Salı

 

Trakya’da bazı köyler o kadar boşalmış ki, sürü sahipleri Moldavya’dan çoban ithal etmek zorunda kalmışlar. Bizde köylerin boşalmasını sadece sanayileşmeye bağlamak doğru bir tesbit midir? Bence değildir. Zira bizden daha fazla sanayileşmiş ve zengin nice ülke var ki, tarımı ve kırsal kesim faaliyetlerini boşlamamıştır.

Toprak bir devletin, bir halkın, bir ülkenin en büyük varlığı, sermayesidir.

Hollanda, denizden kazandığı topraklarda çiçekçilik yaparak muazzam gelirler elde ediyor.

Tayvan’da, Güney Kore’de ekilebilecek her karış toprak ekiliyor.

Türkiye her yıl büyük miktarda toprak kaybetmektedir. Bu kayıplar (Allah saklasın) dış düşmanların saldırıp vatanımızın bir kısmını elimizden almaları şeklinde olmuyor.

(1) Erozyonla oluyor. Her yıl, Kıbrıs’ın yüzölçümü büyüklüğündeki verimli topraklar erozyonla akıp gidiyor, yerine ziraate elverişli olmayan çorak arazi kalıyor.

(2) Bizde anormal bir iç göç yaşanıyor. Halk yığınları şuursuz, plansız bir şekilde Batı’ya büyük şehirlere, bilhassa İstanbul’a akıyor, geniş bölgeler nüfussuz kalıyor.

(3) Bazı bölgelerdeki (hepsini kasd etmiyorum) halk tembelliğe, asalaklığa alıştırılmıştır. Tarlalara, bağlara, bahçelere, bostanlara gereken ilgiyi göstermiyorlar. Ekip biçmek, çalışmak, üretmek, toprağı işlemek cazip bir iş olmaktan çıkmıştır, çıkarılmıştır. Halk yığınları emek sarfetmek, üretmek yerine; rant, avanta, çalışmadan kazanma heves ve hayaline kapılmıştır.

(4) Türkiye’nin ilmî ve kültürel seviyesi; Hollandalılar ve başka toplumlar gibi fennî çiçekçilik, fidancılık, arıcılık, hayvancılık yapmaya müsait ve yeterli değildir. Basit bir iş gibi görünen çiçekçiliği ve fidancılığı dünya çapında yapamıyoruz. Halbuki bu işi Afrika’da Kenya bile başarı ile yürütmekte, bu yolla büyük paralar kazanıp kalkınmaktadır.

“Bir karış toprağımıza göz diken düşmanın gözünü çıkartırız” gibi edebiyatları bırakalım da halimize bakalım. İsterseniz, havaların ısındığı şu mevsimde bir pazar günü erkenden bir Kocaeli gezisine çıkınız. Önce İstanbul-Şile yolundan gidiniz. Ekilebilecek arazinin büyük kısmının ekilmediğini, boş bırakıldığını göreceksiniz.

Popülist siyasî iktidarlar, orman civarındaki köylülere, her yıl muayyen miktarda orman kesip elde ettikleri odunları satarak geçim parası temin etmelerini sağlayarak ülkeye, devlete, halka çok büyük kötülük etmiştir. Hiçbir toplum, orman kesip, odun satarak kalkınamaz.Yanlış politikalar yüzünden İstanbul civarında ulu ağaçlı, gür orman kalmamıştır.

Ormanlar elbette işletilir, elbette orman konusunda iktisadî ve ticarî faaliyetler yapılır ama bizdeki gibi değil.

Kırsal kesimde çeşitli işler yapılabilir:

(1) Toprağı işleyerek ziraî (tarımsal) faaliyet yapmak,

(2) Otlaklarda hayvan yetiştirmek,

(3) Arıcılık yapmak, bal üretmek,

(4) Geleneksel sanat ve zenaat faaliyetleri yapmak, bu sahada ürün vermek.

Akıllı, çalışkan, becerikli, işbilir toplumlar neler yapmıyor ki:

-Tarlalarda sun’î küçük göller meydana getiriyor ve buralarda tarla balıkçılığı yapıyorlar.

-Şifalı ve tıbbî bitkileri usûlüne göre toplayıp bunları satarak para kazanıyorlar. Bizde bu da son derece şuursuzca yapılıyor. Filan ot para ediyor diye çoluk çocuk, kadın erkek koşuyor, topluyor ve ertesi sene yeniden toplamak için gittikleri vakit aynı otu bulamıyorlar. Çünkü ne var ne yoksa yolup bitirmişlerdir.

-Büyük miktarda turist akınına uğrayan ülkeler, turistlere satılacak el sanatı hatıra eşyaları üreterek nice vatandaşının geçimini sağlamaktadır.

Bizde kırsal kesimde en fazla göze çarpan kurum köy kahveleridir. Devletimiz en küçük köylere, hattâ on beş hanelik mahallelere bile alt katı kahve, üst katı düğün salonu olarak kullanılmak üzere betonarme “Köy Konakları” yaptırtmıştır.

Sanırım dünyada, nüfusuna nisbetle en fazla kahvehane ve çayhane bulunan ülke Türkiye’dir.

Şu büyük ve güzelim ülkede bin türlü gerilik, rezalet, sıkıntı içinde sürünüyoruz.

  • On sene önce dünyanın sayılı tahıl ambarlarından olan Türkiye şimdi ekmeklik buğdayının bir kısmını dışarıdan getirtiyor.
  • Pirinç, fasulya, nohut, patlatma mısırı da ithal ediliyor.
  • Hayvancılığımız kasıtlı olarak, planlı bir şekilde öldürüldüğü için dışarıdan et ve iç yağı (domuz içyağı) satın alıyoruz.

    Vaktiyle Şile civarındaki köylerde el dokuması tezgahları vardı. Bunların hepsi battal edildi, yok edildi. İstanbul civarında bol miktarda toprak eşya, çömlek yapan işyeri vardı. Bunlar da yok oldu.

    Emek vermek, çalışıp çabalamak, üretmek, helâl ticaret yapmak, alın teriyle kazanmak gibi kavramlar tahrip edilmiştir. Onların yerini asalaklık, lotaryacılık, rantçılık, definecilik, titancılık almıştır.

    Arıcılığı ve bal üretimini bile yüz akıyla yapamıyoruz. Bizde üç çeşit bal üretiliyor.

    Birincisi: İçinde bir gram bile gerçek bal bulunmayan bal kıvamında şekerli şerbettir.İçine kimyevî bal aroması ve bal boyası konmuştur. Bunları yiyen şifasını bulmaz, belâsını bulur.

    İkincisi: Arılara şekerli şerbet sunarak kolayca yapılan sahte ballardır. Bunlar da gerçek bal değildir.

    Üçüncüsü: Arıların çiçeklerden topladıkları usarelerle yaptıkları gerçek baldır ki, son derece az miktarda üretilmektedir.

    Sık sık yazarım, bir kere daha tekrar edeyim: Şu kocaman Türkiye’de ceviz reçeli bile yapılıp satılmıyor. Öyle ya, bunu yapmak zor, kim uğraşacak.

    Şehirlere yakın köylüler bir kısım tarlalarını yazlık yapılmak üzere satıyorlar. Aldıkları paraları çar çur ediyorlar, otomobil, cep telefonu, pahalı ve lüks televizyon…

    “Bir tarla sattım, bunun parası ile üretime, kalkınmaya yönelik bir iş yapayım, bir tezgah kurayım, birşeyler üreteyim…”

    diyen yok.

    Çiçekçilik, fidancılık yapılsın, yapılsın ama bu işi köylü vatandaş sadece kendi kültürü ve gayreti ile yapamaz. Devletin ve üniversitelerin yardımcı olması, rehberlik yapması, yol göstermesi gerekir.

    Üretilen malları içte ve dışta satabilmek için kooperatifler, büyük firmalar, uzman elemanlar ve kadrolar lazımdır.

    Atina hava alanının gümrüksüz satış yapan mağazalarında zeytinyağı, zeytin, bal, çeşit çeşit peynir, konserve, geleneksel el sanatı ve zenaatleri ürünleri satılıyor. Bizdekilerde ise viski, yabancı sigara, yabancı çay, yabancı çikolata…Bu kafa ile kalkınma olur mu?

    Bizim halimizin kötülüğü şuradan bellidir:

    Dış ülkelere turistik seyahat yapan Türk grupları oralardaki müzeleri gezmezler, programlarına müze gezisi diye bir fasıl koymazlar. Aklımız fikrimiz yeme içmede, tıkınmada, ucuz veya afilli eşya satın almadadır.

    Kendi ülkemizde de böyleyiz.Vatandaş iki yüz elli bin nüfuslu bir şehirde yaşıyor, elli yaşına gelmiş ve şehir müzesine bir kere gitmemiş. Rezalet, sefalet, kepazelik…

    Eskiden bazı padişahlar bile saraylarının bir köşesindeki atölyede bir şeyler yapar, üretir ve bunları dışarıda sattırırlarmış. Bizde böyle bir ahlâk ve kültür kalmadı.

    Büyük bir belediye 100 yeni çöpçü almaya teşebbüs etse, on bin kişi müracaat eder, uzun kuyruklar oluşur, stadyumlarda imtihan yapılır, izdihamdan ölenler, yaralananlar olur. İmtihan sonunda da başarılı olanlar değil, torpilli ve arkalı olanlar işe tayin edilir.

    İşe başlayanlar, bir gün önce “Ah bir işim olsa, maaşı az da olsa razıyım…” derken, işe girdikten sonra “Bu maaşa çalışılır mı, ücretimin artmasını istiyorum…” diye söylenmeye başlar.

    Ahlâksızlık sadece kadınlara tecavüz etmek, alım satımda hilekârlık gibi şeyler değildir. Çalışmamak, üretmemek, asalakça oturmak, toprakları işlememek de ahlâksızlıktır.

    Bu toplum bu hale nasıl geldi?

    Sanırım kötülüklerin başı yetersiz eğitim ve kötü medyadır.

    Geçenlerde yazmıştım. İstanbul’da suriçinde bir ilköğretim okulunun bodrumunda altı erkek çocuk, bir kız arkadaşlarını becermişler, kız gebe kalmış, altı öğrenci okuldan atılmış.

    Bizde bazı güçler dine, ahlâka, fazilete sanki savaş ilan etmiştir. Peki bunun sonucu ne olacaktır? Olacak mıdır? Oldu bile. Ülkenin haline, toplumun haline bakınız. 19 Mayıs 2004