Kadim dostum Dr. ali Kemal Belviranlı lütf edip fakirhâneyi şereflendirdi. Epey sohbet ettik. İslâm Prensipleri adlı kitabı kiril harfleriyle neşr edilmiş ve dış Türk Âlemine gönderilmiş. Tebrike şayan ve sevindirici bir haber. Bir ara bana şu suali tevcih etti: Azerbaycan’a, Kafkasya’ya İslâmî dâvet ve tebliğ için gitsen, ne gibi bir program ve hazırlık yapardın? Şu cevabı verdim: Ahmet Özhan gibi ilâhî okuyan kıymetli bir sanatkâr bulur, ayrıca müeddeb ve ihlâslı dervişlerden de zâkirler temin eder, oralarda namaz kılar, namazdan sonra ilâhî okur, dervişleri höykürtürdüm… Hazret de aynı düşüncedeymiş.

Esaretten kurtulan Türk illeri, büyük bir karanlıktan ve manevi kuraklıktan çıkmışlardır. Korkunç tahribat olmuştur. Oralardaki boşluğu sadece kuru bilgilerle doldurmak mümkün olamaz. Bilgiye aşk, şevk, muhabbet, dostluk, ahenk karıştırmak gerektir.

Önce coşturacaksın, kalbini yumuşatacaksın, gözünü yaşartacaksın, feryad ettirip gömleğini parçalattıracaksın, ondan sonra o da yola gelecektir.

Bir cemaat, bir meclis düşünün. Vakit gelince hârikulâde sesi olan birisi nefis bir Ezan- ı Muharnmedî okuyor, dinleyenler gayş oluyor. Arkasından güzelce, tâdil- i erkân ile namaz kılınıyor, imam efendinin kıraati, tekbir ü tesbihatı da enfes. Namazdan sonra dua ediliyor, gönülleri cilâlayan bir aşr-ı şerif okunuyor ve zikre başlanıyor. İlâhîler, kasideler, salât ü selâmlar. Zâkirân zikr ediyor. Herkes nefesini tutmuş merakla, hayranlıkla, safa ile seyr ediyor. Merasim bittikten sonra çaylar içilip tebessümler dağıtılıp yârenlik ediliyor. Yüzler güleç, herkes müeddeb, nezaket ve iltifat bol, ülfet ünsiyet kaynaşma havası var. Surat asmak yok, münakaşa yok, antipatik davranışlar yok, gıybet yok, asabiyet yok.

Böyle bir meclisten sonra ne olur? Tek kelimeyle hayr olur. Bu hayrdan da İslâmî fütuhat meydana gelir.

Allah bize komünizmin yıkıldığını. Müslüman Türklerin azadlığa kavuştuğunu gösterdi, hamd olsun. Zat- ı Kıbriyasından Tevhid Bayrağının tekrar yücelip, halkların fevc fevc tekrar Muhammedî Şeriat’ın, Ahmedî tarikatın dairesine girdiklerini göstermesini niyaz eyleriz.

müzİk SalgINI

Bir nota tufanı içinde yaşıyoruz. Evde müzik, sokakta müzik; kahvede, lokantada, takside, minibüste, vapurda, trende müzik. Havada, karada, denizde, denizaltında müzik. Ayakta müzik, yatakta müzik, mutfakta müzik, helada müzik. Of be her yerde müzik. Ama ne müzik ne müzik. Arabesk müzik, kakafonık müzik, rock müzik, b.. müzik!

Gökten nota yağıyor sanki. Berbat bir yağmur bu. Çamur gibi, is gibi, necaset gibi, sidik gibi. Kurtulmanın imkânı yok. Kulaklarınızı tıkasanız beyninizin içinde ötüyor şeytanî, nemrudî, deccalî bir kakafoni.

Radyonun düğmesini çeviriyorsunuz, hoparlöründen pis bir müzik akıyor, televizyondan keza. Muannid bir müzik ufuklarda yankılar yapıyor, insanlıkta kafa bırakmıyor. Bu müzik insanı sarhoş ediyor, varlığının, yaratılışının sebep ve hikmetini düşünmeğe vakit bırakmıyor. Müzik ibtilâsı kollektif bir isteri haline gelmiş. Kimi çalıyor, kimi oynuyor, kimisi de dinleyip seyr ediyor. Ta kabirleri boylayıncaya kadar bu minval üzere hoplayıp zıplıyorlar.

Bir batı ülkesinde denemişler, bir tavuk çiftliğinde aralıksız rock müziği çalmışlar. Bir müddet sonra tavuklar sapır sapır dökülüp ölmeğe başlamış. Dayanır mı, onlardaki de candır.

Biz tavuklardan daha dayanıklıymışız ki, henüz ayaktayız. Şu var ki, maddî canımıza kıyamayan bu müzik kasırgası ruhumuzu öldürüyor.

Şehirden kaçabilsem, kapağı ıssız bir kırlığa atabilsem. Orada topraktan yapılmış bir bağ evinde rüzgârın ninnisi, ağaçların hışırtısı, kuşların cıvıltısı, bülbüllerin neşidesi, suların şırıltısı, böceklerin vızıltısı içinde kafamı dinleyebilsem.

Sakın yanlış anlamayınız, ben musikiye bitamamiha karşı değilim. Ulvî ve meşru olanına bir şey demem. Ama ondan kaç nağme kaldı ki. Zevkler süflileştikçe, insanlar bayağılaştıkça hakiki müzik kaçtı, bizden uzaklaştı. Çöldeki vahalar gibi seyrekleşti eski meclisler. Kötü müzik iyisini kovdu. Kargaların konser verdiği yerde bülbül barınamaz ki. O eski terennümler bitti, yerlerini ırlamalar zırlamalar aldı. Acısesler tatlısesleri uzaklaştırdı.

Gözlerinizi kapatınız, kulaklarınızı tarihin göğsüne dayayınız, tâ derinden gelen cezbedici nağmeler işiteceksiniz. Musiki işte odur.

İSLÂM EVİ

Hayli Türk işçisinin yaşadığı büyük bir Avrupa şehrindeyiz. Oradaki Müslüman bir grup “İslâm Evi” adıyla bir merkez kurmağa karar verirler. Bu maksatla bir dernek kurarlar ve para toplamağa başlarlar. Bir bina alınacaktır. Uygun bir bina bizim paramızla birkaç milyar liradır. Uzun çalışmalar neticesinde ve birkaç sene içinde bu parayı toplamağa muvaffak olurlar. Ama iş yine bitmez, bu sefer de tâmir, dekorasyon, tefriş işleri vardır. Bu da büyük bir yekûn tutmaktadır. Bir sene de bu iş için para toplarlar, peyderpey binayı dayar döşerler. Nihayet her şey tamamlanır, İslâm Evi pırıl pırıl hale gelir ve törenle açılır. Kapısına da sarı madenden ışıl ışıl bir levha çakılır.

Bina temin edilmiş, tabela asılmıştır, Şimdi faaliyet ve hizmet yapılması gerekmektedir. Öyle ya bu bina alınacak, tâmir edilecek diye yıllar boyunca Müslümanlardan yardım talep edilmiş, teberrular toplanmış, yalvarılıp yakarılmıştır. Bütün bunlar niçin yapılmıştır? Bina için, mefruşat için değil ya…

Ama istenilen, özlenilen, beklenilen, o ülkenin standartlarına uygun, çağ seviyesinde. İslâm’a yakışan faaliyet ve hizmetler bir türlü yapılamaz. Doğru dürüst bir dergi ve broşür neşriyatı gerçekleştirilemez Sanat faaliyetleri icra edilemez. O ülke halkına İslâm’ı sevdirerek anlatacak tebliği ve dâvet işine teşebbüs edilemez. Sadece kalitesiz, yetersiz, olmasa da olur cinsinden birkaç ıvır zıvır göstermelik etkinlik yapılır o kadar.

Bizim müteşebbisler, gerekli faaliyet ve hizmetler konusunda böyle yaya kalınca, hemen kolları sıvarlar ve İslâm Evi’nin bitişiğindeki apartmanı da alıp Evi genişletmek üzere hummalı bir faaliyetle çalışmaya girişirler.

Birkaç sene daha oyalanacaklardır.

ABD’DE DİN HÜRRİYETİ

50’li yılların sonuna doğru iki sene müddetle Diyanet İşleri Başkanlığında mütercim olarak memuriyet yaptım. Orada benden daha kıdemli diğer bir mütercim de Orhan Türkkan beydi. Bir gün, Amerika’dan gelen bir hıristiyan vâizin, gece Amerikalı askerî personele vaaz edeceğini haber verdiler ve bizim o vaaza iştirak ederek bir rapor vermemizi istediler. Adres aldık ve saatinde oraya gittik. Salonda elli-altmış kişilik bir cemaat vardı. Vâiz sivil giyimliydi, altmışını geçkin görünüyordu.

Amerika’da, Hıristiyanlığın birçok mezhepleri ve tarikleri (secte) bulunmaktadır. O gece konuşacak olan vâiz de Mary Baker- Eddy adlı bir kadın “peygamberin” kurduğu “The Christian Science” kilisesine mensupmuş. Bu mezhep yahut Hıristiyanlıktan azma din, Amerika’nın en güçlü gazeteleri arasında olan Boston daki The Christian Science Monitor gazetesini çıkartmaktadır. Milyonlarca taraftarı, üniversiteleri, güçlü bir kültür faaliyetleri vardır, ülkenin çok kuvvetli baskı gruplarından birini teşkil etmektedir.

Vâiz konuşmasının bir yerinde özetle “Allah kötülüğü yaratmaz, binaenaleyh bir nevi şer olan hastalık, mikrop gibi şeyler yoktur. Bunlar insanların kuruntularından ibarettir. Bizim dinimizde doktorluk, hastahâne, ilâç, tedavi gibi şeyler kabul edilmez” şeklinde konuştu. Ben bu beyanlar karşısında şaşırmış kalmıştım. Bilahare bu kilisenin neşrettiği İngilizce Fransızca dergileri mütalaa ettim, vâizin söyledikleri orada da tahriren bildiriliyordu. Hattâ, bu mezhebe mensup olup da kaza geçiren, yaralanan kimselerin tedavi istemediklerine dâir belge imzaladıklarını ve iyi olduklarını mübeyyin şehâdetler yer alıyordu. Daha sonra Stephan Zweig’in Mary Baker-Eddy hakkındaki kitabını okudum, konu hakkında daha fazla bilgi sahibi oldum.

Uzatmayayım, Amerika’daki bu dinin milyonlarca mensubu aklın kabul etmeyeceği bu gibi görüş ve inançlara bağlı kalmakta, devlet ve diğer dinlerin mensupları tarafından müsamaha görmektedir. Hattâ Amerikan ordusu, bünyesi içindeki bu mezhep mensuplarına dinî hizmet vermek, vaaz etmek üzere papazlar istihdam etmektedir.

Bizde ise dünyanın en aydınlık, en nurlu dini olan İslâmiyet dışlanmakta, dindar memurlara baskılar yapılıp, vazifelerinden (mahkeme kararı olmaksızın, kanunsuz ve gayr- i âdil bir şekilde) atılmaktadır.

Amerikalıları ve Batılıları, onlar sıçan deliğine girseler, başlarına üzüm küfesi geçirip gezseler bile taklid edecek kadar mukallid olan bizdeki zevat, onlardaki din ve vicdan hürriyetine gösterilen ilgi ve saygıyı niçin görmüyor ve bizde de göstermiyor? Yoksa, bu husustaki telkinat ve talimat da mı Amerika’dan fısıldanıyor?

Cenab- ı Hak cümlemize akıl, fikir, iz’an ve idrak nasıp eylesin ve akıbetimizi hayırlara ulaştırsın.

28.12.1991