Zelzele hakkındaki uyarılarım bazılarını rahatsız etti, şikayetçi oldular. İkaz edilmek istemiyorlar. Onlara soruyorum: Devlet ve belediye niçin İstanbul’da milyonlarca ceset torbası hazırlatıp dağıtmıştır, niçin yeni mezarlık sahaları açılmıştır, niçin okul çocuklarına künyeler taktırılmıştır, niçin toplantı üzerine toplantı yapılmaktadır, niçin yabancı ülkelerden uzmanlar çağırtılıp görüşlerine müracaat edilmektedir?

Zelzele’nin olmasını kim ister? Böyle bir âfetin olmasını isteyen çıkar mı? 17 Ağustos’da zelzele olacağı Ankara mercilerine yazılı olarak bildirilmişti. İdareciler halkı uyarıp da, birkaç gün açıkta yatmalarını, evlerini boşaltmalarını sağlamış olsalardı, onbinlerce vatandaşımız hayatlarını kaybetmeyeceklerdi.

Zelzele hakkında rüyalar görülüyor. Rüyalar görenleri bağlar ama başkaları da uyanıp tedbir alırsa fena mı olur? Rüyaların delil ve kaynak olmaması şer’î hükümler, dinî mesail içindir. Rüya zelzele hakkında uyarıyorsa bundan herkes yararlanmalıdır. Bazı rüyalar elbette şuur altına vuran sıkıntı ve tedirginliklerden meydana gelebilir. Lakin hepsi de böyle değildir. Meczublara, saf kişilere bazı şeyler mâlum olur. Onlar meczubtur diye yabana atmamak gerekir.

İnşaallah zelzele olmaz. Cenab-ı Hakk’tan ümidimiz, Allah’ın geniş rahmet ve keremiyle bizi korumasıdır. Yine de tedbirli olmak, uyanık bulunmak gerekmez mi?

Muhtaç fakirlere, yoksullara, sıkıntı çekenlere (profesyonel dilencilere değil) sadaka vermek, Allah’a yalvarmak, tevbe ve istiğfar etmek, yapabildiğimiz kadar emr-i mâruf ve nehy-i münker etmek, bizzat edemezsek edenleri desteklemek suretiyle belâ ve felaketlerin önlenmesi için çırpınmamız gerekmez mi?

Müslümanlar rahata çok alıştılar. Rahat, konfor, lüks, aşırı tüketim Ümmet-i Muhammed’in en büyük düşmanlarıdır. Müslümanlar evlerini, dünyayı kendilerine yalancı bir cennet haline getirmek istiyorlar. Hak uğrunda, din için, kötülüklerle mücadele etmek için sıkıntıya girmekten, çile çekmekten nefret ediyorlar. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın zihniyeti vicdanları karartmış. Bunca kötülük, isyan, günah, tuğyan, azgınlık, fuhşiyat, münkerat yapılıyor; İslâmî kesimden bunlara karşı gerekli reaksiyon gösterilmiyor. “Aman sabredelim, aman fitne ve fesat çıkartmayalım” diyorlar. “Peygamber’i seviyoruz, onun yolundan gidiyoruz” diyorlar. Peki böyle diyenlerin kaçta kaçı o yüce Resûl’ün sünnetine uyuyor? Yemede, içmede, giyimde kuşamda, meskende, binitte, hayat tarzında sünnet üzere miyiz, bid’at üzere mi? Hali vakti yerinde olanlarımızın sofralarını Peygamber aleyhisselatü vesselam görseydi ne derdi? Bu kadar çeşitli, bol, lüks, leziz, pahalı, israflı sofralar Kur’ân’a, Sünnet’e, Şeriat’a, tasavvufa uygun mudur?

Rakı ve şarap içmek günah da, gıybet etmek değil mi? Gıybet alkollü içki içmekten daha iğrenç ve çirkin bir günah-ı kebair değil midir? Peki dindar geçinen bazıları niçin bu kadar gıybet ediyor? Dinimiz gururu, kibri, böbürlenmeyi, büyüklenmeyi yasak etmemiş midir? İnsanın en büyük düşmanı nefs-i emmâresi değil midir?

Peygamber, “Siz birbirinizi sevmedikçe hakikî mü’min olamazsınız” buyuruyor. Biz Müslümanlar birbirimizi seviyor muyuz? Niçin mezhep, meşreb, görüş, tercih ayrılıkları ve çeşitlilikleri yüzünden birbirimizle çekişip duruyoruz? Kâfirlere, ateistlere, münafıklara, zındıklara, İslâm dinine saldıran azgın militanlara toleransla yaklaşanlar, niçin din ve iman kardeşlerine soğuk davranıyor, dargın duruyor?

Çeçenistan’da şu mübarek ayda Müslümanlar kırılıyor, yurtlarından kovuluyor. Bu zulümlere karşı gösterdiğimiz reaksiyonlar, cılız iniltiler yeterli midir? Nice dindar geçinen Müslüman var ki, Tağutlarla can ciğer olmuşlar muhabbet içinde geçinip gidiyor. Bunlar ne biçim dindardır?

İstanbul’un nüfusu iki milyonun altında iken büyük camiler teravih namazlarında dolardı. Şehrin nüfusu on beş milyon oldu, camiler dolmuyor. İslâmcı geçinen, “Biz İslâmî sistemi kuracağız, Asr-ı Saâdet’i geri getireceğiz” diye nutuk atan nice kişi var ki, yatsı namazı vaktinde çaylarını yudumlayıp sohbet ediyor. Böyle İslâmcılardan ne köy olur, ne kasaba.

Peygamber, “Batı’daki Müslümanın ayağına diken batsa, doğudaki Müslüman onun acısını yüreğinde hisseder” buyuruyor. Nerede o Müslümanlar?

Lüks bir otelde on beş milyon liraya iftar yemeği yiyen zengin ve gafil Müslümana soruyorum: Tarhana çorbası, bulgur pilavı, üzüm hoşafı bile bulamayan fakirlerden haberin var mı? Sende zerre kadar vicdan, iz’an, insaf olsaydı bu kadar israf yapmazdın.

Fabrikasında işçi olarak çalıştırdığı zavallı köylü kızına ayda yirmi milyon lira maaş veren, kendisine ise tanesi 120 milyon liraya gömlek alan Müslüman patrona soruyorum: Sen ne biçim Müslümansın?

Müslümanın vasıflısı, güçlüsü, üstünü olur da, molozu, kalitesizi, alçağı olmaz mı?

Kendimizi niçin Kur’ân’a, Sünnet’e, Şeriat’a uydurmak için gayret ve cehd sarfetmiyoruz? Bir insanın iki dini birden olur mu? Parayı din iman haline getiren, nefs-i emmaresini putlaştırıp ona âdeta tapınan adam nasıl muvahhid ve Müslüman olabilir?

Zelzele korkusu ve tedirginliği bizi uyarmalı ve gafletten kurtarmalıdır. Ülkemizin uğradığı ve devamından korkulan âfetler bizim isyandan taate, bid’atten sünnete, cebanetten şecaate, cimrilikten cömertliğe, bencillikten diğergâmlığa, karanlıktan aydınlığa hicret etmemize vesile olmalıdır.

Müslüman kardeşlerime hitab ediyorum: Kur’ân “Öyle bir musibetten korkunuz ki, o içinizden sadece kötü olanlara isabet etmez”, (genel gelir, kurunun yanında yaş da yanar) diye haber veriyor, uyarıyor. Allah’ın azabından ve gazabından, O’nun büyük rahmetine iltica edelim. Tevbe ve istiğfarla, tashih-i itikad ederek, namaz kılarak, cemaate katılarak, sadaka vererek, hayır ve hasenat yaparak, emr bi’l-mâruf ve nehy ‘ani’l-münker farizasını eda ederek, halimizi islah eyleyerek rahmeti ilahiyeye sığınalım.

Tarih boyunca kendi beyinsizlikleri yüzünden helâke uğrayan kavimlerden, şehirlerden, ülkelerden ibret alalım. Sadece Müslüman olmak kişiyi ve toplumu kurtarmaz. Müslümanlığı yaşayalım, yaşatalım.