Çarşamba

 

(7) Demagoji, popülizm, ucuz kurtuluş formülleri konusunda birtakım İslâmcılar hayli gevezelik ve zevzeklik ediyorlar. Ülkenin güç kaynaklarını kontrol altına almak konusunda ise yaya kalıyorlar. Günümüz Türkiye’sinde en önemli güç ve kurum nedir? Millet Meclisi midir, siyasî iktidar mıdır, üniversiteler midir?.. Hayır, hayır… Bunların hiçbiri değildir. Türkiye’de

“Birinci kuvvet”

medyadır. Peki, Müslümanların medya sahasındaki durumları nedir? Ülkenin hem en yüksek tirajlı, hem en fazla tesiri olan günlük gazeteleri, haftalık dergileri, televizyonları, yayınevleri, dağıtım şirketleri, ilan şirketleri onların elinde midir? Maalesef değildir. Medya sahasında birinci ligde oynamak ve şampiyonluğu elde etmek için yeterli hürriyet yok mudur, yeterli sermaye yok mudur? Hepsi vardır, lâkin bu sahada bir türlü birinci olamıyoruz. Şu hususu da belirtmek istiyorum, medyada tek başına yüksek tiraj bir şey ifade etmez, onun yanında tesirli olmak, toplumun bütünü tarafından kabul görmek gerekir. Bazı gazetelerimizin Japon usulü dağıtımlarla, birtakım zenginlerin 50’şer, 100’er gazete alıp bedava sağa sola vermeleriyle elde edilen tirajlar gerçek tiraj değildir.

(8) Türkiye Müslümanlarının kültür dili ve vasıtası Türkçe’dir. Türkçe 1920’lerin başında edebî bakımdan son derece zengin, sanatlı, geniş bir lisandı. Sonra çeşitli suikastlara uğradı ve sonunda birkaç yüz kelimeyle konuşulan günlük bir iletişim dili haline geldi. Zengin, edebî, yazılı, kültürel Türkçe

“zorlama bir sadeleştirme”

ile fakirleştirildi, nesiller arasındaki iletişim bağı koparıldı. Artık çok yakın tarihte, bundan meselâ seksen-yüz yıl önce yazılmış romanları, hikâyeleri, düşünce ve kültür kitaplarını bile genç nesiller okuyup anlayamıyor. Başka hiçbir ülkede böyle bir dil kopukluğu olmamıştır. Fransa’da 1600’lerde, 1700’lerde, 1800’lerde yazılmış, edebiyat, tarih, felsefe kitapları hâlâ kolaylıkla okunabiliyor. Belki, zaman zaman bir kelime için lügate bakmak zarureti hâsıl oluyor ama o kitapların bütünüyle

“Eski Fransızca’dan”

bugünkü öz, duru, sade, kuru bir Fransızca’ya tercüme edilmeleri gerekmiyor. Bir Fransız’a Balzac’ın, Zola’nın, Pierre Loti’nin romanlarının sadeleştirilmesi gerektiğini söyleseniz, size deli gözüyle bakar. Bizde ise Reşat Nuri’nin, Hüseyin Rahmi’nin, Ömer Seyfeddin’in, Halide Edip’in, Yakup Kadri’nin romanları sadeleştirilerek yayınlanıyor. Ne büyük felâket, ne korkunç kopukluk… Bu bir şey değil, bir de artık Türkiyeliler 1928’den önce yazılmış ve basılmış Türkçe metinleri okuyamıyorlar. Dedelerinin mezar taşlarını okuyamıyorlar. Öyle câhil profesörler var ki, İstanbul Üniversitesi’nin anıtsal kapısının üzerindeki kocaman Türkçe kitabeyi okuyamıyor. Ya Rabbi! Böyle korkunç bir cehâlet ve felâket dünyanın hangi ülkesinde görülmüştür? Ve Müslümanlar lisan konusundaki bu olumsuzlukları gidermek, bu korkunç ârızayı tâmir etmek için şuurlu ve ciddî şekilde çalışmıyorlar. Ne eski kitapları Latin harflerine çevirmek, ne de en az birkaç milyon Türkiyeliye asıl millî yazımız olan Osmanlıcayı öğretmek için bir seferberlik başlatılmamıştır. Lisan bütün medenî faaliyetlerin, kültürün, edebiyatın ana vasıtasıdır. Bir toplum, bir millet, bir ümmet onu yitirirse bir daha belini doğrultamaz. Müslümanlar kırk yılda kırk binden fazla yeni cami yaptırdılar. Kırk bin değil, yüz kırk bin cami yaptırsalar, bunların kubbelerini altınla kaplatsalar, lisan ve kültür meselesini halledemezlerse felâh ve necat bulamazlar. Türkçe’yi kurtarmak mümkün müdür? Elbette mümkündür.Bu dünyada her şeyin çaresi ve çözümü vardır. Sadece ölümün ilâcı yoktur…

(9) Müslümanlar mimarlık ve diğer sanatlar konusunda da çok geri ve yaya kalmışlar, yabancılaşmışlardır. Bundan önceki maddede dindarların kırk yılda kırk bin cami yaptırdıklarını beyan ettim. Bu kırk bin caminin kaç tanesi sanatlı ve güzel olmuştur? Ancak kırk tanesi dersem mübalağa etmiş olmam. Süleymaniye’leri, Selimiye’leri, Sultanahmet’leri, Anadolu’daki mimarlık şaheseri mâbetleri inşa eden bir ümmetin torunları nasıl bu duruma düştüler? Güzel ve sanatlı cami inşaa etmek çok mu pahalıdır? Hayır, güzel cami, bazen sanatsız ve çirkin bir camiden daha ucuza çıkar. Burada önemli olan para değil, mimardır. Müslüman kesim uzun seneler boyunca en zeki, en istidatlı çocuklarını doktor ve mühendis olarak yetiştirdi, mimarlığa, sanata önem vermedi. Böylece lisan ile birlikte mimarimizde de büyük bir gerileme, yozlaşma, çirkinlik meydana geldi. 2000’li yılların Türkiye’sine bakınız. Her taraf beton yığınlarıyla dolmuş. Bunlar mâmur görünen harabelerdir. Müslümanlar 1950’den bu yana, elli küsur yıl boyunca dünyanın en ileri, en zengin ülkelerinin üniversitelerinde başarılı ve büyük mimarlar yetiştirmiş olsalardı manzara bugünkü gibi olmazdı.

(10) Ümmet şuuru ve birlik meselesi: Müslümanlar bir tek ümmet teşkil ederler. Bu ümmet bünyesi içinde çeşitlilikler olabilir. Çeşitli fıkıh mezhepleri… çeşitli tasavvuf tarikatları… çeşitli meşrepler… etnik çeşitlilik… coğrafî çeşitlilik… Bu çeşitlilikler bir zenginlik teşkil ederler. Ancak bir şartla, önce üniter ümmet yapısı olacak, yine üniter bir hiyerarşi olacak. Bu ümmet yapısının kubbesi altında çeşitliliğin bir kıymeti olabilir. Ümmet yok, İmâmet-i Kübra yok, hiyerarşi yok ve bin türlü hizip, fırka, cemaat var, elbette Müslümanlar bu şekilde birleşemezler, güçlenemezler. Her Müslüman’a ümmetin ne olduğu, çok önemli bir kavram ve müessese olduğu, her mü’minin ümmet şuuruna sahip bulunması gerektiği anlatılmalıdır. Bunu kim yapacaktır? Hocaların, şeyhlerin, üstadların, ağabeylerin vazifesidir bu.

(11) Müslümanlar kadın ve tesettür konusunda da yakın tarihimizde iyi çalışamamışlardır. Müslüman kadınların tesettürü İslâm’ın şiârı ve bayrağıdır. Tesettür konusunda birtakım Müslüman kadınlar ve kızlar, Şeriatın öngördüğü gerçek tesettüre uymayan rüküşlükler sergilemektedir. Erkeklerin bakışlarını ve dikkatlerini açık kadınlardan daha fazla çeken bir başörtüsüne veya elbiseye tesettür demek mümkün müdür? Tesettürün sade olması, vücut hatlarını belli etmemesi, erkeklerin dikkatini çekmemesi gerekir. Müslümanlar kırsal kesim, taşra, varoş, gecekondu zihniyetiyle tesettür savaşını kazanamazlar. Bu iş için, meselâ Endülüs Müslümanları kadar güçlü, kültürlü, medenî, sanatlı olmak gerekir. Avrupa elbiseleri, Avrupa mantoları, Avrupa tayyörleri, Avrupa pantolonları, Avrupa tunikleri… Onların üzerine yine gökkuşağı gibi rengârenk Avrupa eşarpları… Tesettür bu mudur? Bin kere hayır! Birtakım firmalar tesettür defileleri yapıyor, bir gün önce bilmem ne trikonun bikini mayolarını teşhir etmiş mankenlere tesettür kıyafetleri giydiriliyor, cehennemî bir müziğin eşliğinde podyumlarda tak tak, rap rap yürüyorlar. Teşhir edilen yüz elbisenin içinde bir tek yerli, millî, islâmî elbise ve başörtüsü yok ve sonra bunun adı tesettür oluyor. Lütfen, kendimizi ve Müslümanları aldatmaktan vazgeçelim. Tesettür konusunda Japonlardan, Hindistan’dan, bazı İslâm ülkelerinden, hattâ Paris moda evlerinden bile ilham ve yardım alabiliriz. Ancak tesettür kıyafetlerimizin mutlaka yerli, millî, islâmî olması gerekir. Avrupa elbise, pardösü ve mantolarının üzerine Avrupa eşarbı bağlamakla güçlü, üstün bir tesettür kıyafeti elde edemeyiz. Müslümanların şimdiye kadar gerek kadın kıyafetleri ve başörtüleri, gerekse erkek kıyafetleri konusunda vakıflar, enstitüler, araştırma merkezleri kurmaları ve çok güçlü uygulamalar gerçekleştirmeleri gerekirdi. Öyle bir erkek kıyafeti çıkartacaksın ki, Batılıları hayran bırakacaksın ve seni taklid edecekler. Bizde bu güç var mı, bizde bu kafa var mı? 30 Kasım 2006