Çarşamba

 

İstanbul’da son bir yıl içinde, şehrin birçok semtinde boy gösteren üç dört katlı “simit sarayları”, Türkiyelilerin gizli hazineler üzerinde gafil bir şekilde oturduğunu göstermiş bulunuyor.

Düne kadar kimsenin fazla itibar etmediği, tekerlekli camekanlarda, tablalarda satılan mütevâzı simit, bir anda Amerikan fast foodu ile rekabet eder hale geldi. Demek ki simit bir hazine imiş, biz onun kıymetini bilmiyormuşuz.

Hayli geniş, çok güzel bir ülkemiz var. Üç tarafı denizlerle çevrili; bir de iç denizimiz var, Marmara. Nehirlerimiz, göllerimiz, ovalarımız, vadilerimiz, yaylalarımız, dağlarımız mevcut. Ancak bunları değerlendiremiyoruz.

İzmit Körfezi’ni sanayi bölgesi yapmışız. Güzelim sahillerin canına okumuşuz. Bu bölge tabiî hali korunarak turizme açılmış olsaydı, kazanacağımız parayı koyacak yer bulamazdık.

Toprak konusunda bir Hollandalıları düşününüz, bir de bizi. Onların, bir kısmı deniz seviyesinin altında, denizden kazanılmış küçük bir vatanları var. Bu topraklarda çiçekçilik yaparak akıl almaz miktarda fazla para kazanabiliyorlar. Vaktiyle lale soğanlarını bizden almışlar, şimdi bütün dünyaya çiçek ihraç ediyorlar. Türkiye çiçekçilik sahasında son derece geri, yetersiz, başarısız durumda, nal topluyor.

Her sene Kıbrıs adası büyüklüğünde topraklarımız erozyonla yok oluyor.

Ormanlarımızı koruyamıyoruz, her yıl yanıyor, yakılıyor, tahrip ediliyor.

Güzelim sahillerimiz iğrenç, çirkin, zevksiz, sanatsız beton yapılarla dolduruluyor.

Benim çocukluğumda fakirlik çok yaygındı. Halk iyi beslenemediği için verem bütün ülkeyi kasıp kavuruyordu. Düşmüş insanların yerlerden sigara izmariti toplayıp, bunların tütünlerini bir araya getirerek ihtiyaçlarını giderdiklerini görmüşümdür.

Sonra ülkeye zenginlik geldi. Başımıza bu sefer de zenginliğin belâ ve âfetleri geldi. Lüks, gösteriş, İsraf, saçıp savurma, azıp kudurma… Dengesiz toplumlar için fakirlik bir belâ ise, zenginlik bin belâdır.

Bereket versin halkımızın içinde aklı başında, vicdanlı, ahlâklı, faziletli, ruh soyluluğuna sahip, tahtası sağlam, cevheri değerli insanlar da vardır. Ancak bunların da ufukları, Türkiye’yi peşlerinden sürükleyecek, kalkındıracak derecede açık ve geniş değildir.

Yazıma simit saraylarıyla başlamıştım. Uzun yıllar boyunca mütevazı simidin kadr ü kıymetini bilememişiz. Açıkgöz, müteşebbis bir vatandaşımız çıktı, o hazineyi keşfetti.

Üç-beş sene içinde ülkemizi kalkındırabiliriz. Bunu yapabilmek için geniş ufuklu olmamız gerekir. Neler yapabiliriz? Bazı somut örnekler vermek istiyorum:

1. Mesela Çin’den, Hindistan’dan ustalar getirterek el yapımı kağıt üretebiliriz. Başka ülkeler bunu yapıyor, ürettikleri malları ihraç ediyor ve para kazanıyor, iş ve istihdam sağlıyor. Eskiden Türkiye’de geleneksel usulle kağıt yapılıyormuş, sonra zamanla birçok sanat ve zenaatimiz gibi sönmüş, bitmiş. Bazı ukalalar “Bu devirde el yapımı kağıt ne demekmiş…” diye itiraz edebilirler. Onlar hem ukala, hem cahil kimselerdir. Japonya, Çin, Hindistan, İspanya, İtalya, Hollanda ve daha bir sürü ülke bu işi yapıyor, bundan para kazanıyor da biz niçin yapmayacakmışız?

2. İki yüz kadar geleneksel, millî sanatımız ve zenaatîmiz vardır. Bunların yüz yetmiş beş kadarı sönmüştür, el yapımı kağıt gibi bunları da canlandırabiliriz. Bu canlandırma işi için, yabancı ülkelerden ustalar getirtebiliriz. Bunda başarılı olabilirsek on sene sonra, doğrudan doğruya veya dolaylı olarak bir milyon vatandaşımıza iş ve aş temin etmiş oluruz. Lakin böyle işler hırsızlıkla, yiyicilikle, emanetlere hıyanetle, ehliyetsizlikle, laubalilikle, alçaklıkla yürümez. Devlet bir sanatı veya zenaati canlandırmak için bir fon koyacak, bütçeden tahsisat ayıracak ve sonra birtakım rezil, kepaze, yiyici, alçak, namussuz, şerefsiz, haysiyetsiz, pezevenk adamlar o parayı çarçur edecekler, bir kısmını zimmetlerine geçirecekler ve sonunda proje iflas edecek.

3. Ülkemiz yemek, tatlı, meşrubat bakımından, benim tahminimce dünyanın en zengin kültürüne sahip bir ülkedir. Bunları da ihracata ve turizme yönelik olmak üzere canlandırmalıyız. Geçenlerde duydum, müteşebbis bir Türk, yabancı bir ülkede (ismini şu anda hatırlayamıyorum) Türk meşrubatları üretip satmaya başlamış, son derece başarılı olmuş, birçok şehirde şubeler açmış. Biz şu anda kendi ülkemizde tatsız kolalara, boyalı meşrubata esir olmuş vaziyetteyiz, insan bir bardak hakiki limonata içince hem susuzluğunu gidermiş olur, hem içindeki şeker dolayısıyla bir miktar kalori ve enerji almış olur, hem de limonun suyundaki ve kabuğundaki şifalı hassalar dolayısıyla sağlık kazanmış olur. Diğer meşrubatlarımız da böyledir; koruk, kızılcık, vişne, elma, şeftali şerbetlerimiz sağlık kaynağıdır. Biz bunları terk etmişiz boyalı, aromalı, koruma maddeli, kimyevî, zararlı, acayip, berbat sıvılar içiyoruz. Eminim ki, yurt genelinde bir araştırma yapılsa beş yüze yakın çorbamız olduğu meydana çıkacaktır, tatlılarımız da çeşit çeşittir. Böreklerimiz, hamur yemeklerimiz, zeytinyağlı çeşitlerimiz… Biz bu hazinelerin kıymetini bilsek, dünyanın her yerinden akın akın turist gelir. Son yıllarda ülkemizi ziyaret eden turistlerin çoğaldığından bahsediliyor. Turizmde iş sayıyla bitmez, gelen turistlerin kaliteli olması, bol para harcaması gerekir. İspanya ve Portekiz böyle turistlerle ihya olmuşlardır. Ülkemize dünyanın en zengin, en kaliteli, en kültürlü turistlerini çekebiliyor muyuz? Onları çekebilmek için bizim de çok vasıflı, çok kültürlü, çok güçlü, çok üstün, çok ahlâklı ve faziletli Türkiyeliler olmamız gerekir. Turisti yolunacak kaz, sağılacak inek zannedenler bindikleri dalı kesmiş olurlar. İstanbul’da Sarıyer’e eskisi gibi Arap turisti geliyor mu? Zavallıları öyle bir kazıkladılar ki, bir gelen bir daha gelmedi.

Küçük bir iş, küçük olduğu için hor görülmemelidir. Türkiye’deki yüz binlerce, hattâ milyonlarca evin birer köşesini atölyeler haline getirip ev üretimi yapmalıyız. Ev üretimi ne demek? Böyle bir şey olur mu? Elbette olur. Başka ülkeler ve halklar yapıyor da biz niçin yapmayalım? Zenginliğin, kalkınmanın birinci şartı üretmek ve ticaret yapmaktır. İster evin bir köşesinde, isterse büyük ve muazzam bir fabrikada olsun, üretim üretimdir. Üretmeden tüketmek isteyen toplumların durumu ve sonu ne olur? Bu sorunun cevabını öğrenmek için Türkiye’ye bakınız. 29 Temmuz 2004