Müze Soygunları
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 06 Ocak 2019
Bundan 5-6 sene önce, çinileri son derece kıymetli çok değerli tarihî bir yapının restorasyonuna başlanmıştı. Etrafına madenî bir perde gerdiler, gözü dayayıp da içeriyi görecek bir milimetrelik bir aralık bile yoktu. Restorasyon bir seneden fazla sürdü, sonra perde söküldü, çinilerin bir kısmı öbür kısmına hiç benzemiyordu… Birkaç çini uzmanı bulup onlardan rapor almak istiyorum. Ne kadarı eski ve tarihî, ne kadarı sonradan konmuş yeni çini?
İran ve Hindistan’da el sanatları son derece ileridir. Onlara müzelerdeki tarihî altın, gümüş, bronz, porselen, toprak eserleri gösterin, size aynısını yapsınlar. Kapalıçarşı’da antikacılık yapan bir dostum var. Arada bir Bombay’a gidiyor, ustalar buluyor, istediği eski eşyayı yaptırıyor. Onun yaptırdığı iş gayr-i meşru değil, eski buharlı gemilerin zamanımızda antika haline gelmiş bazı aletlerini yaptırıyor. İran’da da böyle ustalar varmış…
Dünyanın her ülkesinde müzelerdeki antikaların “replikalarını”, benzerlerini, taklitlerini yapan sanatkârlar ve atölyeler vardır. Girit’ten böyle bir obje almıştım, hatta üzerinde kurşun mührü de bulunuyor, “aslının aynısıdır” diye de yazıyor. Bunda bir sahtekârlık yok.
Lakin müze vitrinindeki orijinal eşyayı al, yerine sahtesini koy, hakikisini el altından büyük bir servete sat… İşte bu suçtur, hıyanettir.
Elimizde hiçbir delil yok, sadece rivayetler var. Yakın tarihimizde bazı kıymetli kitaplar kütüphanelerden, yerlerine değersiz benzerleri konularak çıkartılmış. Meselâ yazısı, kağıdı, tezhibi, cildi nefis yazma bir divanın yerine aynı kitabın yazı ve cilt bakımından değersizi, tezhipsizi konuyor, kıymetli nüsha apartılıyor. Tekrar ediyorum, doğru mudur yanlış mıdır bilmiyorum, lakin çok kimseden bu senaryoyu işitmişimdir.
Antika değeri büyük olan tarihî Memlûk ciltlerinin bir kısmının da yok edildiği, yerlerine yeni ciltler yapıldığı söyleniyor.
İstanbul’da sur dışında Yenikapı Mevlevîhanesi vardır, burası Vakıfların kıymetli ve tarihi sanat eşyaları deposuydu. Hırsızlar bu depoyu planlı, programlı ve devamlı şekilde soydular, soydular, soydular, soydular… Sonra binada bir yangın çıkıverdi… Gidenler gitti, kalan değersiz şeyler yandı bitti, kül oldu.
Bir ara bu depodan seksen kıymetli halı çalınmıştı, dünya çapında antika halı ticareti yapan bir dostumda çalınan halıların renkli fotoğrafları vardır. Onlardan birinin satış ilanını Londra’daki “Halı” (Bu İngilizce derginin ismi Türkçedir.) dergisinde gördük. Resmi ve dergiyi aldım, mali şube müdürüne götürdüm, bir tek o halıyı kurtarmak nasip oldu. Geriye kalan 79 halı uçtular, gittiler. Uçan halılar!..
1544’te Fransa Kralının elçisiyle birlikte İstanbul’a gelen papaz Jérome Maurand hatıralarını yazmış. Bu hatıralar İtalyanca orijinali ve Fransızca tercümesiyle birlikte 1901’de Paris’te basılmış. (İtinéraire de Jérome Maurand d’Antibes à Constantinople) İşte bu kitapta yazıyor,
“Bu İstanbul’da avucunu altınla doldur, kalabalık çarşı pazarlarda dolaş, hiçbir şey olmaz. Pera’da da böyledir.”
Şimdi soruyorum, bir vatandaş, avucuna altın dolduruyor ve Taksim’den Tünel’e doğru yürüyor. Acaba hedefine ulaşabilir mi sağ salim olarak? Yoksa daha yolun başında altınlar yağmalanır mı? Altınlı herif acaba canını kurtarabilir mi? Diyelim ki, adamcağızın yanına iki polis verdiniz, onların da canı tehlikeye girer.
1544’te Kanunî Sultan Süleyman zamanında hırsızlara çok ağır ceza veriliyormuş. Bırakın bir avuç dolusu altını, bir el arabası dolu altın olsa, hiç kimse yan gözle bakamıyormuş. Şimdi öyle mi? Hırsızların hakları, hırsızlığa mâruz kalan mağdurların haklarından daha fazla. Neyse, yine çok konuşmaya başladım…
Konuyu dağıttık. Ah müzeler, ah müzeler… Vazifesini hakkıyla yapan, namuslu, şerefli, temiz, vazife-perver müzecilerimizi, arkeologlarımızı, bürokratlarımızı tenzih ediyorum. Yaşları genç de olsa onların ellerini öpmekten şeref duyarım. Benim kastetmek istediklerim onlar değil. Ben birtakım yaman adamları kastediyorum.
Sen Karun’un hazinelerini yurda geri getireceğim diye yıllarca uğraş, didin, çalış. Bin zahmetten sonra o kültür varlıkları ülkemize kazandırılsın ve sonra teşhir edildikleri vitrinlerden sessizce ve gizlice çıkartılsınlar, yerlerine sahteleri, imitasyonları konulsun.
Kanaat olmazsa, devletin verdiği maaşlar yetişmez. Aslında maaşlar az değildir, hatta kanaatli, mütevazı, tutumlu bir hayat sürene yeter de artar. Lakin iyi yemekler, yanında içki, sürtük karılarla gece âlemleri, lüks otomobiller, har vurup harman savurmak… Onlara yetişmez bu maaşlar.
Bazı belediyeler, her yerde içki içilmesin, kırmızı sokaklar olsun, sadece oralarda içki satılsın diyerek harekete geçtiler. Bütün çağdaş, ilerici, terakkiperver, uygar medya feryada başladı. İçkiye müptelâ olanlara, kazançları ve maaşları yetmez. Avrupa’dan, Japonya’dan, Amerika’dan uzmanlar, eksperler getireceksin, bütün müzeleri taratacaksın, bakalım kaç tarihi obje sahtesiyle değiştirilmiş. Yine tarihî çiniler de uzmanlara incelettirilecek, kaçı gitmiş, kaçı kalmış.
Söylemeye hacet yok, son otuz-kırk yıl içinde on binlerce camimizdeki, yüz binlerce eski halı ve kilim yağma edildi. Bu halı ve kilimlerin yüzde doksan dokuzu çalınmadı, açıkça götürüldü. Hattâ saf Müslümanlar “Oh ne iyi oldu! Tozlu ve eski püskü halılar gitti, yerlerine yemyeşil, kıpkırmızı, cascavlak yaygılar serildi…” dediler ellerini ovuşturarak. Alan razı, veren razı… 01 Temmuz 2006