Perşembe

 

Abdulhalim Akkul Hoca Efendi İstanbul’da vaizlik yapıyordu. Doğruları söylediği, kötülükleri keskin bir üslûpla tenkid ettiği için 27 Mayıs 1960 ihtilâlinden sonra onu vaizlikten attılar. Gelirsiz, beş parasız kaldı. Yıllar boyu geçim sıkıntısı içinde kıvrandı. Naz içinde yetiştirdiği gencecik oğlunu birkaç kuruş kazanmak için bir dökümcünün yanına çırak olarak verdi. Çocuk verem oldu, öldü. Taziyette (başsağlığı) bulunmak için hocanın evine gidenler korkunç bir kış soğuğunda hanesinde soba yanmadığını görmüşler.

Bendeniz o tarihlerde haftalık Yeni İstiklâl gazetesini çıkartıyordum. Müzmin para sıkıntısı çekiyordum. Merhum Abdulhalim Hocaya yeni yazıya çekmesi için Osmanlıca küçük bir kitap vermiştim. Cüz’i bir ücret ödemiştim. (Kitap basılmadı…) Keşke mali gücümüz olsaydı da, ona yardım edebilseydik.

Müslümanlar çok unutkan oldular. Vefalı oldukları da söylenemez, Sivas’ta Madımak Oteli’nde yaşanan facia dolayısıyla birileri ortalığı velveleye verdi. O facia birtakım kışkırtmalar sonunda kasıtlı, planlı bir şekilde oluşturulmuştur.

Sivas faciasından sonra Erzincan’daki Başbağlar Koyü’nde, çok daha korkunç, çok daha feci, çok daha şen’i bir facia yaşandı. Köy camiinden çıkan otuz küsur Müslüman hunharca, vahşice, acımasızca kurşuna dizilerek şehit edildi. Onların hiçbir suçu yoktu… Müslümanlar Başbağlar Köyü şehitlerine sahip çıktılar mı? Katiller bulunmadı ve dosya kapandı gitti.

Masonların “dul keseleri” vardır, para toplarlar, sıkıntıya düşen biraderlerine yardım ederler.

Bizim bir atasözümüz var; “Düşenin dostu olmaz.” Doğru değil ama gerçek böyle… Bir Müslüman düşmeye görsün, mağdur olmaya görsün, arayan soran olmaz…

Bir takım cemaatler “kapalı devre” çalışıyorlar. Var mı yok mu cemaat. Cemaat dışındaki Müslümanlar?.. Ne halleri varsa görsünler…

Peygamberimiz (Salat ve Selam olsun O’na) ne buyuruyor: “Doğu’daki bir Müslümanın ayağına diken batsa, Batı’daki Müslüman onun acısını yüreğinde duyacaktır.”

Daha yeni olmuş bir hadise: Doğu vilayetlerimizden birinde Müslümanlar tutuklanmış ve işkenceye uğramışlar. Kaç kişi ilgilendi?

1960’lı, 70’li yıllarda Şule Yüksel Şenler Hanımefendi’nin büyük hizmetleri olmuştur. Anadolu’yu dolaşır, halkı, bilhassa kadınları ve kızları uyarmak için konferanslar verirdi. Dinleyenleri salona sığmadığı için konferans naklen camilerden de dinlenebilirdi. (O zaman hürriyet varmış!..) 1968’de mi, 69’da mı tam hatırlamıyorum Bandırma’daki konferansından sonra hakkında gıyabi tutuklama kararı verilmişti.

Bugün gazetesi kapatıldı (kapandı değil) ve Şule Yüksel Hanımefendi bir müddet sonra unutuldu. Büyük vefasızlık… O pekâlâ İslâmî gazetelerden birinde günlük yazılar yazarak hizmetini sürdürebilirdi. 1960’ların başlarındayız… Tam tarihini hatırlamıyorum. Üstad Necip Fazıl hapse atılmış. Kirası ödenmediği için Bağdat Caddesi’ndeki köşkü, ailesi tahliye etmek zorunda kalmış. (O tarihler Bağdat Caddesi ve civarı eski zaman köşkleriyle doluydu.) Birkaç dost ve yakın Kızıltoprak Zühdü Paşa Camii arkasında Üstadın ailesine bir apartman dairesi kiralamışlar. Soğuk bir kış günü, lapa lapa kar yağıyor. Cağaloğlu Şeref Efendi Sokağı’ndaki Yeni İstiklal İdarehanesi’ne Üstad’ın yakınlarından Hüseyin Rahmi Bey dostumuz geldi. “Üstad’ın evinden geliyorum…” dedi. “Hanımı çocukları nasıllar?” diye sordum. Şu cevabı verdi: “Evde soba yanmıyor, hanımı ve çocukları mutfakta hava gazı ocağında ellerini ısıtıyorlar…” (O tarihlerde İstanbul’da kömürden çıkartılan hava gazı şebekesi vardı…)

Necip Fazıl niçin hapse girmişti? Banka mı hortumlamıştı? Dolandırıcılık mı yapmıştı? Hayır hayır!.. O, yazıları, düşünceleri, hizmeti yüzünden hapse atılmıştı. Müslümanların O’na vefa borçları vardı. Ödemediler, borçlu kaldılar…

Bendeniz talihli sayılırım. 1991’den beri Millî Gazete’de yazıyorum, lâkin nice Müslüman yazar, fikir adamı nisyan (unutulmuşluk) köşelerinde kaldılar. Onları ne arayan soran var, ne de yazılarını yayınlayacak gazete ve dergi…

1960’lı yıllarda, Bergama’da bir facia yaşandı. Bir Müslüman dinî kitaplar bulundurduğu için tutuklanmış, kitaplarına da el konulmuştu. Uzun muhakemelerden, maceralardan, eziyetlerden sonra beraat etti. Kitapların kendisine iadesine karar çıktı. Kitaplarını almaya gitti, nereye gittiğini söylemeyeceğim, orada bir tartışma oldu; kendisine şiddetli bir yumruk atıldı ve cansız yere düştü… Bu Müslümanın ismini biliyor muyuz? Bu vakıayı duymuş muydunuz? Öldü gitti, şehit oldu… Bize düşen onun hatırasını yaşatmaktı.

Dinsizler, İslâm karşıtları bizden çok daha vefalı. Dirilerinin yardımına koşuyorlar, ölülerinin hatırasını canlı tutuyorlar.

Bir ara, büyük şehit İskilipli Atıf Efendi’nin biraz edebiyatı yapıldı, film falan çevrildi. Sonra o da yine unutuldu…

İskilipli Atıf Efendi’nin

asıldığı gün yine İstiklâl Mahkemesi kararıyla Babaeski Müftüsü de asılarak idam edilmiş. Hayal gücünüzü çalıştırın biraz lütfen… Bir fecir vakti… Hazin sabah ezanları okunuyor… Hapishaneden aksakallı bir hoca çıkartılıyor. Üzerinde beyaz idam gömleği var, elleri arkasından bağlı, boynunda bir yafta asılı… Meydana getiriliyor, darağacı hazırlanmış, bir sandalyeye çıkartılıyor, boynuna yağlı iplik geçiriliyor, sonra sandalyeye bir tekme… Aksakallı hoca ipte sallanmaya başlıyor… Boyun kemiğini kırmak için ayaklarından hızla çekiyorlar… Kaç dakika can çekişiyor, bilinmez…

Yakın tarihimizde

İskilipli Atıf Efendi

gibi,

Babaeski Müftüsü

gibi kaç hoca, kaç şeyh, kaç derviş, kaç Müslüman, kaç inançlı aydın feci şekilde idam edildi, hapislerde sürüm sürüm süründürüldü… Biz Müslümanlar bu şehitlere, bu mazlumlara vefa gösterdik mi? İskilipli Atıf Efendi’nin zevcesi Zahide Hanım, Hocanın idamından sonra İskilip’teki köyüne göç etmiş. Yanında kızı Melahat Hanım. Yaptığım araştırmaya göre sıkıntı ve sefalet içinde yaşamışlar.

Solcuların Nâzım Hikmet’e gösterdiği vefayı biz kendi değerlerimize, Müslüman mağdur ve mazlumlara gösteriyor muyuz?

Müslümanlık abdest alıp namaz kılmakla bitmiyor. Elbette namaz kılacak, oruç tutacaksın; lâkin onların yanında İslâm ahlâkının gereklerini de yerine getireceksin.

Vefa, sadakat, mürüvvet, şecaat, iffet, istikamet, kerem, seha… Bu kelime ve kavramların arı, duru, sade Türkçe’de karşılığı var mı acaba? 11 Ocak 2008