SalıGayr-İ müslimleri, sadece sosyolojik kimliği Müslüman olan dinden uzaklaşmış kimseleri, Batı medeniyeti insanını İslâm’a çekebilmek, onlara İslâm’ı anlatabilmek, sevdirebilmek, hidâyetlerine vesile olabilmek için üç yol vardır.

Birincisi: Bilgi ve kültür yoludur. İslâm’ı temsil edenler çok yüksek bir kültür ve bilgi seviyesinde olacaklar, İslâm’ı hakkıyla anlamış bulunacaklar ve dinlerini insanlara bu kültürle tanıtıp sevdirebileceklerdir. Maalesef nâdir istisnalar dışında bugünkü Müslüman dünyası, Batı dünyasına nisbetle ilim, kültür, düşünce sahasında çok geridir. Eski Endülüs İslâm medeniyeti tarih sayfalarında kalmıştır. İslâm dünyasından şimdiye kadar sadece bir Pakistanlı, fizik âlimi Abdüsselâm Nobel kazanmıştır. Onun da, Kadiyanî olduğu söyleniyor. Müslümanlar ilim, kültür, araştırma konusunda o kadar yetersiz vaziyettedir ki, modern çağ insanlığına Hazret-i Muhammed’in (Salât ve Selâm olsun O’na) insanlık için en güzel örnek ve model olduğunu, Âdem oğullarının bu zatın peşinden giderek ebedî mutluluğa ulaşabileceklerini, yeryüzünde barış ve güvenliğin Pax Islamica ile sağlanabileceğini anlatan kitaplar bile yazamamışlardır. Mevcut islâmî apoloji edebiyatı yetersizdir. Batılılar onları okuyarak fevc fevc İslâm’a gelmezler.

İkincisi: Aksiyon, iş, hareket; ahlâk, karakter yoludur. Bu konuda da İslâm dünyasının durumu parlak değildir. Aksiyon ve ahlâk konusunda Kur’ân âyetleri, Peygamber hadîsleri, sâlih seleflerin prensipleri biliniyor ama bunlar hayata geçirilemiyor. İslâm dünyasında kokuşma vardır. Bundan dört asır önce Osmanlı ülkesini gezen batılı seyyahların (gezginlerin) kitaplarında eski Müslümanların ne kadar doğru, ne kadar ahlâklı ve faziletli oldukları anlatıla anlatıla bitirilemiyor. Şimdi öyle mi? Bazen Sultanahmet’ten geçen tramvaya biniyorum; Türkçe ve İngilizce şöyle anonslar yapılıyor: “Çantalarınıza, ceplerinize, cüzdanlarınıza dikkat ediniz…” Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) çok yüksek bir ahlâk üzerineydi, ahlâkî faziletleri tamamlamak üzere gönderilmişti. Müslümanların, fert ve toplum olarak onun izinden gitmeleri ve yabancılara örnek olmaları gerekir. Realitede ise durum yürekler acısıdır: İşlerden yüzde on haram komisyon almalar, kaynağı helâl ve meşru olmayan kara servetler edinmeler, din istismarı, yalana dayalı ticaret, komşulara eziyet… ve daha neler neler. Bazı esnafın yabancılara nasıl fahiş, astronomik fiyatlarla halı sattıklarını gördükçe çok üzülüyorum. Benim 100 dolara alabileceğim bir halıyı yabancıya 1000 dolara satıyorlar. Böyle ticaret olur mu? Bu düpedüz sahtekârlıktır, dolandırıcılıktır. Bu yüzden de iki yakamız bir araya gelmiyor. Adımız Müslüman ama dinimizin ticaretle, alış verişle ilgili hükümlerini hayata uygulamak hiç mi hiç işimize gelmiyor. Biz İslâm’ın aksiyon, amel, hareket, iş prensiplerini hayatımıza geçirebilsek yabancılar hayran kalırlar ve nicesi Müslümanlığı din olarak seçer.

Üçüncüsü: Güzellik ve estetiktir. Vaktiyle Müslümanlar çok güzel medeniyetler kurmuşlardır. Onların şehirleri, evleri, eşyaları, giyim kuşamları, serpuşları, yeme içmeleri, bahçeleri, havuzları güzelmiş. Eskiden kalan eserlerde güzellikler görüyoruz. Müzelerin islâmî bölümleri harika eşyayla dolu. Sonra bu sanatı, bu güzelliği, bu estetiği kaybetmişiz ve beton yığınları, yüksek binalar, beş para etmez elektronik eşya, otomobiller içinde boğulup kalmışız. Türkiye’de yerli Müslümanlar geleneksel el sanatlarını yaşatmıyor, satın almıyor. Bunlara ya yerli sosyete tâlip oluyor, ya da -daha çok- yabancılar. Bundan beş sene kadar önce Çırağan Sarayı’nda bir tarihî ve antika hilyeler sergisi açılmıştı. Mevsim, dindarlık ayı olan Ramazandı ve bu sergiyi dindar kesimden bir tek ünlü, kalantor, kodaman zat bile gezmemişti… Güzellik, sanat, estetik evrensel bir değerdi. Teolojik bakımdan İslâm dinine karşı olan bir gayr-i müslim bile icabında islâmî bir sanat eserinin güzelliğine meftun olabilir. Başka medeniyetlerin insanlarıyla, dünya aydınlarıyla diyalog kurabilmek için bu yoldan istifade etmemiz şart. Lâkin bugünkü sanatsızlığımızla bir şey yapamayız.

İslâm’da, Hıristiyan dünyasında olduğu gibi beyin yıkayıcı, saldırgan bir misyonerlik, tebşir hareketi yoktur. Misyonerler 19’uncu asırda emperyalist devletlerle işbirliği yaparak İslâm ülkelerine girmişler ve dinlerini zorlama ile yaymaya çalışmışlar ve tabiî başarılı olamamışlardır. İslâm’ın yeryüzünde kurmak istediği ve tarihte de kurmuş olduğu “Pax”ta başka dinlere hürriyet verilmiş, başka milletlere din ve kimlik hürriyeti tanımışlar. O asırlarda batılılar, bırakın başka dinlere hürriyet vermeyi, ortodoksluktan ayrılan Hıristiyanları bile yakarak idam ediyorlardı.

ABD, İngiltere, Fransa, Almanya ve diğer batı ülkelerinde binlerce Müslüman dernek kurulmuştur. Bunların çoğu maalesef yanlış, verimsiz metodlarla hizmet görmekte ve başarılı olamamaktadır.

Müslümanların Batı ülkelerinde menfi siyaseti, aktivizmi, şiddete dayalı, nefret doğuran faaliyetleri bırakmaları gerekmektedir.

Batı ülkelerinde, mutlaka Şeriat’a dayalı olmak şartıyla tasavvufa yönelinmelidir. Şimdi yol Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin, Muhyiddin Arabî’nin, Abdülkadir Geylanî’nin ve diğer pîrlerin yoludur. Bu yol muhabbet yoludur. İstidatı olan batılılar bu kapıdan İslâm’a dahil olabilirler.

İslâm tebliğcilerine, İslâm temsilcilerine asık surat, nefret, kin, gayz yakışmaz. Bunlar islâmî hikmete zıt şeylerdir.

Geçenlerde interneti karıştırırken, İtalya’daki bir Müslüman derneğinin, bir şeyh efendi aleyhindeki ağır yazısına tesâdüf ettim. Okudum, çok teessüf ettim. Bu yazıyı bir İtalyan mühtedisi yazmıştı; Arapça bildiği, din tahsili görmüş olduğu anlaşılıyordu ama kendisinin hem savcı, hem hâkim, hem de cellât olmadığını anlayamamıştı. Müslümanlar kendi içlerinde çekişip, tepişip mücadele ederlerse yabancıların maskarası olurlar. İnsanları İslâm’a çekemezler, bilâkis İslâm’dan soğuturlar.

Almanya’nın Köln şehrinde yaşayan Müslümanlar kubbeli bir cami inşaa ettirmişler. Binanın resmini gördüm, beğenmedim. Bizdeki gecekondu mahallesi camileri ondan daha güzel. Köln gibi dünyaca meşhur bir katedrale sahip olan, büyük bir sanat ve medeniyet merkezi bulunan şehirde yaptırılacak cami, bina olarak küçük de olsa mimarlık ve sanat katsayısı yönünden çok yüksek olmalı değil miydi? Yaptırılan binaya harcanan para ile daha güzel, hattâ çok güzel bir cami yaptırılamaz mıydı? Pekâlâ yaptırılabilirdi. Bir proje yarışması açılır, ehliyetli bir jüri projelerden birini seçer ve o bina inşa edilirdi. Müslümanların bu kadar kolay ve basit bir işe akılları ermiyor mu?

Avrupa Müslümanları Rotterdam’da bir İslâm üniversitesi kurdular. Tebrik ediyorum, başarılı olması için duacıyım. Bu üniversiteye İslâm sanatı ile ilgili bölümler konulmalıdır. 23 Mayıs 2001