş.

    b. Aksiyon (amel), ahlâk, karakter terbiyesi.

    Genç nesillere bu da verilemiyor. Müslüman yalan söylemez, gıybet etmez, söz verince sözünden dönmez, emanete hıyanet etmez. Müslüman mürüvvetlidir, cömerttir, misafirperverdir. Müslüman kendisine kötülük eden bir din kardeşine, iyilik eder. Mesela biri kendisine bir kötülük yaptı, aradan seneler geçti, o adamın başına bir felaket geldi; Müslüman koşar, ona yardım eder. Kötülüğe kötülük her kişinin kârı; kemliğe iyilik er kişinin kârı… Eskiden çocuklar, gençler, yetişen nesiller âile ocağında, okulda, lonca teşkilatında, sosyal hayatın her kademesinde ahlâk, fazilet, mürüvvet öğreniyorlardı, zamanımızda bunlar bitti. Herif Müslümanım diyor, İslâmcılık edebiyatı yapıyor, sonra yemediği halt yok. Yağlı kemik kapmak için, haram menfaatler temin etmek için, her boyaya giriyor.

    “Bu düzen bozuktur, bozuk düzenlerde bozuk şeyler yapılabilir…”

    Bunu söyleyenler alçaktır, Müslümanlıkta böyle şey olmaz. Müslüman doğru, güvenilir, aldatmayan, hile yapmayan, alışverişte Şeriatın hüküm ve ölçülerine uyan; para için azmayan, kudurmayan, çıldırmayan kimsedir. Gençlerimizi ahlâk ve karakter terbiyesi konusunda yetiştirecek kadrolarımız ve müesseselerimiz var mı? Anne ve babalar,

    “Aman çocuğumuz okusun, parlak bir meslek sahibi olsun, hayata atılınca çok para kazansın, lüks ve konforlu yaşasın…”

    şeklinde düşünüyorlar. Bu kafayla çocuklar terbiye edilebilir mi?

    c. Genç nesillere şehir ve medeniyet görgüsü öğretmek gerekir.

    Bu da, lafla, istemekle, olsun demekle oluvermez. Medenî ve görgülü olmak için, uzun yıllar boyunca terbiye ve edeb dersleri almak gerekir. Bugün Türkiye’ye hakim kültür kırsal kesim, göçebelik, varoş, taşra, gecekondu kültür ve zihniyetidir. Tek kelimeyle bedevîlik diyebiliriz. Herif bir milyon dolarlık lüks meskende oturuyor, yüz bin dolarlık lüks otomobile biniyor, Karun kadar zengin, çuvalla para harcıyor, ama kitaba, sanata, kültüre harcama yapmıyor; evinde servetiyle mütenasip zengin bir şahsî kütüphanesi yok. Ben bu adama nasıl medenîdir diyebilirim, bedevîdir.

    ç. Estetik kültürü ve terbiyesi.

    Ülkemiz her geçen gün daha çirkinleşiyor. Daha doğrusu çirkinleştiriliyor. Binalar çirkin, caddeler, sokaklar, meydanlar çirkin, insanların kılık kıyafeti çirkin, evlerin dekorasyonu çirkin. Maalesef insan ayağı basan her yer çirkinleşiyor. Bunun sebebi nedir? Genç nesillere estetik, sanat, güzellik, zarafet eğitimi ve kültürü verilememesidir. Suriye’nin Halep taraflarında, Ürdün’de yeni yapılan binalar, o yörede bol bulunan taşlarla kaplanıyor. Bu taşlar binaları daha güzel gösteriyor. Bizim ülkemizde de, çeşit çeşit taş var, ama yapılaşmada bunlar kullanılmıyor. Niçin kullanılmıyor? Zevksizlikten. Sokakları, meydanları dolaşınız, bilhassa zenginlerin ikamet ettikleri semtlere gidiniz ve insanlarımızın kıyafetlerine bakınız. Rezalet, rezalet, rezalet… Eskiden hali vakti yerinde olanlar güzel, temiz, düzgün, rabıtalı giyinirlerdi. Kostümleri kostüme benzer, gömlekleri gömleğe benzerdi. Şimdi parası olanlar da, berbat şekilde giyinip kuşanıyor. Belki fakirlerin mazeretleri vardır, peki kılık kıyafetine milyarlar harcayan şu adamın palyaço gibi giyinip gezmesine ne demeli? Genç nesillerimize güzelliği, zarafeti, sanatı, estetiği kendisine uygun düşen ve yakışan şeyleri seçmesini nasıl öğreteceğiz? Bir şey öğretmek için bunları bilen öğreticilerin bulunması gerekmez mi?

    Benim bu yazımı, kaç liseli ve üniversiteli genç okur bilmiyorum. Bu sayının fazla olacağını da sanmıyorum. Okuyanlara, ümitlerini kırmamaları şartıyla, acı gerçeği açıkça beyan etmek isterim: Harcanıyorlar.

    Harcanmamak için çareler ve çözümler arasınlar. Bugünkü okullarla, bugünkü üniversitelerle iyi yetişmek mümkün değildir. Cebir, geometri, fizik, kimya, biyoloji bilmekle adam olunmaz. Adam olmak o kadar ucuz değildir. Paralel-alternatif eğitim alacak yollar, kapılar bulsunlar. Kemâl ehlinin (kaç kişi kaldı acaba?) istidatlı, liyakatli, kabiliyetli, ruh asaletine sahip gençlere yardımcı olmaları, onlar için bir vazife ve borçtur. Benim bu konuda hiçbir iddiam yoktur, tarafıma müracaat edilmemelidir. Konuyu gündeme getirmek, hatırlatmak için bu satırları yazmış bulunuyorum. 05 Nisan 2004 Pazartesi

    Okulda Rezalet

    Epey zamandan beri millî eğitim konusu ile ilgili fıkra yazmıyordum. Son öğrendiğim bir hadise üzerine okullarımızdaki ahlâk ve karakter terbiyesi meselesine eğilmeyi zarurî gördüm.

    Efendim, vak’a şu:

    Çok büyük şehirlerimizden birindeki bir okuldan altı erkek öğrenci atılmış.

    Sebep

    : Okulun bodrumunda bu altı çocuğumuz bir kız arkadaşlarıyla birlikte olmuşlar, kız şu anda iki aylık hamileymiş. Eskiden

    “Kız oğlan kız altı aylık hamile…”

    denirdi, bizim vak’adaki

    “iki aylık hamile…”

    Zinayı suç saymayan, birtakım bedbaht kadınlara T.C.başlıklı resmî

    “vesika”

    verilmesini insan haklarına uygun gören, bir kadın ile bir erkeğin aralarında nikâh olmadan birlikte yaşamasını normal gören ilerici, çağdaş, uygar kişilere göre okulun bodrumunda altı çocuğun

    (okul ortakokul seviyesindedir)

    bir kız arkadaşlarıyla çiftleşmeleri bu gibiler için çok tabiî karşılanabilir, hattâ sevindirici bir gelişme bile sayılabilir.

    Okullar genç nesillere sadece bilgi ve kültür vermekle kalmayan, aynı zamanda onlara ahlâk ve karakter terbiyesi de vermesi gereken kurumlardır. Okullar iyi vatandaş, iyi insan yetiştirme ocaklarıdır.Şayet bir eğitim sistemi, rahle-i tedrisinde yetiştirdiği çocuklara ve gençlere ahlâk ve karakter terbiyesi veremiyorsa oradaki halk, oranın devleti hapı yuttu demektir.

    Başka ülkeleri bilmem ama bizde ahlâkın, yüksek karakterin ana kaynağı dindir. Kelimelerin üzerine basa basa söylüyorum: Türkiye’de din dışı bir ahlâk, fazilet ve yüksek karakter oluşturmak mümkün ve muhtemel bir iş değildir.

    Kaç kere yazdım: Liseler öğleden sonra tatil olup öğrenciler dışarıya çıkarken hiç de içaçıçı manzaralar görülmüyor. Erkek öğrenciler kapıdan çıkar çıkmaz gömleklerinin eteklerini pantolonlarının üzerine çıkartıyor, kravatlarını gevşetiyor, yukarıdan bir kaç düğmeyi çözüyor, ceketleri omuzlarına alıyor, çoğu birer sigara tüttürüyor ve üçer-beşer kişilik gruplar halinde ciddiyetsiz bir şekilde gülüşe konuşa sokaklarda, caddelerde yürüyor. Onbeş yaşındaki liseli kızlara bakıyorum: Okuldan çıkar çıkmaz eteklerini bellerinin altından kıvırıyor, bacaklarını gösterecek şekilde mini etekli olarak gezmekten zevk alıyorlar.

    Türkiye’de bazı güçler sanki ahlâka, iffete, fazilete, ciddiyete savaş açmışlardır.

    Sanırım, yazımın başında anlattığım rezalet medyaya intikal etmedi. Etse ne olacak. Münferit bir vak’a değil ki… Bundan yıllarca önce de bir liseli kızımız okulda hamile kalmış, birtakım kimseler tarafından korunmuş ve gizlice çocuğunu doğurmuştu.

    Bazı iç ve dış güçler Türk toplumunu sekso-manyak bir toplum haline getirmek için planlı, kasıtlı, programlı, devamlı faaliyet gösteriyor.

    İstanbul’da yüzlerce, binlerce dükkanda ve seyyar tezgahta en iğrenç, en rezil, en müstehcen porno CD’leri peynir ekmek gibi satılıyor. Devletin bunlarla mücadele etmesi gereken kurumları, güçleri var ama nedense etmiyorlar. Elbette bir bildikleri var.

    Bundan elli yıl kadar önce ABD’de Dr. Kinsey adında bir zat kadın ve erkek vatandaşların cinsel hayatı hakkında ilmî bir rapor yayınlamış ve bütün dünyada yer yerinden oynamıştı.

    Büluğ çağındaki çocuklarımızın, genç erkek ve kızlarımızın, iki cinsten öğrencilerimizin seks konusunda bilinçlendirilmesi, galeyan halindeki duygularının sporla, okumakla, çeşitli hobilerle, sanatla frenlenmesi gerekir.

    “Eski kafalılığı bırakalım, hangi devirde yaşıyoruz? Tabusuz bir eğitim istiyoruz. Gençler serbest bir cinsel hayat yaşasınlar…”

    diyenler vardır. Onlar, bu memleketin çoğunluğunu teşkil eden Müslümanlarla inanç, ahlâk, toplum düzeni konularında paralel değildirler. Azınlıkta olan onların dediği mi olacak, yoksa çoğunluğun isteği mi? İşlerine gelince demokrasi diyorlar, peki ahlâk konusunda halkın isteğini yerine getirmeyen bir sisteme demokrasi denilebilir mi?

    Herkesi suçlamıyorum ama bazı aşırı, agresif, militan, fanatik, jakoben kişi ve zümrelerin zihniyeti

    “Kızım dindar olacağına bilmem ne olsun daha iyidir…”

    zihniyetidir. Böyle bir zihniyet Türkiye’yi aydınlık ufuklara, parlak yarınlara götürmez, tam aksine batırır.

    İnternette okudum, Batı medeniyeti âilesine mensup zengin ve güçlü bir ülkenin genelevlerinde üniversiteli kızlar fahişe olarak sermayelik yapıyormuş? Haberi veren ajans, bunların bu işi okumak aşkıyla yaptıklarını yazıyordu.

    Olacak şey değil, okumak aşkıyla orospuluk yapmak…

    Dindar, muhafazakâr âileler okuyan kızlarını ve oğullarını seks azgınlıkları tehlikesinden nasıl koruyacaklar? Bu koruma işi sadece âilelerin yapabileceği, başarabileceği bir şey değildir. Devletin yardımcı olması, toplumun harekete geçmesi gerekir.

    Oniki-onaltı yaşları arasındaki çocuklarımızı kesinlikle yırtık, şirret, edepsiz yetiştirmemeliyiz. Aşırı ve marazî olmamak şartıyla utangaçlık ve hayâ, gençleri ahlâksızlığa karşı koruyan bir kalkan ve siperdir.

    Bahar geldi parklarda, toplu nakil vasıtalarında çok laubali, çok ciddiyetsiz genç erkekler ve kızlar görüyorum. Zavallı anne ve babalar onları okutmak için ne fedakârlıklar yapıyor, onlarsa herkesin ortasında park sıralarında, tramvaylarda, otobüslerde, kafelerde, efendi gençlere yakışmayan çirkinlikler sergiliyor.

    Evet pislik sokaklara, meydanlara, park ve bahçelere taşmıştır. Kimsenin özel hayatına karışmak istemem ama, böyle yapanları gördükçe rahatsız oluyorum. Edepsizliğin, günahın da yeri ve sınırı vardır.

    Türban düşmanlığı konusunda yeri göğü inletenler millî eğitimimizdeki rezaletler konusunda niçin harekete geçmiyorlar?

    Şu hususu da belirtmek isterim ki, bütün çocuklarımızı, bütün öğrencileri, bütün öğretmenleri ve okul sorumlularını suçlamıyorum. Vazifelerini hakkıyla yapanlara, ahlâk ve fazilet sahiplerine hürmetler ederim.

    Herkesin benim gibi düşünmesi de gerekmez. Ancak, okulun bodrumunda altı oğlan çocuğunun bir kız arkadaşlarıyla seks yapmaları ve kızın hamile kalması hususunun kötü ve mutlaka önlenmesi gereken bir ahlâksızlık olduğunda hepimizin ittifak etmemiz gerekir.

    Okullarda uyuşturucu kullanma yaşının 11’e kadar düştüğünü gazeteler yazdı. Maalesef seks azgınlıklarında da yaş seviyesi her geçen gün düşmektedir.

    Millî Eğitim Bakanı’nın konu üzerine eğilmesini, tedbir almasını milletçe bekliyoruz. Gerici, tutucu diyeceklermiş… Desinler. Onların ağzı torba değil ki bağlayasın.

    Çocuklarımız, gençlerimiz elden gidiyor. Bir çürük incir, bir çuval inciri çürütürmüş. Bodrumunda seks yapılan okuldaki yüzlerce terbiyeli, efendi çocuğumuz, çatısı altında okudukları kurumda olup bitenlerden elbette rahatsız olmuşlardır. Anne babalar, siz de uyumayınız… 09 Nisan 2004 Cuma

    Üniversiteler

    Kaldırım’daki kitap sergisinden

    “Hürfikirler”

    (Aylık fikir mecmuası)

    dergisinin 1’den 8’e kadar sayılarını aldım. Yayın yılları: 1948 – 49. CHPve İsmet Paşa henüz iktidarda. Hür Fikirler dergisi, “Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti”nin yayın organı. Cemiyetin başkanı İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Kürsüsü Başkanı Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil. Ölüm tehdidiyle yurt dışına sürgün edilmeseydi, Başgil Hoca 1960 darbesinden bir müddet sonra Türkiye’nin dördüncü cumhurbaşkanı seçilecekti.

    Hür Fikirler dergisinde lisan meselesine ait hayli yazı yayınlanmış. O zamanın akademisyenleri, fikir adamları lisan sahasında yapılan tahribatın vehametini idrak etmişler, günün hürriyetsizliğine rağmen hayli ağır tenkitler yapmışlar.

    O tarihlerde Türkiye’de üç üniversite vardı. İstanbul Üniversitesi, Ankara Üniversitesi, Teknik Üniversite. Ayrıca birtakım akademiler, yüksek tahsil müesseseleri de bulunuyordu.

    Üniversitelerin vazifesi sadece öğrenci okutmak değildir. Üniversiteler bir ülkenin beyni durumundadır; halkı, idarecileri, seçkinleri aydınlatmak, onlara rehberlik etmek de onların işidir. Bu hizmeti ancak hür üniversiteler yapabilir.

    Hür üniversite ne demektir?

    1. Üniversiteler ülkenin, halkın millî kimliğine düşman ve karşıt olmamalıdır.

    2. Üniversiteler tarihî devamlılığa karşı olmamalı; diğer bir deyimle “Tarihî ârıza ve kaza tarafı” olmamalıdır.

    3. Üniversite profesörleri ve öğretim üyeleri herhangi bir ideolojinin azat kabul etmez köleleri durumunda bulunmamalıdır. Gizli cemiyetlere, çetelere, lobilere mensup bir profesör nasıl hür fikirli olabilir?

    Yakın tarihimizde cereyan eden olumsuzluklar dolayısıyla ülkemizde bir sürü kötülük görülmektedir. Bunlarla mücadele etmesi gereken kurumların başında üniversiteler gelir. Hepsi olmasa bile, yeterli sayıda üniversite hocası kitaplar, makaleler, bildirilerle topluma ışık tutmalı, rehberlik etmelidir. Müslüman bir memlekette İslâm’a karşı agresif saldırıda bulunan birtakım hocalar nasıl olur da ışık tutabilir, rehberlik edebilir?

    Üniversitelerin gerçek demokrasi, insan hakları, millî kimlik, tarihî devamlılık için çalışmadığı bir yerde ne hürriyet olur, ne demokrasi, ne adalet, ne huzur, ne de sağlıklı bir sistem. Bizde son çeyrek asır içinde medyada bir tekelleşme, kartelleşme oldu. Üniversitelerde de aynı şey yaşandı.

    Lâiklik ve başörtüsü yasağı konusunda Fransa’yı örnek gösterenler ve alanlar, oradaki üniversitelerde başörtüsünün yasak olmadığı gerçeğini niçin saklamaya çalışıyorlar? Bizde, başörtülü kızlara birazcık hoşgörü gösterdiği için bazı rektör, dekan ve profesörler ağır suçlamalara maruz kalmışlar ve bazısı cezaya çarptırılmıştır. Böyle hür üniversite olur mu?

    Türkiye’deki buhranların en vahimi lisan buhranıdır. Lisanımız tahrip edilmiştir. Üniversitelerden bu konuda niçin güçlü feryatlar yükselmiyor? Lisan konusunda üniversitelerimiz niçin çareler, çözümler üretmiyor, teklifler getirmiyor? Türkiye üniversiteleri bu ülkeye niçin bir tek Nobel bile kazandıramamıştır?

    Resmî ideolojinin Don Kişot’luğunu yapan bir zatın, Amerikalı bir ilim adamının kitabını intihal ettiğine dair medyamızda haberler çıktı, adam uluslararası çapta kınandı da ne oldu? Yine yerinde lök gibi oturuyor.

    Türk üniversiteleri bu millete, başka ülkelerde olduğu gibi mükemmel bir Türkçe lügat ve gramer kitabı bile yazamamıştır. Kuzey Kore’de, Vietnam’da, Küba’da, Çin’de de üniversiteler var. Ancak onlar Fransız, Alman, Kanada, İngiliz üniversiteleri gibi hür değil, gemlenmiş vaziyetteler.

    Bu memlekette birtakım profesörlerin hürriyet, adalet, millî kimlik bayraklarını yüceltmesi, halk kitlelerine fikir ve ideal önderliği yapması gerekmez mi?

    Şu aşağıdaki şeylerin olduğu bir ülke batmış demektir: