Modern Sodom Gomore
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 05 Mart 2019
Pazartesi
Son büyük zelzeleden önceki manzarayı düşününüz. Halkın bir kısmı ne kadar azmıştı. Sanki Allah Habercisi’nin (Salat ve selam olsun ona) mesajı bize ulaşmamış gibi hareket ediyorduk. Haram helal ayırt edilmiyordu. Fuhuş, zina, kumar, uyuşturucu, içki, riba, soygun, talan, yalan dolan, nifak şifak, fitne fesat, fısk u fücur almış yürümüştü. Kendilerini iyi sananlar, sâlih Müslüman pozlarına bürünenler emr-i mâruf nehy-i münker farzını terketmişlerdi. İbadetler, taatler, hayr u hasenatlar, zikr u tesbihatlar ikinci plana atılmış, yahut büsbütün terkedilmişti.
Herkes dünyaya yönelmişti. Şımarıklık, azgınlık, israf, gösteriş, gurur, kibir, nümayiş, mide ve tenasül cihazı hazları gırla gidiyordu.
Fakir, fakat son derece faziletli, dindar, iyi bir genç evlenemiyordu. Çünkü dindar kız babaları ona önce “Evin var mı, otomobilin var mı, otomatik çamaşır ve bulaşık makinan var mı, televizyonun ne marka?..” gibi sorular yöneltiyor, eşyaları ve geliri yeterli görülmezse damatlığa kabul edilmiyordu.
Bırakın dinsizleri ve ehl-i dünyayı, Müslümanların varlıklı ve seçkin tabakası da fena halde azmıştı. Mübarek Ramazan ayındaki o iftar-show ziyafetleri neydi. Beş yıldızlı lüks otellerde pahalı, gösterişli, bid’atli, haram iftarlar veriliyor, bunlara oruç tutmayan ateistler bile çağırılıyor, nutuklar atılıyordu. O oteller ki, etleri şarapta yumuşatılıyor, ızgaralarında domuz eti ile dana eti birlikte pişiriliyor; tatlılara, pastalara, pilavlara bile likör ve şarap konuluyordu.
Din baronları kantarın topuzunu kaçırmışlardı. Saray gibi lüks kâşânelerde yaşıyor, kralların ve devlet başkanlarının limuzinlerinden daha lüks ve ihtişamlı otomobillerde caka satıyor, bağlılarından ayda trilyonlar topluyorlardı. Bu toplanan trilyonlarla hizmet ve hayırlı faaliyetler yapılacaktır deniliyordu ama, Müslümanların bir bilgi bankaları, bir stratejik araştırma enstitüleri, tesirli ve güçlü bir medyaları bile yoktu. Bu trilyonlar nereye gidiyordu?
Ezanlar okunuyordu ama İslâmcı geçinenler, kendilerini koyu ve sofu Müslüman gibi gösterenler camilere gelmiyor, cemaate katılmıyorlardı. Camilere ancak birkaç gariban geliyordu. Kodaman, pabucu büyük, örnek Müslüman görünen adamlar yoktu.
Kadınlar da çok bozulmuştu. İsraf, gösteriş, şatafat peşindeydiler. Kocası iyi kazanan Müslüman bir hanım akşam yemeği için belediyenin sosyal tesislerine gitmek istemiyor, “Daha pahalı ve daha lüks bir yere gidelim” diye direniyordu.
Taşları birbirine kurşunla perçinlenmiş çelik gibi bir duvar halinde bir, beraber, müttehid, müttefik olması gereken Ümmet-i Muhammed bin bir parçaya ayrılmıştı. Her yerde kopukluk, çekişme, dedikodu, birbirinin ardından konuşma vardı. Siyasî tercih farklılığı yüzünden, bir hacıya “Sen hacı değil acısın!” diye hakaret ediliyor, Allah’ın Kur’an âyetiyle kardeş kılmış olduğu mü’minler birbirleriyle çekişip duruyorlardı. Din baronları bu çekişme ve tepişmelerden çok memnundular. Çünkü işin parsasını onlar topluyordu.
Helal kazanç bir kenara atılmış, herkes faiz, riba, repo, rant, avanta, lüpçülük yoluyla geçinmek sevdasına düşmüştü.
Birtakım ahlâksız politikacılar ve belediyeciler, politikayı ve belediyeciliği bir rant ve haksız kazanç konusu haline getirmişler ve bir sürü yamuk iş işliyorlardı. Zaten zelzelede yıkılan on binlerce bina onların gafletleri, hıyanetleri ve kötülükleri yüzünden çökmemiş midir? Elbette, az da olsa iyi politikacı ve belediyeci vardı. Adapazarı taraflarında bir belediye reisi, bir yerde binaların üç kattan fazla yapılması teşebbüsüne karşı çıkmış, fakat belediye meclisi üyelerine yenik düşmüştü. Üç kat tahdidi (sınırlaması) kalkınca birtakım rantçılar ve azgınlar hemen beş, altı katlı binalar yaptırmaya, eski binalara kat ilavesine başlamışlar ve zelzelede bunlar çökerek nice vatandaşımıza mezar olmuştu.
Para sanki din iman olmuştu. Para toplumun tek değeri olmuştu. Para bir kısım insanları kudurtmuştu. Azgınlık kol geziyordu. Dindar geçinen bazı reziller bile “Bu düzen bozuktur, böyle bir düzende haram yemek, vurgun vurmak caizdir” diye şeytanî fetvalar veriyorlardı.
İlmin, irfanın, kültürün, hikmetin, kalitenin, sanatın, edebin, ahlâk ve faziletin kıymeti kalmamıştı. Bunlara rağbet yoktu.
Fanatizm, partizanlık, militanlık, körü körüne taraf tutmak, futbol kulübü asabiyeti gibi bağlılıklar yaygınlaşmıştı.
Memlekete hizmet etmesi gereken bazı kodamanlarda vicdan ve iz’an kalmamıştı. Onlar kendi menfaatlerini, kendi prestijlerini, kendi nefislerini düşünüyorlardı ancak.
Lise gençliğinin yüzde yetmiş dördü uyuşturucu ile tanışmış, bir kısmı bağımlı olmuştu. Bu işin ticaretini yapanlar içinde kimler yoktu ki.
İşte modern Sodom ve Gomore’nin günaha, çirkefe batmış kişileri o dehşetli ağustos gecesinde, saatler üçü iki geçeyi gösterirken korkunç bir sarsıntı ve gürültü ile uyandılar. Yerden ilikleri donduran sesler geliyordu. Sanki binlerce hızar, binlerce kütüğü delicesine biçiyormuş gibi sesler. Zemin ü âsüman, yer gök, inliyor, haykırıyor, feryat ediyordu. Zelzeleden hemen önce gökten garip ışıklar inmişti denize. O zamana kadar misli görülmemiş bir rüzgar yerdeki tozu toprağı, süprüntüleri, her şeyi havaya kaldırmıştı. Kuşlar uçuşmuş, kedi ve köpekler kaçışmıştı.
Binalar yıkıldı, belki elli bin kişi, belki daha fazla can gitti. Hânümanlar söndü, nice insan sakat, çocuklar yetim, kadınlar dul kaldı.
Zelzeleden sonra bir sürü rezalet yaşandı. İnsanların çoğu enkazın altından çıkartılamadı. Aradan kaç hafta geçti, nice âfetzedenin çadırı bile yok. Öfke ve ümitsizlik içinde kışı nasıl geçireceklerini düşünüyorlar.
Bir sürü ahlâksız, faziletsiz, rezil, namussuz, şerefsiz, haydut, harami, alçak, şaki, şerir, domuzdan beter, vicdansız kişi şimdi zelzele rantı yemek için seferber olmuştur.
Zelzele İstanbul’u vurmadı. Birinci sarsıntı İstanbul halkına bir uyarı mahiyetindeydi.
İstanbul’da tekrar zelzele olmaz diye kimsenin elinde garanti yok. Bir vurursa… 28 Eylül 1999