Pazartesi

 

Bazı bozuk fırkalar ve onların mensupları Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin doğum yıldönümünün kutlanmasını kötü bir bid’at olarak görüyor ve bu kutlamayı yapanları kınıyor. Bu kötüleme ve kınamalar yersizdir. Süyûtî, İbn Hacer el-Askalanî ve İbn Hacer el-Heytemî gibi büyük din âlimleri ve daha nice ulema ve fukaha Efendimizin doğumunun kutlanmasını güzel bir yenilik olarak görmüşler ve tahsin etmişlerdir.

Ancak bu gibi kutlamalarda, İslâm’ın ruhuna ve Şeriat-ı Ahmediyyeye aykırı haller ve şeyler olmamalıdır. Meselâ:

(1) Kadın erkek karışık olarak Mevlid kutlaması yapılmamalıdır.

(2) Kur’ân kıraati ve Mevlid kasideleri birtakım cerrarlar tarafından tarifeye bağlı şekilde ücretle okunmamalıdır.

Buharî’de geçen bir hadîste, Kur’ân’da kötülenen ve yeri cehennem olan Ebû Leheb’in, Peygamberimizin (yeğeni idi) doğumunu haber alınca çok sevindiği ve bu haberi getiren cariyeyi azad ettiği ve bu yüzden cehennemdeki azabının hafifletildiği anlatılıyor. Efendimizin doğumuna sevinmek bir kâfire yararlı olursa, bir muvahhide elbette çok daha fazla yararlı olur.

Zamanımızda dehşetli bir dinden uzaklaşma (irtidat) cereyanı vardır. Mevlid törenleri halkı ve gençliği Peygambere ve dine yaklaştırmak için güzel bir vesiledir. Yeter ki, Mevlid bezirgânlığa âlet edilmesin, ruhsuz ve basmakalıp bir şekilde kutlanmasın, törene katılanlar coşturulsun, heyecanlandırılsın, gönüller harekete geçirilsin.

Tek cümle ile özetlemek gerekirse, içinde şeriata aykırı şeyler ve haller olmamak şartıyla mevlid kutlamaları bid’at-i hasenedir. Efendimiz âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. O’nu ne kadar çok zikr edersek, ne kadar fazla anarsak, ne kadar candan seversek o derecede feyiz ve bereket buluruz.

Tanrılaştırmamak şartıyla O’nu ne kadar yüceltsek yeridir. Resûl-i Kibriya Efendimiz bizim ve bütün insanlığın velinimetidir. Bize ebedî saadet yolunu gösteren o zatı ne kadar tebcil etsek azdır. O, Allah’ın kulu ve Resûlüdür. Bize en güzel örnek ve model olarak gönderilmiştir. Yeri kalbimizdedir. Zikri dilimizdedir.

Deyr Yâsin Katliâmı

9 Nisan 1948 tarihinde İrgun adlı terorist Siyonist çetesi, Filistin’de Deyr Yâsin köyünü basmış ve erkek, kadın, çocuk yüz Müslümanı vahşice katl etmişti. Yâsin köyü, Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’nın İsrail’e tahsis ettiği bölgenin dışında idi. İsrail’in kurulmasından sonra 700 bin Filistinli vatanlarından, yerlerinden yurtlarından koğulmuş ve perişan olmuştur.

Maalesef Türkiye Müslümanları Deyr Yâsin kıyımının 58’inci yıldönümünde üzerlerine düşen vazifeyi yapmadılar. Şehidlerin ruhlarını taziz etmemiz, katillere ve zâlimlere lânet etmemiz gerekmez miydi? Siyonistler “Vatansız bir halk, halksız bir vatan” tekerlemesini sıkça kullanıyorlar. Filistin halksız bir ülke değildi. Orada Filistinliler yaşıyordu…

İngilizce bilen okuyucularım http://www.deiryassin.org/ internet sitesine bakabilirler:

Cilbab ve Hicab

Fransızca yayın yapan www.jahide.com sitesinde Müslüman kadınlar için kıyafetler sergileniyor. Cilbab ve Hicab adlı kıyafetler dikkatimi çekti. Kur’ân’î ve şer’î tesettüre uygun, sade kıyafetler. Bizdeki İslâmcılar niçin sade tesettür kıyafetlerine bürünmüyorlar da rengârenk, alaca bulaca, ecnebî erkeklerin dikkatini çeken başörtüler ve elbiseler kullanıyorlar?

İki türlü tesettür vardır:

(1) Şer’î tesettür,

(2) Sosyolojik, kültürel tesettür.

İkinci tesettürün elden geldiği kadar birinci tesettüre yaklaşması gerekir.

Kadın başını örtüyor ama kıyafeti, başörtüsü son derece dikkat çekiyor, hattâ (herkes için söylemiyorum, bazılarını kasd ediyorum) erkeklerin cinsel bakışlarını dâvet ediyor. Ne anladık biz böyle bir tesettürden. Maalesef bu tesettür çıplaklıktan daha fazla dikkat çekmektedir. Bu ise, tesettürün ruhuna aykırıdır. Kitaba, Sünnete, Şeriata, fıkha, ahlâk-ı islâmiyyeye muhaliftir.

Müslüman tesettür modacıları ve konfeksiyoncuları, kaş yapalım derken göz çıkartmaktan kaçınsınlar; dikkat çekmeyen, sade tesettür kıyafetleri ve başörtüleri üretsinler.

Gerçek Derviş

Çok muhterem ve saygıya layık bir müşid-i kâmile bağlısınız. Bir Müslüman kardeşinizin, o zat aleyhinde konuştuğunu, onu tenkit ettiğini öğrendiniz. Ne yapacaksınız?

“Vay benim şeyhime dil uzatıyorsun, sen kâfirsin, sen münafıksın, senden daha kötüsü yok…”

derseniz siz derviş falan değilsiniz, tam mânâsıyla hamın tekisinizdir. Gerçek derviş, şeyhini kötüleyen zat için:

“Onun nasibi yok, muhterem mürşidimin büyüklüğünü, fazlını, kemalini anlayamamış”

der, başka bir şey söylemez. Hele onunla din kardeşliği bağlarını asla kopartmaz. Bir âlimi, bir şeyhi, bir mürşidi tenkit etmek, mü’mini dinden çıkartmaz.

Muhterem bir zatı, bir mürşid-i kâmili, gerçek ve icazetli bir şeyhi tenkit etmek elbette doğru bir şey değildir. Değildir ama tenkit ediyor diye din kardeşine düşman olmak, o da hiç iyi bir şey değildir. Peygambere saldırılınca hiç sesini çıkartmıyor, tepki göstermiyor; kendi hocasına, hocaefendisine, Hazret-i Muhteremine bir tenkit oku atılınca ateş gibi parlıyor…Size soruyorum, böyle bir Müslüman olgun mudur, dengeli midir; yoksa ham mıdır, dengesiz midir? Lütfen cevabı siz veriniz…

Büyük şeyhlerden, Yahya Efendi dergâhı postnişini Şemsüddin Nuri efendi hazretleri (Allah sırrını takdis etsin) Miftahü’l-Kulüb adlı çok mübarek, çok faydalı kitabında dervişlere şöyle nasihat ediyor: “Bir mecliste ulema efendilerden biri tarikat aleyhinde konuşursa, sakın terbiyesizlik edip ona cevap vermeyiniz. Çünkü o Şeriatı temsil etmektedir…” İşte gerçek şeyh budur, gerçek derviş de bu gibi öğütleri can kulağı ile dinleyip tutandır.

İnsan tarikat tacıyla, hırkayla, asayla, keşkülle derviş olmaz. Yunus Emre

“Ben dervişim diyene bir ün edesin gelir…”

demiş. Gerçekten derviş mi olmak istiyorsun. Öyleyse: Vurana elsiz olacaksın, Söğene dilsiz olacaksın… Böyle yapamazsan sen derviş olamazsın… 11 Nisan 2006