Türkiye’de İslâmî sistem düşmanlarının ve karşıtlarının sayıları o kadar fazla değil, fakat güçleri ve ağırlıkları fazladır. Bu güçlerini kendilerinden almamakta, Müslümanların parçalanmış, câhil kalmış, kırsal kesim ve gecekondu kültürü seviyesine düşmüş olmalarından dolayı kazanmış bulunmaktadırlar.

Eskiden “Dördüncü Kuvvet” (Yasama, yürütme yargıdan sonra) denilen medya günümüzde “Birinci Kuvvet” haline gelmiştir. Gecekondu kültürü dolayısıyla Müslüman kesim bu konuda yeteri kadar güce sahip değildir. Ülkenin en güçlü gazetelerini, dergilerini İslâmî sistem karşıtı kesim çıkartmaktadır. Televizyon sahasında da üstünlük onlardadır. Siyasî, sosyal, kültürel, iktisadî bir savaşta medya üstünlüğüne sahip olmazsanız zafer kazanmanız çok zor, hattâ imkânsızdır.

Bir takım Müslümanlar, yaşadıkları bu ülkenin çok kültürlü olduğunu unutmuşlar ve 30-40 yıl boyunca “İslâm’ı getireceğiz!” şeklinde konuşmuşlar, propaganda yapmışlardır. Hattâ bunların içindeki bazı hayalperestler ve ütopyacılar daha da ileriye giderek “Biz Asr-ı Saâdet’i geri getireceğiz!” demişlerdir. Asr-ı Saâdet, Müslümanlar için örnek, model, kutsal bir çağdır. Peygamber o çağda yaşadığı ve dini tebliği ettiği için saâdet çağı olmuştur. Bu devirdeki zayıf ve yetersiz Müslümanların onu geriye getirmesi nasıl mümkün olabilir? O, geriye getirilemez. Ondan ancak ilham alınır, o ölçüdür.

27 Mayıs 1950 ile başlayan yeni İslâmî uyanış hareketinin eksik ve hatâlı tarafları da olmuştur. Bunların en önemlisi, Müslümanların özeleştiriyi, kendileri hakkında yapıcı tenkitleri, faydalı uyarıları terketmiş olmalarıdır. İkincisi Kur’ân’a, Sünnet’e ve Şeriat hükümlerine göre tek bir Ümmet teşkil etmesi gereken mü’minler çeşitli cemaatlere, özel diyanetlere, meşreblere, gruplara ayrılmışlar, bunların bazısı birbirleriyle çatışmışlar, tefrikaya düşmüşlerdir. Üçüncü olarak da, İslâmî hareket gide gide bir köylü, kırsal kesim, gecekondu, taşra, varoş hareketine dönüşmüş; keyfiyet bakımından sayısı arttıkça kemmiyet (kalite) bakımından gücü ve tesiri azalmıştır. Bu köylülük ve gecekondululuk yüzünden Müslümanlar, medya, eğitim, kültür sanat sahalarında yaya kalmışlardır.

İslâmî hareketin belini büken hususlardan biri de birtakım arrivist, yetersiz, şarlatan, soytarı, yiyici adamların kendi çıkarları, mal ve cah, şöhret ve alkış için hareketin içine girmiş ve onu dejenere etmiş olmalarıdır.

Dünyanın globalleştiği, insanlığın bilgi çağında yaşadığı şu zamanda, Türkiye Müslümanlarının hâlâ güçlü bir bilgi bankaları, stratejik araştırmalar enstitüsü, dökümantasyon merkezi, çeşitli sosyal konularda ilmî araştırma merkezleri, İngiltere’deki Eton koleji ayarında kolejleri, kendi özel üniversiteleri, karşıtlarınınkinden üstün gazeteleri, dergileri, televizyonları, haber ajansları, yayınevleri, kültür ve sanat merkezleri bulunmamaktadır. Acaba bu gibi müesseseler baskılar yüzünden mi kurulmamıştır? Böyle bir bahane şu anda geçerli olabilir ama bu ülke 1985 ile 1995 yılları arasında hürriyet, serbestlik, imkân, fırsat, bakımından on yıllık bir altın çağ yaşamıştır. Müslümanların bu on yıldan yararlanarak saydığım müesseseleri kurmaları gerekirdi. Lakin kırsal kesim ve gecekondu zihniyeti dolayısıyla bunlara akılları ermemiştir.

1997’de hava bozmuş, iyi günler ve genişlik bitmiş, bir kriz patlak vermişti. Şimdi Müslüman çoğunluk fırtına, kara bulutlar, tehditlerle sarılmış vaziyettedir. Kendilerini devletten, milletten, vatandan üstün gören; bunların üzerinde bir vesâyet hakkına sahip oldukları kuruntusuna kapılan egemen azınlıklar demokrasiyi, hukuk devletini evrensel-temel insan haklarını askıya almak istiyorlar. Bazı çevreler Suriye’deki gibi bir Nusayrî azınlık diktatörlüğü veya Tunus’taki gibi sıkı bir rejim kurulmasını istiyorlar.

Böyle bir durumda Müslümanların ne yapması gerekir? Yapılacak birinci iş, bu ülkede yaşayan ve çeşitli kesimlere mensup bulunan bütün namuslu, şerefli, hakka ve hukuka taraftar, medenî aydınların bir araya gelerek, asgarî müşterek temelleri tesbit edip onların etrafında birleşmeleridir.

Türkiye’deki belli başlı çeşitlilik nelerdir? Kısaca sayayım: Türkler ve Kürtler, Sünnîler ve Alevîler, Müslümanlar ve çağdaşlar. Bunların hepsinin, bir kesimin inançları ve dünya görüşü etrafında birleşmesi, anlaşması, mutabakata varması mümkün olamaz. O halde, hepsini tatmin edecek ortak ve müşterek bir zemin bulunması gerekir.

Bütün çeşitliliklerin temsilcileri, dürüst, şerefli, medenî, hür fikirli vatandaşlar olmaları şartıyla şu hususlarda birleşip anlaşabilirler:

1. Türkiye’de hukukun üstünlüğü prensibine dayalı bir hukuk devleti rejimi kurulması.

2. Devletimizin imza koymuş olduğu evrensel insan hakları, haysiyetleri ve hürriyetleriyle ilgili bütün beyannâme ve metinlerin bizde de samimiyetle tatbik edilmesi, bunların ihlâlinin önlenmesi.

3. İngiltere’de, ABD’de, İsviçre’de, Almanya’da, İsveç’te, Danimarka’da olduğu gibi bizde de gerçek demokrasinin tatbik edilmesi.

4. Artık hiçbir medenî, ciddî ülkede resmî ideoloji kalmadığı için bizde de resmî ideoloji sisteminin kaldırılması, onun yerine yukarıda saymış olduğum hukukun üstünlüğü, insan hakları, gerçek demokrasi esaslarına dayalı bir sistemin getirilmesi.

5. Ülkemizdeki sistem kesinlikle laik bir sistem değildir. Laiklik konusundaki ikiyüzlülük, samimiyetsizlik kaldırılmalıdır. Yetmiş bin camiye, yüz binden fazla din görevlisine, din okullarına sahip olan bir rejim nasıl laik olabilir?

Diyanet İşleri Başkanı’nı devletin seçtiği, kabineden din işlerinden sorumlu bir devlet bakanının bulunduğu, devletin Müslümanların namazına, ezanına, haccına, kestikleri kurbanın derisine karıştığı, resmî okullarda din dersi verdirttiği, din reformu yapmak istediği bir düzen asla laik olamaz. Türkiye’deki sistem laik değil, “Devlet dini” sistemidir. Laiklik konusundaki bu çarpıklığa artık son vermek gerekir.

6. İnsanların en temel hakkı inanç, din, inandığı gibi bir hayat sürme hakkıdır. Bu hak Türkiye’deki mason, Hıristiyan, Yahudî, ateist ve diğer azınlıklara nasıl uygulanıyorsa, Müslüman çoğunluğa da uygulanmalıdır. ABD’de, İngiltere’de, Kanada’da, İsviçre’de ve diğer medenî ve ileri ülkelerde olduğu gibi.

7. Türkiye, içinde bulunduğu “tarihî ârıza” devrini kapatıp tarihî devamlılık sahasına girmekle mükelleftir. Her kesime mensup aklı başında aydınlar bu zarureti kabul edeceklerdir.

8. Halkla siyasî rejim arasındaki ikilik, çekişme kaldırılmalıdır. Halkıyla mücadele eden bir devletin güçlü olmasına, ilelebed pâyidar kalmasına imkân yoktur. Devlet halkın devleti olmaya, halkın kimliğini kabul etmeye, halka tâbi olmaya, ona hizmet etmeye mecburdur.

9. Ülkemizde lisan ve tarih üzerinde hayli resmî manipülasyon yapılmıştır. Devlet bunlardan vazgeçmeli, resmî tarih ve uyduruk dil fâcialarına artık kesinlikle son vermelidir.

10. Ülkeyi çökerten genel kokuşma, rüşvet, talan, hortumlama, haramîlik, haram yiyicilik, soygun, emeğin ve üretimin ikinci plâna atılması, faizin ve rantın birinci plâna çıkartılması, müzmin ve yüksek enflasyon, gelir dağılımındaki eşitsizlik gibi vahim ağır sosyal ve iktisadî hastalıklarla amansız şekilde mücadele edilmelidir. Bunlar kurutulmadan Türkiye kurtulmaz.

İki yıla yakın bir zamandan beri siyasî bir kriz içinde bulunan ülkemizde, yukarıda teklif ettiğim maddeleri müzakere edecek bir aydınlar ve seçkinler kurultayı niçin toplanmamıştır şimdiye kadar? Dam başımıza çöktükten, hepimiz enkaz altında kaldıktan sonra vakit çok geç olacaktır.

Bir “Millî Mutabakat Kurultayı”nın toplanması zarurî bir ihtiyaçtır. 02 Kasım 1998 Pazartesi