Çarşamba

 

Bazı islâmî müesseseler var ki, Müslüman personeline ikinci sınıf personel muamelesi yapmakta; dindar olmayan, başka dine mensup olan, İslâm düşmanı olan personelini ise el üstünde tutmaktadır.

Müslüman personelin maaşları ödenmemekte, ötekilere ise dolarla ve peşin peşin yüksek paralar verilmektedir.

Başarılı Müslüman personel işten çıkartılmakta, kızağa alınmakta, marjinal vazifelere verilmektedir.

Müslüman müessesede Müslüman personelin üvey evlat muamelesi görmesi doğru mudur?

Dindar olmayan ehl-i dünya personele trilyonlarca transfer ücreti ödenirken, milyarlarca liralık aylıklar bağlanırken Müslümanların düşük maaşlarla süründürülmesi doğru mudur?

Haydi dinsizler, ateistler, ehl-i dünya Müslümanları eziyor, onları hor görüyor, onlara sömürge yerlisi muamelesi yapıyor; peki Müslüman geçinen kimseler aynı muameleyi kendi din kardeşlerine nasıl reva görüyor? Fesubhanallah! Ne acayip işler oluyor…

Dar Kafalar

Dünyada iki kutuplaşma var. Biri globalleşme, dışa açılma, insanlığı bir bütün olarak kucaklama, ufuklarını genişletme, evrenselleşme. Diğeri ise dar mânada nasyonalizm, şovenizm, kavmiyetçilik ve asabiyetçilik.

Ondokuzuncu ve yirminci asırdaki milliyetçiliklerin yirmibirinci yüzyıla ayak uydurması mümkün müdür?

Osmanlı-İslâm sistemi bütün insanlığı kucaklama istidatı taşıyan bir çoğulculuk, bir barıştır. 15’inci ve 16’ncı asırlarda Osmanlı imparatorluğu içinde çeşitli dinlere, ırklara, kimliklere, kültürlere mensup düzinelerle “millet” bir arada yaşıyordu. Ortodoks Rumlara Müslüman Osmanlı devletinin sağladığı din, inanç, inandığı gibi yaşamak hürriyeti Latin Katolik Frenk âleminin sağladığından daha fazlaydı. Ortodoks Bizanslılar, Hıristiyan kardeşliğinin ne olduğunu 1204’teki dördüncü Haçlı seferinde görmüşlerdi. Katolik Haçlı orduları Bizansı zaptetmişler, korkunç ve utanç verici bir yağma ve tahrip dalgasıyla Bizanslı kardeşlerini perişan eylemişlerdi. Öldürmüşler, ırza geçmişler, kiliseleri yağmalamışlar, akla hayale gelmez vandallıklar yapmışlardı. Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmed ise, şehri fethettikten sonra Ortodoks Grek cemaati için yeni bir patrik seçtirmiş, ona geniş selahiyet vermiş, Rumların, Müslümanlardan sonra ikinci “millet” olmalarına imkân tanımıştır.

Bugün bazı çatlak sesler, modası geçmiş kavmiyetçilikler adına Osmanlının millet sistemini, İslâm’ın Ümmet düzenini tenkit ediyorlar. Kültürleri, iz’anları, vicdanları, ufukları yeterli olsaydı böyle uluorta konuşmazlar, İslâm’a ve Osmanlıya iftira etmezlerdi. Yazık ki, Ladincilik ve Latincilik safsataları onların zekalarını dumura uğratmıştır.

Lokantacılık

İki ay kadar önce bir lokantaya gitmiştim. Önce çorba istedim. Beş altı dakika beklettikten sonra getirdiler. Olması gerektiği kadar sıcak değildi. Yemeğimi yedim ve bir daha o lokantaya gitmedim.

Lokantacılık sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. Zamanımızda bu konuda tecrübesi, ihtisası, birikimi olmayan kişiler lokanta ve kebapçı dükkanı açıyor ve sonunda büyük hayal kırıklığına uğruyor, uğratıyor.

Nisbeten ucuz ve iyi bir lokanta nasıl olur?

Önce, yemeklerini, Türk mutfağını iyi bilen tecrübeli ve başarılı bir ahçının hazırlaması gerekir. Bizim mutfağımızda üç yüz kadar çorba çeşidi vardır. Bunların hiç olmazsa on beş yirmi kadarı münavebe ile hazırlanıp müşterilere sunulabilmelidir.

Eski Osmanlı yemekleri de unutuldu. Elbasan tava, beyinli Beykoz kebabı, döğme kebabı gibi yemekler yapılmalıdır.

Türk mutfağında en hassas, en zor pişirilen yemek pilavdır. Onun da düzenilerle çeşidi vardır. İyi pilav amberbû, basmacı pirinçlerinden yapılır. Parlak görünsün diye yağlanan ithal malı pirinçlerle gerçek Türk pilavı olmaz. Üzerinde yer yer zarları kalmış olan Tosya pirinci gerekir Türk pilavı için.

Yağ meselesine gelince: İyi bir lokantaya, kim ne derse desin margarin girmemelidir. Urfa yağı, Vakfıkebir yağı, başka tereyağlar, hakikî zeytinyağı, mısırözü yağı ve diğer tabiî ve sağlıklı yağlar kullanılmalıdır.

En az beş çeşit zeytinyağlı yemek çeşidi olmayan lokantaya ben lokanta demem.

İyi bir lokantanın kendi özel ekmekleri olmalı. Elenmemiş buğday unundan yapılmış, renkleri güzel, kokuları mis gibi, lezzetleri nefis buğday ekmekleri.

Etler İstanbul’dan alınmamalı, haftada bir veya iki gün Bolu gibi yerlere gidilip, yorulmamış hayvan etleri seçilerek alınmalı, getirilip dinlendirilmeli, terbiye edilmeli ve ondan sonra kullanılmalıdır.

Dekorasyon çok önemlidir. Türk lokantasının dekoru millî ve geleneksel bir dekor olmalıdır.

Garsonlar güleryüzlü, zeki, müşteriyi memnun eden cinsten olmalı, sabırla ve sür’atle hizmet etmesini bilmelidir.

Fiyatlar çok yüksek olmamalı, sürümden helal para kazanılmalıdır.

Tatlı olarak Kemal Paşa tatlısı, kadayıf, sütlaç yapan lokanta hapı yutmuş demektir. Bunlar çok bilinen, iptizale uğramış, sıradan hale gelmiştir. Bilinmeyen, harikulade, görünüşü ve lezzeti çok üstün tatlı çeşitleri bulunmalıdır.

Zamanımızda para tek hâkim değer haline gelmiş, yemek içmek âdeta bir dine dönüşmüştür. Sanata, kültüre, edebiyata, düşünceye değer vermeyen paralı sınıf lokantadan lokantaya, kebapçıdan kebapçıya koşmaktadır. Sözde dindar geçinen zengin ve varlıklı sınıf da böyledir. Madem ki onlar mâbetleri bırakmış, lokantaları kendilerine bir nevi mâbet haline getirmiştir, bari oralarda biraz medeniyet, kültür, sanat görsünler, bir şeyler öğrensinler.

Yemeklerden sonra sunulan çayların ve kahvelerin bile iyi bir lokantada başka ve farklı olması icab eder. Tepsisi başka, fincanı başka, kahvesi başka… Meşrubat olarak sunulan ayranlar başka, limonatalar başka, şıralar ve öteki şerbetler başka…

Evet sadece parayla, ezo gelin çorbasıyla, rastgele yapılan dönerle lokanta ve lokantacılık olmaz. Kültür ister, sanat ister, zevk-i selim ister, ufuk genişliği ister, mürüvvet ister, fütüvvet ister, eski lonca ve ahîlik teşkilatı gibi bir zihniyet ister. 22 Nisan 1999