Cumartesi

 

Almanya’da 15 bin nüfuslu bir şehir. Bin kadar Müslüman var. Türk işçileri, Mağribliler, Afrikalılar… Bunların bir ibadet yerine ihtiyaçları var. Alman belediye de yardım ediyor,

minareli küçük bir cami yapıyorlar.

Cami derneği minareye hoparlör koyuyor.

Sabahın köründe, sesi ve musiki bilgisi olmayan biri avaz avaz ezan okumaya başlıyor.
Gayr-i Müslimler yataklarından fırlıyor, çocuklar uyanıyor, hastalar rahatsız oluyor.

Yerli halk şikayet ediyor, bizim Müslümanlar direniyor. Almanlar ezan düşmanı diyorlar. Bir kavga, bir çekişme, bir huzursuzluk havası oluşuyor.

Bendeniz o caminin dernek başkanı veya imamı olsam, bir kere minareye kesinlikle hoparlör koydurtmam.

İkincisi:


Almanlar istemiyorsa, rahatsız oluyorsa dışarıda bile ezan okutmam, caminin içinde okuturum.

Her hâl ü kârda çoğunlukta olan yerli halkı öfkelendirecek bir şey yapmam.

Onlarla iyi geçinirim.

Pavarotti gibi biri ezan okusa hiçbir Avrupalı rahatsız olmaz. Düşünebiliyor musunuz: Dünyanın en iyi sesli yüz kişisi listesinde olan biri ezan okumaya başlıyor. Herkes olduğu yerde dikilip kalır ve huşu içinde dinler, büyük zevk ve haz alır,

duygulanır, hattâ ağlar bile.

Bundan yüz sene kadar önce İstanbul’da öyle müezzinler varmış ki,

gayr-i müslim halk onların ezanını dinlemeye koşarmış.

Ezan sadece dinî bir değer değildir, aynı zamanda bir sanattır.

Ezanı kötü okumak, ezana eza etmektir.
Ezan bir davettir.

Bu davetin mutlaka güzel olması gerekir.

Bendeniz namaz kılan bir Müslümanım.

Ezana karşı olmam düşünülemez. Lakin:

  1. Hoparlöre karşıyım.
  2. Sesi müsait olmayanların avaz avaz ezan okumasına karşıyım.
  3. Avrupalılarla aramızda bu konuda ihtilaf ve çekişme çıkartılmasına karşıyım.

Sesi, müzik bilgisi, aşkı, heyecanı olmayan kişilerin hoparlörü sonuna kadar açarak 125 desibel bağırmaları hizmet ve sevab değil,

hezimet sebebi ve günahtır.

Kırsal kesim, bedevîlik, taşra, varoş kültürü, Müslümanların belini büküyor.
Müslümanlar olmasa Avrupalılar akın akın İslâm’a girecek. Bizi görüyorlar, tereddüt içinde kalıyorlar.

İlimsiz, irfansız, aşksız, şevksiz, neş’esiz, sevgisiz Müslümanlık olmaz. Müslüman, nezaket ve zarafet âbidesidir.

Endülüs Müslümanları nerede, biz nerede…

Fâtih’in, Kanunî’nin torunlarıyız havalarındayız.

Yahu Fatih kim, biz kim.

Bugünkü Yunanlılar ne kadar Sokrates’in Eflatun’un, Aristoteles’in torunları ise biz de o kadar Fatih’in torunlarıyız.

İyi, medenî, vasıflı bir Müslümanın konuşmasına bile lüzum yoktur.

O, hal diliyle İslâm’ı anlatır ve tebliğ eder.

İsviçre’deki minare yasağının İslâm’a hiçbir zararı olmaz.

Minare farz değil, vâcib değil, Sünnet değildir.

Peygamberimiz zamanında (Salat ve selam olsun ona) minare mi vardı?

Minare yoktu ama müezzinlerin pîri Bilali Habeşî hazretleri vardı.

Bilal ezan okurken yer gök sarsılırdı.

Aşksız ezan olmaz.

Şevksiz ezan olmaz.

Ezan ölü ruhları canlandırır.

Ezan gönüldeki pasları siler. Ezan yücedir, yüceltir. Ezan bağrılmaz, güzel sesle, güzel bir şekilde okunur.

Sur içi İstanbul’da (Akşemseddin mahallesi) Mimar Sinan’ın kendi adına yaptığı küçük bir cami vardır.

Onun minaresi hiçbir minareye benzemez.
İsviçre’ye öyle minareler yapılsaydı yerli halk hayran kalır, minare yasağına oy vermezdi.

Kızacak, tekdir ve protesto edecek birini mi arıyoruz, hemen aynaya bakalım.

(İkinci yazı) TANK YENİLETME SKANDALI

1. 2002’de 170 adet eskimiş (en yenisi 1960 yapımı), demode olmuş tankımızın yenilenmesi işi

İsrailli IMI

(Israel Military Industries)‘ya verilmişti.

2. İsrail’e bu iş için ödenecek para 687.5 milyon dolar…

3. Bu yenileme işi Türkiye’de yapılabilir ve daha ucuza mal edilebilirdi. (Bizim bunu yapacak tesislerimiz, teknolojimiz vardır.)

4. Türkiye’nin bu cömertliği ve kıyakçılığı İsrailli firmayı ihya etmiş, iflastan kurtarmıştır.

5. Ukrayna, böyle tankların yenilerini bize tanesi 3 milyon dolardan (yâni daha ucuza) vermeyi teklif etmiş, bu teklif kabul edilmemiş. Çünkü, aramızda gizli anlaşmalar bulunan, bu anlaşmalar halktan ve medyadan saklanan İsrail’e içimizdeki birileri mutlaka yardım etmek istiyormuş.

6. Aradan on seneye yakın bir zaman geçti, İsrail üzerine aldığı işi yapmadı.

7. Bir rivayete göre 10 tankı modernize etmiş, başka bir rivayete göre daha hiçbir çalışma yapılmamış, ortaya bir prototip bile konulmamış. (öyle ya gizlilik var…)

8. Bir iddia… Doğru mu yanlış mı bilemem… Tank ihalesi ile doğrudan doğruya hiçbir ilgisi olmayan dönemin Jandarma Kumandanı Eruygur Paşa, Savunma Sanayi Müsteşarı Dursun Ali Ercan ile projenin İsrailli firmaya verilmesi için bizzat görüşmüş.

9. Türkiye’yi büyük zarara uğratacak bu ihalenin Yahudilere verilmesi için, tank yenileme projesini hazırlayan üç büyük bürokrata ağır baskılar yapılmış, onlar da istifa etmişler.

10. Bu bürokratların istifasından sonra proje müdürlüğüne getirilen Hünkar Urfalıoğlu ve ardından gelen Sezai Öztürk de sözleşmeyi imzalamamışlar.

11. Sözleşmenin içeriği uzun bir müddet kasalarda gizli tutulmuş.

12. Bu işte büyük rolü olan Savunma Sanayii Müsteşarı Dursun Ali Ercan,

müsteşarlıktan ayrıldıktan sonra İşçi Partisi’ne girmiş, Atatürkçü Düşünce Derneği’nde başkan yardımcılığı yapmış.

Meşhur Cumhuriyet mitinglerinin de düzenleyicilerindenmiş.

2002’de bu tank yeniletme işi medyada biraz tartışılmış ve sonra unutulmuştu. Şimdi yine gündeme geldi. Skandallar o kadar çok ki, birinin sarsıntısını ve sersemliğini anlatmadan başkası geliyor.

İsrailli firmayı ihya, memnun, mutlu, mesrur, mahzuz eden bu tank ihalesi işi kaç gün gündemde kalacaktır? Bizde bu gibi skandallar kum veya buz üzerine yazılmış yazılar gibidir. Çabucak unutulurlar.

Olan bizim tanklara oldu. Devletin ve halkın paralarına oldu… İsrail memnun, Türkiye mahzun…

Yok mu bu gidişata bir
“One Minute!”
diyecek?

(Üçüncü yazı) TEPKİSİZ TOPLUM

ÇÖP bidonunda poşet içinde bir bebek cesedi bulunmuş. Otopsi yapılmış, bebeğin canlı canlı çöpe atıldığı, soğuktan öldüğü ortaya çıkmış.

Böyle cinayetleri ne kadar kanıksadık. Tarihte görülmemiş bir cinayet salgını hüküm sürüyor. Poşet içinde çöpe atılan soğuktan donarak ölen o zavallı bebeğin vebali hepimizin üzerindedir.

Toplum çok bozuldu, protesto etmiyoruz. Oğlu anasını öldürüyor, torun ninesini para vermediği için boğuyor, koca karısını çocuklarının önünde katl ediyor. 17 yaşındaki genç (Acaba o kadar genç mi?) sevgilisinin başını testere ile diri diri keserek katlediyor. Toplum gereken tepkiyi vermiyor.

Soğuktan ölmeye terk edilen bebeğin ağızı vardı dili yoktu. Onun dili toplumdur. Dokuz ay karnında taşıdığı, iki sene süt emzirdiği oğlu tarafından öldürülen anne artık konuşamaz. Onun vekilleri biziz. Biz ne biçim vekilleriz…

Adana’da mezarlıkta vahşi şekilde öldürülen kızın da hakkını aramadık. Hem katili, hem de kızı çok serbest bırakanları kınamak lazım.

Bina zina çoğaldı. Ülkemiz devamlı şekilde soyuluyor, talan ediliyor. Rüşvet, riba, haram yeme aldı yürüdü. Tepki hiç yok değil ama yeterli değil. Kokuşma 200 desibel, tepki 20 desibel. Elbette yetmez.

Medyanın haber verdiği ahlaksızlık, vahşet ve kokuşma buzdağının yüzde biri bile değil. Bu bina ve zinalarla, bu kokuşmayla, bu cinnet içinde nereye gidiyoruz? Nurlu ve parlak ufuklara mı? Benim bu nurlu ufuklara hiç aklım yatmıyor. 06 Aralık 2009