İstanbul’daki NATO zirvesi dolayısıyla milyonlarca Türkiyeli kâbuslu ve sıkıntılı günler yaşadı, eziyet ve azap çekti.

Bu şehir onbeş milyonluk (belki daha fazla) bir megapolis. Birtakım yollara, caddelere beton bariyerler konuldu. Buralara motorlu vasıta sokulmadı, halkın dolaşması yasaklandı. Sultanahmet Camii ibadete kapatıldı. Bazı yerlerde vatandaşların evlerinin önündeki otomobiller gece yarısı çekilip götürüldü. Velhasıl bir yığın üzüntü, sıkıntı oldu.

Cumhurbaşkanımız, yabancı devlet büyükleri şerefine verdiği ziyafete başbakanın eşini çağırmadı. Sebep mâlum: Başbakanın hanımı başını örtüyor.

Tesettür dinî bir emir. Kur’ânla, Sünnetle, İcmâ-i ümmetle sâbit. Başbakan ve hanımı dindar vatandaşlar. Bu memlekette bir başbakan hanımının başını zarif bir eşarpla örtmeye hakkı yok mu?

Protokolda Türkiye’nin ikinci resmî şahsiyeti olan ve cumhurbaşkanı bir dış seyahate çıktığı vakit ona vekâlet eden Meclis başkanının da eşi başörtülü ve bu yüzden de bazı sıkıntılar, boykotlar yaşandı. Bazı büyük gazetelerin köşe yazarları, yorumcuları bu konuda tenkit yazıları kaleme aldılar ve sayın devlet başkanını kınadılar.

Türkiyemiz krizler içinde yüzen bir ülke. Başörtüsü meselesi de bunlardan biri. Zaman zaman had hale gelen müzmin bir kriz. Müslüman medya ve aydınlar (varsalar) bu konuda çok ürkek, çok ihtiyatlı hareket ediyor ve bence gerekenden çok az tenkit yapıyor. Tenkit hakkı, tenkitler müsbet ve yapıcı olmak şartıyla çok faydalı bir haktır ve muhakkak kullanılmalıdır.

Başbakanın ve Meclis başkanının hanımlarının resmî davetlere çağırılmamaları hadisesi dolayısıyla Müslümanlar neler yapabilirler?

(1) Pembe Kitap veya Eflâtun Kitap isminde orta hacimde, çok güzel hazırlanmış ve basılmış bir kitap çıkartırlar; buna krizle ilgili çeşitli yazılardan pasajlar alırlar. Fotoğraflar basarlar, hukukçuların, gerçek aydınların, ciddî düşünürlerin fikir ve görüşlerini koyabilirler. Tabiî ki, Türkçesinin yanında, bu kitabın mutlaka İngilizce nüshasının da hazırlanıp yayınlanması gerekir.

(2) Dindar olmayan, kendileri yahut ailelerinin kadın fertleri kapalı bulunmayan aydınlarla, seçkinlerle görüşülür, konuşulur ve başörtüsü konusunda toplumsal barışı, millî uzlaşmayı temin için çareler ve çözümler üretilebilir.

Maalesef İslâmî kesim bu gibi çalışmalar yapamıyor. Niçin? Çünkü şifahî bir toplumdur. Yapılmasını teklif ettiğim işleri şifahî toplumlar yapamaz. Bu gibi işleri, kültür seviyeleri yüksek medenî toplumlar yapabilir. Hakkını arayabilmek, tenkit edebilmek, tesirli olabilmek, çare ve çözüm üretebilmek için mutlaka medenî ve yazılı bir toplum seviyesinde bulunmak gerekir.

Müslümanlar, agresif misyonerlik faaliyetleri konusunda da tam bir acz, şaşkınlık ve çaresizlik içindedir. Ülkede az-buçuk hürriyet var, paraları var, imkânları var ama yeni Haçlı seferine karşı bir şey yapamıyorlar. Bazı hizmetler sırf parayla maddî imkanla gerçekleştirilemiyor. İlim, irfan, kültür, birikim, uzmanlık da lazım.

Siyasî rejimi laik olan Müslüman bir ülkede devletin kamualanında başörtüsü yasağı koymaya hakkı var mıdır? Halkın ezici çoğunluğu ile başbakan olmuş bir zatın eşine, türbanı dolayısıyla boykot ve dışlama yapılması doğru mudur?

Başları örtülü oldukları için yüksek tahsil müesseselerine alınmayan kızların, temel hakları çiğnenmiş olmuyor mu? Türkiye bu gibi konuları soğukkanlı, ciddî, medenî bir şekilde müzakere edebilmeli, tartışabilmelidir.

2000’li yıllarda yaşıyoruz. Çağımız bir insan hakları çağıdır. Din, inanç, inandığı gibi yaşamak hakkı ve hürriyeti insanlığın en temel hakkıdır.

“Devlet birtakım giyim-kuşam kuralları koymuştur. Herkes buna uymaya mecburdur” bahanesi ile vatandaşların, öğrencilerin din ve inanç hürriyetleri kısıtlanabilir mi? Onlardan, bağlı oldukları dinin kesin emirlerine aykırı davranmaları istenebilir mi? Başbakanın ve Meclis Başkanının başörtülü eşlerinin resmî ziyafetlere çağrılmaması demokrasiye uygun mudur? Gerçek laikliğe uygun mudur? Hikmete (bilgeliğe) uygun mudur?

Aşırı fikirli biri çıksa ve “Türkiye’de laiklik vardır. Cuma günleri camilerde büyük cemaatlerle cuma namazı kılınması laikliğe aykırıdır. Ramazan’da oruç tutulması da laikliğe aykırıdır…” dese ne olacak?

Biz Türkiyeliler yıllardan beri laiklik, başörtüsü krizini ve kavgalarını yaşıyoruz ama dış dünya işin içyüzünü bilmiyor. Bu konuda dünya kamuoyunu bilgilendirmek için çok ciddî, çok seviyeli, çok objektif yayınlar yapılması şarttır. Tabiî ki, bu yayınlar çağımızın lingua francası olan İngilizce ile yapılacaktır.

Çıkartılacak broşürler ve kitaplar çok mükemmel, çok edebî, çok medenî bir İngilizce ile yazılmalıdır. İngiltere’de ve Amerika’da İslâm’ı kabul etmiş yüksek seviyeli, mükemmel kültürlü şahsiyetler vardır. Onlar, bu konuda Müslümanlara yardımcı olabilirler.

Türkiye Müslümanlarından her yıl, İslâm’a hizmet etmek için milyarlarca dolar toplayan birtakım muhterem şahsiyetler bu gibi konularda niçin faaliyet göstermiyor, hizmet vermiyor?

Kişilerin, cemaatlerin, toplumların kültür seviyesi konuşmalarla anlaşılmaz. Önemli olan yazıdır.

Yazdığın, yayınladığın bir metni bana ver, okuyayım, bakayım, senin ne mal olduğunu söylerim…

Ucuz ve kolay feryatlarla, şikâyet edebiyatıyla, zulme uğradık yaygaralarıyla, birkaç saatlik ömrü olan makale ve fıkralarla, laklakiyat ve zevzeklikle, telgraf dilli, kısa ve kopuk cümleli şizofrenik anlatımlarla, kültür ağırlığı olmayan gerekçesiz savunmalarla hiçbir iş halledilemez.

Bundan elli yıl önce Türkiye’de bir Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil vardı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuk Kürsüsü Başkanı idi. Gerçek demokrasiyi savunuyor, Müslüman Türkiye halkının temel haklarının müdâfiliğini yapıyordu. Kaleme alıp yayınladığı her makale, her bildiri bir hadise oluyordu. İlim, irfan, uzmanlık, üslup sahibiydi.

O tarihte ülkemizde üç üniversite mevcuttu. (İstanbul, Ankara Üniversiteleri ile İst. Teknik Üniversitesi.) Şimdi yetmişten fazla üniversitemiz bulunuyor. Binlerce profesörümüz var. Peki niçin, Merhum Ali Fuat Başgil çapında bir tek savunucumuz, aydınımız, fikir adamımız yok?

Müslümanlar, temel haklarını korumak için niçin mükemmel Türkçe ve İngilizce broşürler, kitaplar yayınlayamıyor? Şu husus unutulmamalıdır ki, Türkçe 100 sayfalık bir kitaptaki sadece beş imla ve gramer hatâsı o kitabı mahv etmeye yeter de artar. Gerçeklerin savunması ucuz, basit, boyutsuz konuşma dili ile yapılamaz. Üslup ve edebiyat meselesi çok önemli, çok hayatîdir.

Sağa sola âdice çatmakla, sövüp saymakla, çamur atmakla bir şey kazanılmaz.

Hukukî ve siyasî metinlerin de kendilerine göre bir edebiyatı, yüksek bir üslubu olmalıdır.

Başörtüsü ve laiklik konusunda ikna edilmesi gerekenler Müslüman halk değildir, bir kısım aşırı ve jakoben aydınlardır. Marifet ve hüner, aydınlar ve laikleri ikna etmektir. Onlar ucuz işporta edebiyatı ile ikna edilemez. İlim, irfan, bilgelik, hukuk ve siyaset kültürü, mantık, engin bir birikim ve uzmanlık ile ikna edilebilirler ancak.

Onlara hitaben hazırlanacak metinleri, çağın Ahmed Cevdet Paşa’sı gibi bir edîb-i kâmil kaleme almalıdır. Böyle bir edib-i kâmilimiz var mıdır?

Eflatun’un eserleri iki bin küsur yıldır okunuyor. Niçin? Çünkü onlardaki fikirler, onlardaki lisan ve üslup olağanüstüdür.
En güzel fikirler berbat bir üslup ve edebiyatla öldürülebilir.

Sadece haklı olmakla iş bitmez. Hakkını aramak, hakkını savunmak gerekir. Nasıl bir arama ve savunma? En mükemmel, en üstün, en edebî, en beliğ ve fasih şekilde.

Adam bir savunma hazırlamış. Her sayfasında yirmi imla ve gramer hatâsı var. Mantık bakımından dökülüyor. İnsicamsızlıklar ve tezatlarla dolu. Bir dediği ötekini tutmuyor. Yer yer kendini çürütüyor. Karmakarışık bir metin. Her tarafından perişanlık akıyor… Böyle müdafaa olur mu?

Basılı metinlerde pek çok mükemmellikler olmalıdır:

Önce şekilden başlayalım:

– Kağıt çok sanatlı, çok zarif, çok üstün olacaktır. Kültür ve sanattan anlayanlar “Bravo, bu adamlar bu işi biliyor, en güzel kağıt türünü seçmişler…” demelidir.

– Hurufat şekli ve sayfa dizaynı da mükemmel olmalıdır. Öyle gecekondu tipi, varoş tipi yayınlarla başarılı savunma yapılamaz.

– Kapak da çok önemlidir.

Tek kelimeyle, broşürün veya kitabın şeklinin, kendi sahasında en mükemmel, en üstün örnek olması gerekir. Öyle ki, bu konuda uluslararası bir yarışma yapılsa, bizim yayınladığımız broşür veya kitap birinci olmalı, ödül kazanmalıdır.

Gelelim muhtevaya (içeriğe):

– Türkçesi veya İngilizcesi mükemmel olacak.

– Mantık bakımından üstün olacak,

– Savunma taktiği bakımından mükemmel olacak.

– Okuyan en muannit (inatçı) muarızları (karşıtları) bile ikna edecek, pes ettirecek bir güçte olacak.

Böyle kitaplar ve broşürler edebiyat ve fikir tarihine geçer. Gerekli parayı bulmak, bununla büyük veya küçük hacimde herhangi bir kitap çıkartmakla bir iş yapılmış olmaz.

Bir savunma kitabının vasıflı, üstün, güçlü, seviyeli, kalıcı, tesirli, ikna edici, davayı kazandırıcı olması gerekir. Müslümanlar, şifahî kültür seviyesinden, tahrirî (yazılı) ve medenî kültür seviyesine yükselmeden ve bu sahada çok başarılı, çok yüksek, çok üstün, çok vasıflı, çok tesirli hizmet ve faaliyetler yapmadan ne haklarını arayabilirler ve ne de kurtulabilirler. 01 Temmuz 2004