Süleymaniye Camii mesnevîhânı Tâhirü’l-Mevlevî (Tâhir Olgun) 1949’da basılmış “Mesnevî Dersleri” adlı kitabının birinci cildinin 345’inci ve 346’ncı sayfalarında Mevlevî tarikatında dervişlerin geçirmeleri gereken çileyi şöyle anlatıyor:

Mevlevilik çilesi tam 1001 gündür ki, 25 erbâın sürer. Çileye giren bir mevlevî dervişi bu müddet zarfında tekkede bulunmaya, izinsiz hâriçte kalmamaya mecburdur. Ruhsatsız bir gece dışarıda kalırsa çilesi kırılır. Yeniden çileye girip ikmâl etmesi gerekir.

Bir çile kırgını semâ’hâneye giremez. Çile esnâsında bir mevlevî dervişinin hayatı epeyce meşakkatli geçtiği için, çile kelimesinden mihnet ve meşakkat mânaları da anlaşılır.

Nitekim:

Ederken mevlevînin çillesin itmâm bin bir gün Bizim bak çille-i aşk içre bir mi’âdımız yoktur

denilmiştir. Sâir tarikatlarda dervişin istidâdına göre kendisine isim telkin edilir. Meselâ Kelime-i Tevhid, İsm-i Celâl, İsm-i Hû, İsm-i Hayy ilâ âhirihi tâ’lim olunur. Terîk-i Mevlevide nev-niyaz bir câna tahammülüne göre hizmet verilir. Ayakçılıktan, yâni süprüntü dökmek, abdesthâne yıkamak gibi nefse âğır gelen hizmetlerden başlanır, derece derece terakki ettirilir. Bu müddet zarfında onun vazifesi

“Eyvallah”

demeye alışmak ve rizâ tahsiline çalışmaktır. Maamâfih sabah ve yatsı namazlarından sonra müctemi’an okunan İsm-i Celâl’de ve haftada bir yapılan mukabelede ve beş vakit namazda cemaatle bulunur. Hizmetini bitirdikten, yâni 1001 günü tamamladıktan sonra kendisine zikir telkin olunur. Bir mevlevî canı, uhdesindeki hizmeti sâdıkâne ifâ etmeye, kendisinden bir gün evvel bile olsa kıdemli bulunanlara hürmet göstermeye, verilen bir emri bilâ ta’allül ve kemâl-i şevk ile icrâ eylemeye mecburdur. Mevlevî çilekeşleri akşama kadar hizmetle meşguldür. İstirahat zamanları yatsı namazını cemaatle kıldıktan sonra fecir vaktine kadar olan müddettir.

“Meydan-ı şerif”

denilen yerde yatarlar, yatak yorgan gibi şeyleri yoktur. Bir posteki üstüne kıvrılmak, üzerlerine aba hırkalarını çekmek sûretiyle uyurlar. Soyunup dökünmek de âdet değildir. Sabah namazı vaktine bir saat kala kalkarlar. İçlerinde

“meydancı”

denilen can, dedelerin hücrelerini dolaşır,

“Destûr! Âgâh ol dedem!”

nidâsıyla hücre sahibini uyandırır. Mescidin çirağlarını yakar. Sonra ezan okunur, cemaatle namaz kılınır. Namazdan sonra İsm-i Celâl okunur.

Bazıları Mevlevî, Nakşî, Rufâî, Kadirî, Bektaşî veya başka bir tarikate mensup derviş olmayı kolay sanıyor. Birtakım câhiller ve haddini bilmezler lâf ile Nakşî veya Mevlevî oluveriyor. Bakınız merhum üstad Tâhirü’l-Mevlevî hazretleri, Mevlevî dervişi olabilmek için binbir gün ve gece tekkede nasıl çile çıkarıldığını ne kadar açık bir şekilde anlatmış. Derviş namzedi (adayı) en ağır ve süflî işleri yapacak, helâ bile temizleyecek, geceleri yatsıdan sonra bir posteki üzerine kıvrılıp, yorgan yerine üzerine abasını çekerek uyuyacak. Sabah namazından bir saat önce uyanacak. Beş vakit namazı cemaatle eda edecek. İzinsiz ve ruhsatsız hiçbir gece dışarıda kalmayacak. Bu 1001 gün çilesini başarı ile bitirdikten sonra ancak derviş olacaktır. Şimdi zamanımızda birtakım ucuz Mevleviler zuhur etti. Ne namaz kılarlar, ne çile çekmişlerdir. Celâlüddin Rûmî efendimiz hazretlerine ve Mevlevî tarikatına sevgileri vardır. Sadece kuru bir sevgiyle derviş olduklarını sanırlar. Yağma yok!

Bektaşiliğin bozuk tarafından bir adam son yıllarda Mevlevî şeyhi oldu. Kadınları da semâya soktu. Bu adam rakı da içmektedir. Böyle

“demci”

bir dededen Mevlevî şeyhi olur mu? Neûzübillah! Mevlevilik Şeriat’a sımsıkı bağlı yüksek bir tarikattır. Gerçek Mevleviler beş vakit namazı kılarlar, diğer ibâdetleri ifa ederler. Kur’ana, Sünnete uyarlar. Sahte şeyhler, sahte dervişler tarikatlara, tasavvufa gölge düşürüyor. Bunları dışlamak gerekir. Mevlevî geçinenler Hazret-i Pîr’in yolundan gitmeye, onun ahlâkı ile ahlâklanmaya mecburdur. Hakikî bir Nakşî de hem Şeriat’a uyacak, hem de Altın Silsileden gelip geçmiş büyük mürşidlerin düsturlarını hayata uygulayacaktır. Gıybet eden, tenperestlik yapan, kendini beğenmiş, gururlu, kibirli, başka meşrebteki Müslümanları tahkir eden; çok yiyen, çok uyuyan, çok konuşan; mal ve cah peşinde koşan, din istismarı yapan, hubb-i riyâset sahibi olan, kendini halka beğendirmek ve alkış toplamak için bin türlü şaklabanlık yapan, yalan söyleyen, emânete hıyanet eden, verdiği sözden dönen bir adama Nakşî denilebilir mi? Nakşîlik o kadar ucuz ve kolay mı? Bugün birtakım tarikatler holding veya futbol kulübü haline dönüşmüştür. Böyle tarikat olmaz. Bunlar tarikat değil, tarikat karikatürüdür. Dervişlik zor iştir. Çile çekecek, nefsiyle mücâdele edecek, kâmil bir mürşidin terbiyesi altında derecesi yükselecek, ölmeden önce ölecek, dünyaya sırt çevirecek, az yiyecek, az uyuyacak, az konuşacak, insanlarla az ihtilât edecek, kanaat sahibi olacak, malı mülkü de olsa fakrı seçecek, sövene dilsiz, dövene elsiz olacak. Böyle kaç derviş vardır bunca tarikatçı içinde. Şeriatsız tarikat olmaz. Şeriat İslâm’ın temelidir. Tarikat Sünnet-i seniyye üzerine müesses olur. Tarikatlar, Peygamber ahlâkı üzere olgun Müslüman yetiştirme ocaklarıdır. Tarikata odun gibi giren, oradan yontulmuş, incelmiş, ilim irfan, zarafet, ahlâk, fazilet, hikmet kazanmış bir insan olarak çıkmalıdır ki, ona gerçekten derviş denilsin, sûfî sıfatı verilsin. Tarikata odun giriyor, kereste çıkıyor. Böyle tarikatı, böyle dervişliği ben ne yapayım? İslâm tarikatları holding, anonim şirket, finans kurumu değildir. Müntesiplerini, muhiblerini kaz gibi yolan, inek gibi sağan teşkilâta tarikat adı verilemez. Kur’ana, Sünnet’e, geçmiş İslâm büyüklerinin yollarına uygun olarak tarikat hizmetleri yapan şeyhlerin ve dervişlerin ellerinden, eteklerinden öperim. Onlara bir şey dediğim yoktur. Kendilerini seviyorum, onlara hürmet ediyorum. Lakin sahte şeyhlere, sahte dervişlere; tarikatı ve tasavvufu istismar ve istihdam edenlere ne hürmet besliyorum, ne muhabbet. Tarikat, tasavvuf, tekke hizmetleri İslâm’ın bir boyutudur. Bunlarsız İslâm medeniyeti olmaz. Osmanlı devleti, biri Şeriat, diğeri Tarikat olmak üzere iki büyük güçle altı asır pâyidar olmuştur. Biz Müslüman Türkiyeliler Anadolu’daki varlığımızı tarikatlere, bilhassa Nakşîlik, Mevlevîlik, Bektaşîlik gibi üç büyük tasavvuf yoluna borçluyuz. Bunların dejenere olmaması için çalışmalıyız. 05 Ağustos 1998 Çarşamba