Pazar

Bağ evime her gidişimde oradaki Mesnevî Dersleri kitabının 1552 sayfalık 1’inci cildini okuyorum. Bu cilt 1949’da forma forma yayınlanmaya başlamış, sonra bir araya getirilip ciltlenmiş. Yazarı Süleymaniye Camii Mesnevîhânı Tâhir Olgun hocaefendidir. Bu zat, daha ziyade Tâhirü’l-Mevlevî imzasıyla tanınır. Edebiyat kültürü yüksek, müteşerri, musalli, sahih itikadlı, sûfî meşrebli bir kimseydi. Cumhuriyet’in kuruluşundan birkaç yıl sonra, merhum ve mağfur İskilipli Âtıf Hoca ile birlikte İstiklal Mahkemesi’ne verilmiş, Âtıf efendi idam edilerek şehidlik rütbesini kazanmış, Tahirü’l-Mevlevî ise beraat ederek gazi olmuştu. Tahir Olgun 1930’lu yıllarda sakallı bir hoca olmasına, başından İstiklal Mahkemesi macerası geçmesine rağmen Kuleli Askerî Lisesine edebiyat öğretmeni olarak tayin edilmiştir. Demek ki, o zamanlar daha fazla tolerans varmış. ..

Tahir Olgun “Haftada bir gün ders yapmak üzere 20 Ağustos 1339’dan 7 Kânunuevvel 1341 tarihine kadar Fatih camiinde ikindi namazından sonra Mesnevî takrir ettim. Muahharen bu işten çekildim” diye yazıyor. Çekilmesi o günlerin dağdağalı, fırtınalı hadiseleri yüzündendir.

Daha sonra Süleymaniye camiinde “Kubad Çavuş” namında bir zatın vakfetmiş olduğu Mesnevîhanlık ciheti Tahir beye verilmiş ve orada daha sonra büyük bir külliyat halinde basılmış olan şerhi okutmuştur.

Bundan elli yıl öncesine kadar İstanbul camilerinde Mesnevî-i Şerif okunurdu. Bir ara, Beyazıt civarındaki Soğanağa camiinde meşhur Celal Ökten Hoca İhya okutmaya başlamıştı.

Şimdi Mesnevî okutulmuyor artık. Peki Tahir hocanın bahsettiği Kubad Çavuş Vakfı ne oldu acaba? Yakın tarihimizde evkaf-ı islâmiye korkunç, iğrenç bir talana mâruz kalmış, vakıf malları çeteler tarafından yağmalanmış, paylaşılmıştır. Kimbilir Kubad Çavuş’un Mesnevî okutulmak şartıyla vakfettiği mülkler de o zaman satılmıştır. Vakıf mallarını satanlar, alanlar lânetlidir.

Eskiden büyük camilerimiz birer açık İslâm üniversitesi şeklindeydi. İstanbul’un

selâtin camilerinde her köşede birer büyük hoca ders okuturmuş, vaaz ve nasihatle meşgul olurmuş.

O zamanlar bugünkü gibi hoparlör belâsı bulunmadığı için hocaların sesleri birbirine karışmaz, talebeler ve dinleyiciler huzur içinde dersleri takip ederlermiş.

İkinci Meşrutiyet devrinde

Ayasofya Cami-i şerifinin bir köşesinde şeyh Abdülhakim Arvasî efendi hazretleri

vaaz eder, başka bir köşede Kayserili Mevlevî şeyhi Ahmed Remzi Dede hazretleri ders verirmiş. İkisinin meşrebleri ayrıdır ama maksut birdir. Manastırlı İsmail Hakkı efendi hazretleri de Ayasofya’da vaaz edermiş.

Yakın zamanlara kadar eski vaaz geleneği sürdü.

Medineli

(Beykozlu)

Hacı Osman Akfırat, Alasonyalı

(şimdi Yunanistan’da)

Küçük Cemal Öğüt efendi, Gönenli Mehmed efendi hazeratı eski meşhur vâizlerdendir

. Artık İstanbul camilerinde böyle güçlü bir gelenek yok. Mesnevîhanlık gibi vaaz müessesesi de tarihe karıştı. Şimdi yukarıdan gelen emirlerle cuma hutbelerinde diş fırçasının ve diş temizliğinin önemi, ormanların korunması gibi ısmarlama hutbeler okutuluyor. Geçenlerde bir cuma hutbesi esnasında, kutsal bir İslâm mâbedinde telaffuz edilmesi caiz olmayan bir kelime sarfedildi. Camiyi terk etmeyi düşündüm, sonra sabredip kaldım. Zaten cumadan sonra âhir zuhur namazı kılıyorum.

Sayın Diyanet İşleri Başkanımıza ve Diyanet erkanına şu hususu yüksek müsamahalarına sığınarak söylemek isterim ki,

istisnalar dışında dinî hizmetlerin ve din görevlilerinin kalitesi son derece yetersizdir.

Bundan otuz kırk yıl önce bazı camilere gider namaz kılardım, namazdan sonra mâbedin hocaefendisi ile bazen ayaküstü, bazen câmekanlı yerinde veya meşrutasında sohbet edilirdi.

Geniş ilimli, irfanlı, Şeriat ve tasavvufu iyi bilen derin hocalar vardı. İskender Paşa camii imamı merhum şeyh Mehmed Zahid efendi

mihrabı dolduran bir şahsiyete sahipti. İskender Paşa sanki bir

Kâbetü’l-uşşaktı.

Her namazda dolardı.

Güzel giyimli, yüksek tabakadan, makam ve mevki sahibi Müslümanlar gelirdi.

Hocaefendinin avludaki meşrutasındaki büyük salonu üniversite dershanesi gibiydi.

Karaköy’deki Yeraltı Cami-i şerifinin bir ara imamı Üsküdarlı Hâfız Ali efendi idi.

Yeri dolduruldu mu? Gizli ve esrarlı bir güç Türkiye’de dinî hayatı söndürmek için çalışıyor. Bazı Müslümanlar da bilmeyerek gaflet ile onlara yardakçılık ediyor.

Bir ara Diyanet’te bölge çekişmeleri vardı.

Teşkilata

Konyalılar

, Doğu

Karadenizliler

hakim olmak istiyordu. Şimdi de, duyduğuma göre

(ama inanmak istemiyorum)

Erzurumluluk

asabiyeti varmış. Ben Erzurum’da yedek subaylık yaptım, o şehrimizi çok severim. Eski havası, eski ruhaniyeti kaldı mı bilmem ama Erzurum benim nazarımda Erzurum-i şeriftir. Lakin dinimizde ırk, bölge, şehir asabiyeti diye bir şey yoktur.

Vazifelere kimler daha ehil ve layık ise onlar geçirilir.

Kadrolara Erzurumluların doldurulması

(bu iddialar doğruysa)

çok yanlıştır. Kur’an, Sünnet ve Şeriat

“Emanetleri ehline veriniz”

diyor; Erzurumlulara, Konyalılara, Karadenizlilere veriniz demiyor.

Mısır’da Ezher-i şerif üniversitesinde tahsil görmüş iki binden fazla din hocası işsiz çürüyor, sürünüyor. Çünkü onların diplomaları bizde geçerli değil. Niçin? Bu Ezherliler camilere hoca olarak verilse dinî hayatta büyük bir inkişaf ve kalkınma olacaktır. Millet Meclisine, hükümete kalsa bu iş olur ama onların üstündeki, tepedeki derin güçler böyle bir şeyi istemiyor.

Bazen geceleri yatsıdan önce

“Bir taksiye binip bir camiye gideyim. Çok güzel ezan okunsun, namaz nefis bir kıraatle kılınsın, daha sonra da hocayla, cemaatten birkaç kişiyle bir yerde çay içip yarım saat, bir saat güzel bir sohbet yapılsın”

diyorum, fakat hangi camiye gideceğimi bilemiyorum.

Benim özlediğim sohbetler

dinî, şer’î, tasavvufî, edebî, tarihî sohbetlerdir.

Günlük dedikoduların faydası yoktur. Bundan yıllarca önce bir din görevlisi cami avlusunda yapılacak

modern ve lüks tuvaletler için seferber olmamı, civardaki herkesten bu iş için para toplamamı istemişti de ne kadar üzülmüş ve kırılmıştım.

Her iş bitmişti de helâ için mi koşturacaktım. .. 28 Eylül 2002