Mikroplar Bütün Vücudu Sarmış
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 20 Şubat 2019
Salı
Vücudun bir organı, bir kısmı mikropların istilâsına uğrar hastalanırsa gerekli tedavi ile vücudun tamamını kurtarmak kabil olur. Lakin mikroplar vücudun her yerine yayılmışsa, kana karışıp septisemi meydana getirmişse kurtuluş çok zordur. Çok zordur ama yine de mümkündür. Mikropları imha etmek için çok kuvvetli, çok güçlü, çok köklü, çok şiddetli tedbirler almak şartıyla.
Bugün yolsuzluklar, talanlar, soygunlar, hortumlamalar, kokuşma bütün ülkeyi sarmıştır. Bozulmadık, kirlenmedik, çürümedik müessese kalmamıştır.
Yolsuzlukları dile getiren bir internet sitesini açtım ve okumaya başladım. Yapılan ifşaatları hangi sıfatlarla tavsif edeceğimi bilemiyorum. Dehşet, facia, rezaletin daniskası, alçaklığın ve hıyanetin korkunç boyutlara varmış olması… Bunları büyük medya yazmıyor. Nasıl yazsın ki, bazı basın ve televizyon imparatorları da bu pisliklerin içindedir.
Zaten pislikleri bütünüyle hiçbir gazete, dergi yazamaz, televizyon kanalı söyleyemez. Yazanı, söyleyeni perişan ederler. Bazı akılsızlar ucuz kurtuluş reçeteleriyle avunuyor. Anayasa değişecek ve ülke kurtulacak… Seçimler yapılacak, bizim parti kazanacak ve Türkiye selamete çıkacak… Bunlar ne aptalca kurtuluş formülleridir. Türkiye’nin kurtulması için çok köklü, çok genel bir değişim gereklidir. Aksi takdirde çöküş, yıkılış kaçınılmazdır.
İslâm bir kurtuluş alternatifi idi. Birtakım kirli, bulaşık, dini imanı para olan, nefslerine put gibi tapan, bayağı, megalomanyak, egosantrik, ahlâkız, karaktersiz muzırlar kutsal dinimizi âlet ve vasıta kılarak, istihdam ve istismar ederek bu alternatifi kirlettiler. Ben dindar bir okur-yazarım. Bu satırları yazarken dinimize ihlâsla, istikametle, Kur’ân ve Sünnet ahlâkının ilkelerine uyarak hakikî hizmet edenleri tenzih ederim, onların ellerinden öperim. Kasdettiklerim namussuz ve şerefsiz din sömürücüleridir.
Samimî, hakikî milliyetçiler ve Türkçüler başımın tacı olsunlar. Lâkin milliyetçilik ve Türkçülük de istismar edilmiştir. İlhamlarını Moiz Kohen-Tekin Alp’ten alan birtakım düşük, bayağı, rezil adamlar milliyetçi ve Türkçü görünerek bir sürü hıyanet, hırsızlık, alçaklık, soygun, talan, suiistimal irtikab etmişlerdir.
Ülkeyi, halkı, devleti soyan namussuzlar, dikkatleri başka taraflara çekmek için mevhum (vehimler üzerine kurulmuş) tehlikelerden, tehditlerden bahsedip durdular. Asıl en büyük tehlike ve tehdit ise kokuşma, talan idi.
Sahte İslâmcı götürdü, sahte Türkçü ve Milliyetçi götürdü, sahte Atatürkçü götürdü, sağcı götürdü, solcu götürdü.
Gerçekten demokrat, gerçekten hür, gerçekten medenî ülkelerde pisliklerle, kokuşma ile öncelikle medya mücadele eder. Öyle ülkelerde hukuk ve adalet sistemi bağımsız olduğu için savcılar ve hakimler mücadele eder. Bizde ise…
Adamlar yüz milyonlarca, milyarlarca dolar götürüyor. Tahkikat başlıyor. Sonra bir de bakıyorsunuz ki, suçları affa girmiş ve dosyalar kapanmış. Kim istemiş bu affı: Siyasî iktidarın önemli bir adamının karısı istemiş…Yahu bu ne biçim demokrasidir?
Devleti, milleti, ülkeyi soyanları affetmeye hiçbir şahsın, kurumun hakkı yoktur. Böyle suçlar için mürur-i zaman (zaman aşımı) işlememelidir.
Hayat bir bakıma iradeden ibarettir. Bu ülkedeki bütün namuslu, şerefli, temiz, dürüst aydınların, seçkinlerin ülkeyi pislikten kurtarmaya yetecek güçlü bir iradeye sahip olması gerekir. Olmazsa ülke batar.
Bazı şahıslar, bazı kurumlar bir kutsallık rengine boyanmışlar ve kimse onları tenkit edemiyor, kimse onları sorgulayamıyor. Bizim demokrasimizin ne çok tabusu var.
İki büyük medya karteli aylarca birbirleriyle savaştı. Bin türlü suçlama, itham yapıldı. Bilgiler verildi, belgeler yayınlandı. Bunca delil ve karineye rağmen bunların hakkında henüz dâvâ açılmış değil. Demek ki, bu ülkede bazı adamlar, bazı müesseseler dokunulmazlık zırhına bürünmüş, kimse onlardan hesap soramıyor.
Türkiye bu hale gelecek ülke miydi? Bizim toprağımız geniş, nüfusumuz hem çok, hem genç; sermayemiz var, bütün imkânlara sahibiz. Peki nasıl oldu da bu hale geldik, iflâs ettik, bittik?
Sanayimizi çökertiyorlar. Ticaretimizi baltalıyorlar.Ziraat ve hayvancılığımız can çekişiyor. Ormanlarımız ve makilerimiz yakılıyor, topraklarımız suya sele veriliyor. Uğursuzluk, ehliyetsizlik, hıyanet, hırsızlık, şeamet kol geziyor.
Birkaç gün önce Tahtakale’nin üst tarafından büyük bir iş hanına gittim, ismini de vereyim: Üç kapılı Selamet hanı. Alt katlardaki dükkanlar boş. Ticarethaneler sinek avlıyor, esnaf kara kara düşünüyor. Beş sene önce buralarda boş dükkan bulmak mümkün değildi.
Akılları fikirleri fazla vergi toplamakta. Sanayici, tâcir iş yapamazsa nasıl vergi ödeyecek?
Ekilmeye müsait güzelim topraklarımızın büyük bir kısmı boş duruyor. Halkın ekmeğine yetecek kadar buğday bile ekilmiyor artık. Türkiye hayvancılık için ideal bir coğrafî yapıya sahiptir, ama biz dışarıdan et ithal ediyoruz.Birkaç firma zengin olsun diye koskoca bir ülkenin hayvancılığını öldürdüler.
Bol miktarda soya ekip yetiştirebilsek halkın gıda meselesini büyük ölçüde halletmiş oluruz. Soya öyle mübarek bir yeyecek ki, etin yerini tutuyor. Amerikalılar bizim soya yetiştirmemizi istemiyor. Kendi ürettiklerini sonra nereye satacaklar?
Türkiye’nin bin yıllık tarihinde din ile hayat, din ile bütün beşerî müesseseler ve münasebetler içiçe olmuştu. Dine cephe aldılar. Sonunda her şey dejenere oldu.
Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’ne iki başörtülü kız öğrenci ile iki avukat girmek istemişler ve polis tarafından yakalanıp götürülmüşler. Böyle bir gözaltına alınma hukuka uygun mudur, demokratik bir idareye yakışır mı?
Doları milyonuyla götüren mesned-i izzette serefraz. Başını örten ilâhiyatlı kız fakülte binasına alınmıyor. Ne günlere kaldık ey Gazi Hünkâr!
Bütün bu olup bitenlere biz layık mıyız, değil miyiz? Layığız, hem de bundan beterine layığız.
Bu ülkenin Müslümanları yüce ve kutsal İslâm dinini hakkıyla öğrenip anlamış ve hayata uygulamış olsalardı bu hallere düşmezlerdi.
Peki nasıl kurtulacağız?
Biz kendimizi kurtaramayız. Bizi ancak Allah kurtarır.
Büyük işleri, saçma sapan kurtuluş edebiyatını bırakalım da dinî vazifelerimizi yapalım. Ezan okununca camiye gidelim. Allah’ın bize verdiği kazanç ve servetin bir kısmını muhtaçlara dağıtalım. Nefsimizi terbiye etmeye bakalım. Kapının önündeki, pencere kenarındaki kediyi ve kuşu doyuralım, derecemiz ve rütbemiz ne kadarsa emr-i mâruf ve nehy-i münker yapalım. Tevbe edelim, ağlayalım.
Yapamayacağımız büyük işler için “Yaparız, ederiz” edebiyatını bırakalım.
Bir de dini imanı para olan, nefslerine put gibi tapan din sömürücüsü haşaratı asla desteklemeyelim. 31 Ekim 2001