Cuma

 

İnternette

“Coran & Sunnah”

sitesinde şu satırları okudum:

“Selamün aleyküm… Kendimi tanıtayım:
Amanda-Seyma,
Fransız-İspanyol, 25 yaşındayım, 22 yaşında iken hidayete erdim (Müslüman oldum). Etnoloji konusunda bir lisans tezi hazırlıyordum, İslâm’da çocukların terbiyesi konusunda araştırma yapmak üzere Türkiye’de bir ailenin yanında kaldım. Karşılaştığım Müslümanların bilgeliğini gördüm, İstanbul’da güzel şeylerle karşılaştım, hele camilerde hissetiklerimi başka mekânlarda hissetmem mümkün değildi. Bundan önce Allah’ın var olup olmadığına bile emin değildim. Hayır, şaka yapmıyorum, birkaç hafta sonra günlük beş vakit namazları kılmaya başladım ve tesettüre girdim.

Evet, bu dünyada her şey mümkündür, yeter ki O takdir etsin. Ümid ederim ki, benim bu yaşadıklarım size faydalı olur ve içinizdeki kısık alevli iman kandilinizi güçlendirir…

15.01.2005.”

http://www.angelfire.com/journal/sunnah/Conversion/temoin27.html

Bediüzzaman hazretlerinin güzel bir sözü vardır. Biz Müslümanlar İslâm’ı hakkıyla yaşasak, iyi Müslümanlar olsak, kendi içimizdeki dinden uzaklaşmışlar ve diğer dinlere mensup olanlar fevc fevc (akın akın) İslâm’a girerler diyor. (Hatırımda kaldığı şekilde yazıyorum… “İslâm sadece sözle, lafla anlatılmaz. Kalin (sözün) yanında hal de lazımdır. Hattâ hal kalden önce gelir. İslâm’ı yaşamamız gerekir. İslâm’ı hayata uygulamamız gerekir. İslâm’daki doğru bilgi ve inançların; iyi işlerin, eylemlerin; bütün güzelliklerin bizde görünmesi gerekir.

Bakınız Fransız-İspanyol kızı Amanda-Seyma ülkemize gelmiş, etnoloji konusunda bir tez hazırlamak için bir ailenin yanında kalmış, dindar Müslümanlarla tanışmış, camilere gitmiş ve sonunda Müslüman olmuş. Onun hidayetine vesile olanlara gıbta ediyorum. Hadîs-i Şerif’te “Allah’ın, bir kulunu, senin vasıtanla hidayete erdirmesi, senin için üzerine güneşin doğduğu ve battığı her şeye sahip olmaktan daha hayırlıdır” buyurulmaktadır.

Biz kimseye iman veremeyiz, kimseyi hidayete erdiremeyiz. Veren ve erdiren ancak Allah’tır. Müslüman toplumlarda olumsuzluklar da var.

Birkaçını sayayım:

(1) İslâm ahlâkını tam mânasıyla yaşayamıyoruz. Toplumda yalan var, gıybet var, dil âfetleri yaygın şekilde görülüyor.

(2) Ticaret ve iş hayatında dinimizin ve şeriatımızın güzel kurallarına her zaman uymuyoruz. Amanda-Seyma ülkemize geldiğinde havaalanından bir taksiye binmiş ve şoför ondan 20 dolar yerine, 70 dolar almış olsaydı, onun bu yamukluğu ve sahtekârlığı kızcağızın hidayetine mâni olabilirdi.

(3) Cuma ezanı okunuyor ve nice Müslüman işyerini, dükkânını kapatıp namaza gitmiyor. Ezandan sonra her yer açık, sokaklar, caddeler, meydanlar insan kaynıyor.

Müslüman olan kız fazla bilgi vermemiş ama onun büyük bir ihtimalle tasavvuf terbiyesine sahip bir aile nezdinde kaldığını tahmin ediyorum. Tasavvuf dedim, şu hususu da açıklamam gerekir: Zamanımızda iki tasavvuf vardır. Biri, gerçek ve yaşanan tasavvuf. Diğeri lâf, gösteriş tasavvufu. Çocukluğumda ülkemizin sahil şehirlerine, bacalarından siyah dumanlar savrulan büyük posta vapurlarıyla gidilirdi. Böyle vapurlarla çok yolculuk yaptım. Karadeniz dalgasız olmazdı. İstanbul Boğazı’ndan çıkarız, gemi sallanmaya, yalpa yapmaya başlar, yolcuların çoğunu deniz tutar. Renkler solar, mideler bulanır, herkes yataklara serilir… Ben Ereğli’ye giderdim. Limana girince sallanma ve yalpalanma biterdi. Oh, dünya varmış derdik, kendimize gelirdik.

İslâm şehri, İslâm mahallesi, İslâm toplumu, İslâm evi de bir nevi limandır. Oralara giden ve giren dünyanın deniz tutmalarından kurtulmuş olur. Fitne ve fesat yok… Huzur var… Barış ve sevgi var… İnsanlar güler yüzlü… İyilik yaygın… Büyüklere hürmet gösteriliyor, küçüklere şefkat ve anlayışla muamele ediliyor… Hayvanlar ve bitkilere zulm edilmiyor… Huzur ve güven hâkim… Suç ve ahlâksızlık yok denecek kadar az… Günahlar açıkça işlenmiyor… İslâm müjdedir… İslâm uyarıdır… İslâm iyi haberdir… İslâm güvenlik ve esenlik demektir… İslâm sevgidir… İslâm barıştır…

Eskiden böyleymiş… 1544’te Fransa kralının elçisi ile birlikte İstanbul’a gelen bir İtalyan papazı

“Kostantiniyye o kadar güvenlidir ki, bir elinize altın doldurup şehri dolaşsanız kimse yan bakmaz…”

diyor. Şimdi maalesef eski fazilet ve hasletlerimizin çoğunu yitirmiş vaziyetteyiz. Lakin hepsini yitirmiş değiliz. Kalan faziletlerimiz Amanda-Seyma’nın Müslüman olmasına vesile olmuş.

Gelecek meçhuldür… Biz ilhamımızı mâziden almalıyız. Öncelikle Asr-ı Saadet’ten… Sonra geçmiş asırlardan… Osmanlı devlet-i ebed-müddetinin hükümran olduğu topraklarda hayat sürüyoruz. Bu toprakları onlar bize de hediye etmişler. Önceki yüzyıllarda Müslüman atalarımız nasıl yaşamışlar, İslâm’ı hayata nasıl uygulamışlar, ne gibi iyilikler ve güzellikler sergilemişler? Bunları öğrenmeliyiz, bilmeliyiz. Siz, sadaka taşı nedir bilir misiniz? İstanbul’da bir tane Üsküdar’da kalmıştır o taştan. Gelip geçenler o taştaki deliğe para koyarlarmış, muhtaç olanlar da ellerini sokup bir miktar harçlık alırmış… Duymuş muydunuz? Atalarımızdan biri, kanadı kırılıp da kışın sıcak ülkelere göçemeyen kuşlar için bir vakıf kurmuş… Eskiden bugünkü gibi sosyal sigorta kurumu yokmuş. Hali vakti yerinde olanlar muhtaçları sefil bırakmazmış… Geçmiş asırlarda nice beldede evlerin kapısı kilitlenmezmiş; bir yere giderken kapının bir kanadındaki ipi karşı taraftaki çiviye sarıverirlermiş. Ben çocukluğumda hatırlıyorum: Namaza giden esnaf dükkanını kapatmaz, kapının önüne bir sandalyeyi yan koyup camiye giderdi. Eskiden ufak tefek nizalar (anlaşmazlıklar) mahalle kahvesinde hall ü fasl edilirmiş, kadıya, mahkemeye gitmeye lüzum kalmazmış.

Bundan bir asır önce İstanbul’da ahlâksızlık sadece belli birkaç yerde olurmuş, bütün şehir k….. değilmiş. Yine çocukluğumda görmüştüm: Meyhâneler perdeli idi. Sarhoşlar açıkta içki içmezlerdi. Ramazan gelince, gayr-i müslim meyhanecilerin çoğu dükkanlarını bayrama kadar kapatırlardı. Kırkaltı sene önce bir gün Konya’ya gitmiştim. Cuma değildi, başka bir gündü, öğle ezanı okununca dükkânların çoğu kapandı, herkes camilere seğirtti. Ben yanımdakilerle Aziziye Camii’ne gittim ki, mâbet dolmuş, ancak pabuçlukta namaz kılabildiydik. Ramazan’da, oruç tutmayanlar alenen yemez içmezlermiş. Dine ve dindarlara hürmet edilirmiş. Seksen sene önce bu memlekette bir tek evet bir tek İslâm kadını başı açık olarak gezmezmiş, tesettüre ve hicaba riayet edermiş… Eskiden zenginler de kanaatli, ortahalli, mütevâzı yaşarmış. Lüks, israf, gösteriş kuduzluğu yokmuş… Pazardan dönerken biri zengin, biri fakir Müslüman, zenbilleri kapalı olarak birlikte yürürlermiş.

Atâ tarihinin birinci cildinde okumuştum. Topkapı Sarayı’nda Enderun mektebi talebeleri sabah namazına kaldırılırmış, oraya mahsus camide cemaatle namaz kılarlarmış. Cemaate padişah da katılırmış… O devirlerde kötülük, günah, bozukluk hiç yok muymuş? Varmış ama doğruluklar, iyilikler, güzellikler daha fazlaymış, ağır basıyorlarmış. Sonra zaman geçmiş, fitneler ve fesatlar zuhur etmiş ve münkerler ağır basmaya başlamış. Peygamberimiz ne buyuruyor: “Kuvvetli Müslüman zayıf Müslümandan hayırlıdır…” Kuvvetli Müslüman de demektir? – İlim, irfan ve kültürde kuvvetli… – Ahlâk, fazilet ve karakterde kuvvetli… – Hayır ve hasenatta kuvvetli… – Namazda ve sabırda kuvvetli… – İnsanlara faydalı olmakta, muhtaçlara yardımda kuvvetli… – Güzelliklerde kuvvetli… – Hikmette (bilgelik) kuvvetli… – Hünerde, mârifette kuvvetli… Müslümanın güleryüz ve tebessümü bile bir güçtür… İnsanlığın vebali bizim üzerimizdedir. Bize bakarak Müslüman oluyorlar mı? Yoksa bize bakıp İslâm’dan soğuyorlar mı? 18 Şubat 2006