Cumartesi

Müslüman balık gibidir, su içinde yaşar. Müslümanın suyu İslâmî ortamdır. İslâmî ortam dışındaki Müslüman, sudan çıkmış balığa döner. Dinî kimliğini koruyabilmek, Müslüman olarak yaşayabilmek konusunda bin türlü zorluk ve engelle karşılaşır.

Bir Müslüman elbette Roma’da da, başka Hıristiyan şehirlerinde de yaşayabilir, imanını koruyabilir, ibadetini yapabilir ama oralarda Müslümanca yaşamaya uygun bir ortam bulamaz.

Balıklar suda yaşar ama her balık her suda yaşamaz. Tatlı su balığını denize koyun ölür. Kuzey denizinden balık getirin, Kızıldeniz’e koyun yine yaşamaz. Suyun sıcaklık derecesi, tuz miktarı, balıkların hayatı için çok önemlidir.

Eskiden bu coğrafyada sosyal ve kültürel açılardan İslâmî bir ortam varmış. Müslüman şehir ve beldelerde hayat, güneşin doğmasından bir saat önce uyanırmış. İnsanlar sabah namazına kalkarlarmış. On altıncı asırda Osmanlılara esir düşmüş ve İstanbul’da iki sene bulunmuş, daha sonra kaçıp ülkesine dönmüş olan bir İspanyol’un hatıralarında okumuştum,

“Bu şehirde güneş Müslümanların üzerine, onlar yatakta iken doğmaz. Büyük Türk’ten

(padişahı kast ediyor)

en hakir dilencisine kadar insanlar fecir vakti kalkarlar, sabah namazına hazırlanırlar…”

diye yazıyordu. Şimdi öyle mi?

Çocukluğumda hatırlıyorum, eskiler alaturka saat kullanırlardı. Alaturka saat, her gün güneşin battığı anda saatin on iki olmasıdır. Binaenaleyh her yerde değişiktir. Şimdi alaturka saat kullanan kaç kişi var? Belki de hiç yok.

Beş vakit namaz kılan ve kendisini şuurlu ve uyanık Müslüman sanan bir Müslümana sorunuz,

“Hicrî” takvime göre bugün hangi ayın, kaçıncı günüdür?”

Bunu kaç kişi bilebilir Ramazan dışında? Ramazanda da korkarım, hangi hicrî yılda olduğumuzu bilemeyecektir.

İslâm ortamında en önemli iki hadise şudur:

Birincisi:

Ezan okununca bütün Müslümanlar işlerini, güçlerini bırakırlar, camilere hızlı adımlarla seğirtip namaz kılarlar. Dükkanlar kapanır, evlerden, işyerlerinden insanlar çıkar, en yakın camiye, mescide gidilir. Şimdi böyle bir şey Cuma namazlarında bile görülmüyor.

İkincisi:

İslâm beldelerinde, İslâmî ortamda

Muhadderat-ı İslâmiyye tesettürlü olarak gezerlermiş.

Bir İslâm şehrinde açık bir İslâm kadını görmek kutupta deve görmek, büyük sahrada fok balığı görmek kadar muhal ve mümteni (imkan dışı) imiş. Şimdi öyle mi? Bazen camilere hayli açık saçık İslâm kadınları geliyor çantalarından alaca bulaca başörtüleri çıkartıyorlar, içeriye girip bir kenarda namaz kılıyorlar. Eski zamanlarda böyle bir şeyi Müslümanlar rüyalarında görmüş olsaydılar

“Hayırdır inşallah! Ne acayip bir rüya gördüm…”

derlerdi. Daha çok uzak bir tarihte değil,

merhum cennet mekan ve fîrdevs-âşiyan Sultan Abdülhamid-i Sâni Han Hazretleri zamanında, ikindi namazından sonra İslâm kadınları ana caddelerde, meydanlarda, kalabalık yerlerde dolaşmazlarmış.

Dolaşanlara zaptiye memurları

“Halkın gelip geçtiği yerlerde, ikindi namazından sonra İslâm hanımlarının dolaşması uygun değildir, biran önce lütfen evlerinize gitmeniz gerekir…”

şeklinde ihtarlarda bulunurlarmış. Şimdi bırakın ikindi namazını, gece yarılarına kadar hanımlar, bayanlar, karılar, kızlar sokaklarda fink atıyor…

Osmanlı zamanında sadece İslâm hanımları tesettürlü değilmiş, ehl-i kitaptan hanımlar da tesettürlü gezermiş.

Meşhur Hacı Zihni Efendi, Nimet-i İslâm adlı değerli kitabının nikah bölümünde

“Ben gençliğimde Hıristiyan kadınlarının tesettürlü gezdiği günlere yetiştim”

diye yazıyor. Müslümanlar bence tatlı su balığıdır. Acı sularda İslâmî hayatı tam olarak, tadıyla tuzuyla yaşayamazlar.

Geçenlerde pek çağdaş, pek ilerici, pek terakkiperver ünlü bir kadın, dindar öğrencilerin okullarda sıralar üzerinde namaz kılmalarını tenkid etti ve

“İnanç insanların içinde saklı kalmalıdır, namaz kılmak yerine bale yapsınlar”

dedi. Bu zihniyet Müslümanların yaşadıkları tatlı suları acı su haline getirmiştir.

Bundan yüz sene önce yaşamış istanbullu dindar bir Müslüman, farz-ı muhal dirilse ve şu şehre baksa… Aklı başından gider. Osmanlı eski ceza kanununda şöyle bir madde vardı: Bir koca ansızın evine gelse, karısını yatakta yabancı bir erkekle zina yaparken görse ve silahını çekip herifi gebertse, ona ceza verilmezdi… Şimdi öyle mi?

Çocuğunuzu dindar yetiştirmek istiyorsunuz… Gel de yetiştir…

Okullarda kız erkek birlikte okutuluyor. Üstelik de dershanelerde kızların kendi aralarında, erkeklerin kendi aralarında ayrı sıralarda oturmalarına da izin vermiyorlar.

İlle yan yana oturacaklar.

Buluğ çağındaki çocuğunuzun ahlâkını, hayâ duygularını nasıl koruyacaksınız?

İtiraz etseniz tepenizden kova kova

“Yobaz!.. Gerici!… Çağdışı!.. Hain!..”

çamurları dökülür.

Dindar bir anne baba olarak kızınızı başörtüsüyle üniversiteye gönderip ona yüksek tahsil yaptıramazsınız. Diyelim zenginsiniz, kızınızı Paris’e götürdünüz Dior veya Cardin ünlü moda evlerinden nefis kıyafetlere ve başörtülerine büründürdünüz, yine üniversiteye sokamazsınız.

Herkesin, bazılarının yaptığı gibi çocuğunu Viyana’da okutacak aklı ve imkânı yok ki…

İslâm toplumunda Ramazan ayında akşam iftar topu atılıncaya kadar alenen (açıkta) yemek içmek yoktur.

Şimdi, farz edelim lokantacısınız, lokantayı gündüz kapatıp iftarda açsanız başınıza gelmedik kalmaz.

Eskiden sağda solda tek tük görürdüm, Cuma ezanı okunduktan sonra bazı lokantalar namaz bitinceye kadar kapatırlardı, şimdi onu da göremiyorum. Alimallah adamı Devlet Güvenlik Mahkemesine verirler. O mahkemeler kalktı diyeceksiniz, kalkmadı, isimleri değişti.

Şu anlatacağım hadise son birkaç hafta içinde cereyan etmiş.

Yolcuların kalabalık olduğu bir saatte, bir tramvay vagonunda on sekiz yirmi yaşlarında bir delikanlı ile bir genç kız çok laubali, çok hafifmeşrep, hatta terbiye sınırlarını zorlayacak şekilde cilveleşiyorlar, öpüşüp koklaşıyorlarmış.

Oradaki diğer bir delikanlı rahatsız olmuş,

“lütfen biraz daha ciddi hareket edelim”

demiş, aldırmamışlar. Tedirgin olan delikanlı fingirdeşen erkeğe bir tokat aşketmiş, tramvay bir anda karışmış. Arka taraflardan çağdaş bir bayan açıkta sevişen gençleri savunmuş

“karışamazsınız”

demiş, öteki yolculardan bazıları tokatlayan genci haklı bulmuşlar. Velhasıl bir tatsızlık, bir huzursuzluk, bir keşmekeş olmuş ki sormayın. İnsan böyle şeyleri görmek de istemiyor, duymak da…

Türkçede bir söz vardır

“İbadet de gizli, kabahat de…”

(Burada kastedilen ibadet nafile ibadettir. Bunların halka gösterilmemesi gerekir. Farz ibadetler böyle değildir…)

İslâm medeniyeti ile bugünkü çağdaş Batı medeniyeti arasındaki en büyük fark İslâm’da haya, utanma, edeb olması, Batınınsa bu şişeleri taşa çalıp kırmış olmasıdır. İslâm toplumu günahsız bir toplum değildir.

İnsan günah işleyebilir, ancak günahın açıkça ve küstahça işlenmesi çok vahim bir hadisedir.

Peygamber Efendimiz

“Hayâ imandandır… Hayâ ile iman birlikte olur. Biri giderse ötekisi de gider”

buyurmuşlardır. Birtakım ilericiler, çağdaşlar, ateistler, pozitivistler halkımızı ve bilhassa gençliğimizi hayasız yetiştirmek istiyorlar.

Sovyetler Birliğinde de böyleydi. On beş yaşında kızları ve oğlan çocuklarını yatılı okullarda pek sıkı fıkı bir şekilde barındırırlar, onlardaki hayâ ve utanma duygusunu körletmeye çalışırlardı.

İnönü zamanındaki Köy Enstitülerinde de böyle yapılmıştır. Bugün de bu konuda hayli habaset işleniyor.

Dinsizler, Müslüman toplumunu seküler hale getirmeye çalışıyor. Sekülerlik din ile hayatın birbirinden kopması, ayrılması demektir. Felsefeleri şu:

Din ve inanç vicdan işidir, vicdanlarda gizli ve saklı kalmalıdır, kesinlikle dışarıya vurmamalıdır…

Onların bu istekleri kabul edilirse ne din kalır, ne iman.

Zavallı Müslümanlar sekülerlik tuzaklarına düştüler. Dinden uzaklaştıklarının, hatta dinden çıktıklarının farkında bile değiller. Zahirleri ve batınları alafrangalaşmış… Kimlik kartında dini İslâm’dır yazılmakla kişi Müslüman olmaz ki!.. Adamı öldüğünde camiye getiriyorlar, tabutunu musalla taşı üzerine koyuyorlar,

sosyolojik ve kültürel Müslüman…

Gerçek Müslüman kalbinde şeksiz ve şüphesiz iman bulunan, İslâm dininin gereklerini yerine getiren, Müslümanlığı sergileyen, Müslümanlığı yaşayan, İslâm ahlâkı ile ahlâklı bulunan kimsedir… Ne demiştik:

“Acı sularda tatlı su balığı yaşamaz. Yaşarsa şöyle böyle, düşe kalka yaşar…”

27 Mayıs 2007