Çarşamba.

GEÇEN sene bu ayda üç dostla birlikte otomobille bir Balkan seyahati yapmıştık. Yola çıktığımız sabahın gecesi

Kanal 7’de Sabataycılıkla ilgili açık oturuma katılmıştım.

Karşımda

Abdi İpekçi’nin kızı

vardı. Hareketli, ateşli geçen bir program olmuştu. Eve geç vakit yorgun argın dönmüş, uyuyamamış, sabah namazından sonra da yola çıkmıştım.

Yunanistan için vize almam biraz maceralı olmuştu.

Kendim gitmemiştim, pasaportumu götüren arkadaşa önce

“Tapularını, bankalardaki hesaplarını getirsin”

denilerek vize verilmemişti. Bunu bana aktaran arkadaşa

“Ne tapu gösteririm, ne de banka cüzdanı getiririm

(Zaten yok),

Yunanistan seyahatinden vaz geçtim”

demiştim. Dostum, program bozulmasın diye bir kere daha ricaya gitmiş, konsoloshanedeki yaşlı bir memur,

“A bu Şevket Eygi beyin pasaport mu, şimdi kendisi ne yapıyor?”

diye sormuş ve vize mührünü basıvermişti.

Her neyse İpsala’dan Yunanistan’a geçtik. Hava güzel, her taraf bağlık bahçelik. Kısa zamanda Gümülcine’ye vardık. Bu şehrin Rumca adı

“Komotini”.

Bundan kırk küsur yıl önce, oradaki tanınmış bir Türke postayla mektup göndermiş, zarfın üzerine Gümülcine diye yazmıştım. Mektup bir müddet sonra geri gelmişti. Üzerinde Fransızca olarak

“Yunanistan’da Gümülcine adında bir şehir yoktur”

yazılıydı…

Benim gibi bir Müslüman

(yanımdakiler de dindardı),

yurt dışında Türklerin yaşadığı bir şehre gidince ilk olarak ne yapar?

Elbette ki, camiye gider.

Biz de, şimdi adını unuttuğum, yanında medresesi ve müftülük dairesi olan bir camiye giderek namaz kıldık. Cemaatten beni tanıyanlar varmış.

“Yahu daha birkaç saat önce televizyondaydın, buralara ne çabuk geldin?”

dediler.

Bir ara Batı Trakya’daki Türklere çok ağır, dayanılmaz baskılar yapılıyordu. Meselâ

Türk’ün evinin damı aksa tamir ettiremezdi.

İnşaat yapmak, tamirat yapmak yok; o bölge Türklere ve Müslümanlara açık bir cezaevi haline getirilmişti.

Yunanistan Avrupa Birliği’ne girdikten sonra bu baskılar kalkmış.

Türkleri oldukça rahat ve huzurlu gördüm. Ticaret yapabiliyorlar, dükkanları ve işyerleri var, bağlarında ve bahçelerinde çalışıyorlar. Türkiye’ye gidip gelebiliyorlar. Yunan hükümetini, Batı Trakya Türklerine karşı bu yumuşama siyasetinden dolayı tebrik etmek gerek. Tabiî ki, bütün problemler halledilmemiştir. Türk çocuklarının yüksek tahsil yapmaları hususunda engeller, kontenjanlar varmış, onlar kaldırılmalıdır.

Batı Trakya Türkleri ve Müslümanları genellikle kırsal kesim halkı, köylü. Köylülükle, tütüncülükle, çobanlıkla, sebze yetiştirmekle, küçük esnaflık yapmakla varlıklarını ve kimliklerini korumaları, ilerlemeleri çok zordur. Ne yapıp yapıp çocuklarını okutmaları, Yunanistan’daki, Avrupa’daki üniversitelere göndermeleri, bir elit ve seçkin Türk-Müslüman zümresi meydana getirmeleri gerekir.

70’li yıllara kadar Batı Trakya’da Müslümanlık çok kuvvetliydi. Oradaki Türklerin kimliklerinin birinci maddesiydi. Türkiye’deki birtakım güçler ve klikler, büyük paralar harcayarak Batı Trakya Türklerini İslâm’dan ayırmak, onları dindar Müslüman statüsünden çıkartıp sosyolojik Müslüman statüsüne sokmak için uğraştılar, didindiler. Maalesef bu konuda epey de yol aldılar.

Yanımdaki arkadaşlar, Gümülcine civarındaki bir köyün hocasını tanıyorlarmış, onu görmeye gittik, bizi çok iyi karşıladı ve biraz gezdirdi. Akşamleyin İskeçe’ye geçtik, geceyi orada bir otelde geçirdik. İskeçe’de de Türkler Müslümanlar, camiler var.

Yunanistan’da bizdeki gibi çay alışkanlığı yok. Onlar nefis kahveler içiyorlar. Türk kahvesi.

Tabiî orada adı “Yunan kahvesi”dir.

Geceleyin bir Türk’ün kahvehanesine gittik, bizim için özel olarak çay demledi, onu içtik.

İskeçe’den sahil yoluyla Kavala’ya vardık. Şehrin ortasındaki bir Osmanlı camiini kilise yapmışlar, kubbesinin üzerine haç koymuşlar, görünce yüreğim cız etti. Onlar cami yapılan kiliseleri görünce üzülüyor, biz de kilise yapılan camileri görünce…

Kavala’nın tepesinde meşhur

Mısır valisi Mehmed Ali Paşa’

nın evi var. Orayı gezdik.

Eski Türk evleri ne kadar güzel.

Kavala’dan sonra Selanik’e vardık. Selanik deyince bir Müslüman Türk’ün hatırına, tahtından nâ-hak yere indirilen

Sultan Abdülhamid’in bu şehirdeki sürgün yıllarını geçirdiği Alatini Köşkü gelir.

Bin zahmetle araya sora bulduk. Köşk bir fabrikanın arazisi içinde kalmış, içine giremedik, demir parmaklıklı bahçe kapısından baktık. Artık bakımsızdı.

Osmanlılar Balkan harbinde, bir tek kurşun atmadan Selanik’i Yunan’a teslim etmişlerdi. Halbuki orada yirmi bine yakın askerimiz vardı. Silahımız, cephanemiz vardı. Koskoca şehir nasıl olur da vuruşmadan teslim edilebilir. O sıradaki kumandan

Tahsin Paşa’yı sevmiyorum.

Jön Türklük yapmak, cart curt etmek kolay ama kanını dökerek, canını feda ederek vatanseverlik yapmak o kadar kolay değil.

Selanikte şehrin Osmanlılar tarafından fethinden önce kilise olan, sonra camiye çevrilen

Fethiye camii

geçen sene restore ediliyordu. Tamirat bitmemişti ama, içeriye bir masa konmuş, üzerine haç ve diğer Hıristiyanlık alametleri yerleştirilmişti. Genç bir hanım arkeolog kapının üzerindeki

Osmanlıca kitabeyi

okumamı rica etti. Ancak iki satırını okuyabildim. Kızcağız

“Hangi Türke sordumsa okuyamadılar, ne garip, Türkler kendi dilleriyle yazılmış bir mermer kitabeyi okuyamıyor”

diye söylendi.

Ben yine dört satırın ikisini okuyabilmiştim.

Diğer Türklerin binde 999’u hiç okuyamaz. Onlar elifi görseler mertek sanırlar.

Uygarlaşalım derken pek cahil kaldık.

Yunanistan’dan sonra Makedonya’ya gittik. Üsküb’ü, Kalkandelen’i, Gostivar’ı, Manastır’ı gördük, gezdik. Onları başka bir yazımda anlatırım.

Yazımı bitirmeden önce bir hususu size aktarmak istiyorum: Biz Gümülcine’den ayrıldıktan sonra, oradaki

TC ilgililerinden biri, grubumuzu gezdiren köy hocasını çağırmış ve asık bir suratla

“Yahu Hoca sen neler yapıyorsun? Bilmiyormusun ki, o Mehmet Şevket Eygi denilen adam Yunan casusudur…”

Böylece hayatımızın sonbaharında bir boyaya daha girmiş oldum.

Yunan casusluğu…

Bu iftiracı

Sabataycı

ise hiç şaşmam. 13 Eylül 2001