Evangelistler ve Siyonistler

Türkiye’deki sistemin iyice çürüdüğünü anladılar ve kökten bir değişikliğe gitmek istiyorlar. Türkiye hangi yöne gidiyor? İslâm’a, kendi geleneksel kimliğine, tarihî devamlılığa… Bu gidişi durdurmak mümkün müdür? Değildir. Gerçek İslâm gelirse ne olur?

Evangelistler ve Siyonistler için çok fena olur. O halde, onlar erken davranmalı ve kendi istedikleri bir İslâm getirmelidir. Evangelistlerin ve Siyonistlerin istediği İslâm nasıl bir İslâm’dır?..

Adı, gerçek İslâm ile aynıdır. Özellikleri şunlardır:

1. Ehlî/evcil bir İslâm… 2. Sulandırılmış, light bir İslâm… 3. İndirilmiş (münzel) bir din değil, uydurulmuş bir ideoloji veya hümanizma… 4. Allah katında tek hak ve gerçek din olma imtiyazını kaybetmiş, muharref dinlerin de hak olduğunu kabul eden

“zararsız”

bir İslâm… 5. Evangelist ve Siyonistlerle işbirliği yapan bir İslâm… 6. Cihad farzını kaldırmış

“barışçı”

bir İslâm…

Evangelistlerin ve Siyonistlerin, hîn-i hâcette (ihtiyaç duyulduğu zaman) elçabukluğu ile Hilafet makamına getirecekleri uysal bir halife adayları bile vardır. Bu iş için büyük paralar harcanmaktadır. Bu iş için birtakım Müslümanlar kullanılmaktadır. Peki, Türkiye’nin Müslüman çoğunluğunun büyük kısmı bu tuzağa düşecek midir? Düşeceklerini sanmam. İnşaallah düşmezler…

Evangelistlerle ve Siyonistlerle işbirliği yapan Müslüman gruplar büyük imkânlara, dehşetli bütçelere sahipler. Bu suyun kaynağı nereden geliyor? Doğrusu, Türkiye Müslümanları korkunç bir suikast karşısındadır.

Dinî Konularda Sapıtmamak İçin

Bir Müslüman demokrasiyi din gibi benimseyemez.

Lâkin demokrasi taraftarı olabilir, demokrat olabilir.

Vatan kavramı da böyledir.

Fransız İhtilâli’nden sonra Masonlar, ateistler vatanı putlaştırdılar. Bir Müslüman böyle bir put kavramı benimseyemez.


“Vatan sevgisi imandandır” sözü Hadis midir? Hadistir. Asr-ı Saadette Mekke’den Medine’ye biri gelmiş, Hazret-i Âişe validemiz heyecanlanmış, duygulanmış; Peygamber Efendimiz “Hubbul vatan minel iman” buyurmuşlar. İnsan var olmak için bir mekâna muhtaçtır. Bu mekân yoksa Müslüman da yoktur, Müslümanlık da…

İslâm dini dünya işleri konusunda çok esnek bir yapı getirmiştir. İmam-ı Mâverdi’nin

Ahkâm-ı Sultaniye

adlı İslâm âmme hukuku kitabında hükümdarlık, seçimle başa bir başkan geçirilmesi gibi çeşitli İslâmî sistemler anlatılmaktadır. Bunların hepsi meşrudur.

Bir Müslüman herhangi bir ideolojiyi din gibi benimseyemez.


Müslümanlara bu gibi ideolojiler zorla, baskıyla, tehdit ederek kabul ettirilemez, bunları benimsemeleri istenemez. Çok ağır baskılar yapılıyor, tehditler savruluyor, itiraz edenler ağır şekilde cezalandırılıyorsa; Müslümanlar, içlerinde imanlarını ve İslâm’a bağlılıklarını muhafaza ederek, kerhen (istemeyerek) ses çıkartmayabilirler, benimsemiş gibi görünebilirler.

İslâm müşareket (ortaklık) kabul etmez.

“İslâm hak dindir, onun yanında birtakım muharref

(asliyetini kaybetmiş, bozulmuş)

dinler de haktır.”

Böyle bir inanç bâtıldır, sahibini küfre götürür. Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber Efendimizin sünneti bu konuda kesindir. Allah katında yegane hak, geçerli, kabul edilen din İslâm’dır.

Zamanımızda İslâm dünyasında çok acayip fırkalar türedi, bunlardan biri

“İbrahimî dinler”

diye bir slogan çıkarttı, hak din olmak konusunda İslâm’a ortaklar koştu. Böyle bir şey kabul edilemez, Kitab’a, Sünnete, 14 asırlık İcmâ-i Ümmete aykırıdır. Tevhid ile Teslisin barışıp uzlaşması mümkün bir şey değildir.

İslâm, Peygamber Efendimizle ortaya çıkmış bir din değildir. Hazret-i Âdem’den beri bütün Peygamberlerin ve onların gerçek ümmetlerinin dini, İslâm’dır.

Asıllarda, temellerde, inanç hükümlerinde Hazret-i Âdem’den beri İslâm’da değişiklik yoktur. Yüce Allah kemâl sıfatlarla sıfatlıdır, noksan sıfatlardan münezzehtir… İnsanlar, sadece Allah’a ibadet ve kulluk etmeleri için yaratılmışlardır. Hilkatlerinin başka bir sebep ve hikmeti yoktur… Ölümle varlık bitmeyecek, insanın ruhu başka bir âleme intikal edecek, zamanı gelince Kıyamet kopacak, insanlar Ulu bir Mahkemede hesaba çekilecekler… İman eden ve yararlı işler yapanlar cennete konulacak, ebedî mutluluğa nail olacak; müşrikler, kâfirler, zalimler, kötülüklerinin karşılığı olarak cehenneme konulacaklardır.

Son yirmi yıl içinde, Peygamberi devreden çıkartmayı amaçlayan sapık bir fırka zuhur etti. Bunun taraftarları kendilerini

Kur’ân Müslümanı

olarak gösteriyor, asıl Müslümanları ise

“İlmihal Müslümanı”

diyerek küçümsüyor, hatta yoldan çıkmış olmakla suçluyor. Böyle bir şey, büyük bir fitnedir. Kelime-i Şehadet bir bütündür, ikinci parçası kesinlikle gözardı edilemez. Hazret-i Muhammed’i inkâr edenleri memnun ve razı etmek için Kelime-i Şehadetin bir bölümünü devre dışı bırakanlar çok vahim bir yanlışlık ve sapma içindedirler.

Bazı dini gerçekler vardır ki, onları beyan etmek için din âlimi olmak gerekmez. Nasıl ki, iki kere ikinin dört ettiğini söylemek için matematik profesörü olmak gerekmiyor. İslâm dininin tek kaynağının Kur’ân-ı Kerîm olduğunu iddia eden, diğer üç kaynağı inkâr edenler de, bu inkârları cehalet eseri değilse dehşetli bir sapıklık içindedirler.

Asr-ı Saadet’ten

bu yana İslâm dininin ana caddesinde kopukluk olmamıştır. Dinimiz, Peygamber Efendimizin tebliğ ettiği İslâm olarak bilinmekte ve devam etmektedir. Ana caddeden sapan bozuk fırkalar vardır, lâkin kopukluk yoktur.

Din ilimlerini tahsil etmemiş, icazet almamış cahillerin din konusunda tartışmaları,

“bu konuda benim fikrim şöyledir, benim görüşüm böyledir…”

diye birbirleriyle mücadele etmeleri gayet vahim bir fitne ve fesattır. Böyle yapanlar az veya çok sapıtmaya mahkûmdurlar.

Osmanlı İmparatorluğu’nun parlak ve güçlü devirlerinde cahillerin dini konularda kitap yazmaları mümkün değildi. Din kitaplarını icazetli âlimler yazarlardı. Bu durum merhum cennetmekân

Sultan Abdülhamid Hân

zamanına kadar devam etti.

1908’de Masonların, Jön Türklerin, süfehanın

(beyinsizlerin)

baskısıyla II. Meşrutiyet ilân edildi, şeytanî bir hürriyet rüzgârı esti, Pandor’un kutusu açıldı, içindeki bütün kötülükler ülke sathına saçıldı.

Eski Müslümanlar dinlerini ilmihal kitaplarından öğreniyorlardı.

Cemaleddin Afganî

gibi bulaşıklar

, “Herkes içtihat yapsın, dinini Kur’ân’dan ve Sünnetten öğrensin…”

bozuk fikrini ve metodunu çıkarttılar. Başlangıçta Sünnî ulemânın ve kâmil mürşitlerin uyarı ve öğütleriyle Müslümanların büyük kısmı bu bid’ate saplanmadılar. Aradan yüz küsur sene geçti, maalesef

“Her Müslüman, dinini kaynağından öğrensin”

ilkesi geniş bir yığın içinde geçerli hale geldi. Doktor, mühendis, avukat, tacir, işletmeci, veteriner, herhangi bir üniversite mezunu yahut ilkokul diplomalı milyonlarca Müslüman evlerine on ciltlik, yirmi ciltlik tefsirler; yine böyle geniş hadis külliyatları aldılar ve bunlardan dinî konularda ahkâm çıkartmaya kalkıştılar. Şu anda manzarayı görüyorsunuz,

“İslâm’da, Kur’ân’da tesettür yoktur, başörtüsü yoktur…”

gibi hezeyanlar tedavülde… İslâm’da yüzde yüze kadar faizin helâl olduğunu iddia edenleri de gördük.

II. Meşrutiyet zamanında Milaslı Doktor İsmail Hakkı
“İslâm’da Etlerin Tezkiyesi”
adlı bir kitap yazarak veteriner kontrolünden geçen domuz etinin yenilebileceğine “fetva” verdi…

Son haftalarda kadın-erkek birtakım G.Y.’ler din hakkında yazılar yazıyor, gülünç fetvalar veriyor. Sanki İslâm kumaş, onlar da makas. Kes babam kes…

Bir Müslüman için en büyük felâket, en büyük zarar, en korkunç iflâs, en feci idam, imanını kaybetmesidir. İmanını kaybetmek istemeyen akıllı ve vicdanlı bir Müslüman, dinî konularda kendi kafasından konuşmasın; icazetli Ehl-i Sünnet, ulemâsına ve yine icazetli gerçek şeyhlere, kâmil mürşitlere tabi olsun.

İnsanın varlığı bu dünyada, doğumuyla ölümü arasındaki zamandan ibarettir. Ömrü ölümüne iman ile bitişen kişi günahlarından, zulümlerinden, azgınlıklarından, isyanlarından dolayı bir müddet cehennemde yansa bile sonunda cennete konulacaktır. Dünya hayatındaki bütün dikkatimizi, himmetimizi, gayretimizi hüsn-i hâtimeye yönlendirmeliyiz. Yani ömrün ölüme iman ile bitişmesi. 01 Mart 2008