Perşembe

 

Ramazan’a iki gün kaldı, küçük bir seyahat yapayım dedim… Sabah yedide evden çıkacaktım. Yarım saat geciktim. Kedilerin mamaları, suları falan… Erken saatte yollar oldukça tenha oluyor… Ya Rabbi!.. Yol kenarlarında ne kadar çok büyük bina yapılıyor. Bunların çoğu mesken. Yakın zamanda içlerine insanlar dolacak, çocukları bulunacak. Sabah okula gidecekler, akşam dönecekler. Bu şehir bu trafiği kaldırır mı?

TEM’deki Düzce tünelinden geçtik. Ben daha uzun olduğunu sanıyordum, bitiverdi. Geniş yolda vızır vızır lüks ve pahalı otomobiller seyr ediyor. Türkiye:

Bir oto-toplum, Bir cep-toplum, Bir bina-toplum oldu.

Hedefimiz Mengen. Üç buçuk saatte oraya vardık. Yolda Berceste’de sabah çorbası ve biri Türk, biri Yunan yapımı iki kavanoz reçel satın alma molası dahil. (Türk reçeli “Mürver Çiçeği”, Yunan reçeli “Yeşil Turunç”. Şu Türkiye’ye neler ithal ediliyor. Bunları kendimiz yapsak, dışarıya da satsak olmaz mı?)

Mengen

küçük bir ilçe. Girişinde nüfusu 5500 olarak yazılı ama bazıları 2000 kişi var yok diyor. Eski evler yıkılmış, yerlerine beton binalar yapılmış, tarihi doku silinip tahrip edilmiş. Lokantaların çoğu içkili idi. İçkisiz bir yerde öğle yemeği yedik… Geceyi

“Mengen Aşçılar Otelcilik ve Turizm Meslek Lisesi”

nde geçireceğiz. Önceden telefonla yer ayırtmıştık. Tek kişilik odalar 15, iki kişilik odalar 20 lira (Sabah kahvaltısı dahil)... Otelde yemek de veriliyor. En pahalı yemek 4 lira mıydı, 5 lira mı unuttum.

Öğle ezanı okunuyordu. Yakındaki bir camiye gittik. Oradan Yedi Göller’e doğru yola çıktık. Bir kısmı asfalt, bir kısmı stabilize dar ve bozuk bir yol. Her taraf ormanlık, yeşillik. Gide gide menzilimize vardık. Göl dedikleri küçük şeyler. Yosunlu, üzerlerine yapraklar düşmüş. Çay içecek, biraz soluk alacak bir tesis var mı? Yok. Orman bekçisinin küçük kulübesinin yanındaki bir masanın etrafındaki sıraya oturduk. Bekçi çay yapıp satıyor. Plastik bardakta ikişer çay içtik. Mengen’de beni tanıyan köfteciden aldığımız köfteleri yemeye başladık.

Seyahatin en önemli hadisesini burada yaşadım. Serçe büyüklüğünde göğsü kırmızı bir kuş geldi. Masaya kondu, aramızda 50 santim var. Ona ekmek kırıntıları attım. Başka serçeler de geldi, onlar kızıl göğüslü kuş kadar yaklaşmadı ama adeta evcilleşmişlerdi. Küçük bir kuşun bana bu kadar yaklaşmasından, güvenmesinden memnun ve mutlu oldum. Biliyorsunuz, benim küçük mutluluklarım vardır.

Burası korunmuş bir bölge, geliştirmek için Almanlarla işbirliği yapılıyormuş, yol kenarındaki bir levhadan öğrendik. Devlet buradaki ormanlara binlerce sülün salmış. Sülünler, barınacak çalı falan bulamadıkları için kamilen (tamamı) tilkilerin, yırtıcı vahşi hayvanların kurbanı olmuşlar. Şu anda bir tek sülün yok.

Bu sülünler için devlet elbette bir sülüncüye para ödemiştir. Paralara yazık, sülünlere yazık… Ormandaki biri “Sülünleri iyice büyümeden ormana attılar ve hepsi hepsi telef oldu…” diye hayıflandı. Sülün nasıl bir ortamda yaşar? Ne kadar büyüdükten sonra doğaya salınır? Bizim sayın uzmanlarımız, bürokratlarımız bunları bilmiyor mu?

Bozuk yoldan yine 50 kilometre giderek ana yola çıktık. Nereye gidelim. Devrek’e dedik, Oraya yakın bir köyde (İsmi Yağmurlu muydu?) durduk, camisinde ikindi namazı kıldık. İmam efendi beni tanıdı. Köy kahvesinde ayran ikram etti. Mamur bir köy, apartmanlar yapmışlar. Yoldan geçerken bazı beton evler gördüm. Oralarda hava pek sıcak olmadığı halde klimalar takmışlar.

Devrek’e vardık. Oraya çocukluğumda 1940’larda gitmiştim. Ne kadar değişmiş. Apartmanlar, beton binalar… Bir dükkandan alış veriş ettim, aşırı makyajlı bir hanım kasada oturuyordu. Sanırım Çağdaş Yaşam Derneği üyesidir.

Devrek’e gidilir de baston alınmaz mı? Bastoncular çarşısına gittik, iki ucuz baston aldık. Başka ne alalım? Sorduk, burada bastondan başka geleneksel sanat eşyası bulunmaz dediler. Dolaşırken vitrininde el dokuması kumaşlar bulunan bir dükkan gördüm. Oraya girdik. Başı kapalı yaşlı bir hanım çalıştırıyor. Yakası açılmadık, ketenden el tezgahında dokunmuş bir eski zaman gömleği, yine el dokuması bir miktar kumaş satın aldık. Kadıncağız, duvardaki sakallı bir zatın resmini göstererek “Bu benim kayın pederimdir, bundan yıllarca önce Ereğli ile Devrek arasında atla posta taşırmış” dedi. Eski yazılarımda birkaç defa bahs etmiştim. 1939’da iki çocuk dergisine abone idim, henüz okuma yazma bilmiyordum, her hafta Ereğli’den Devrek’e posta taşıyan katırlı bir zat evimizin önüne geldiğinde dergilerimi atar, yoluna devam ederdi… 2007