Ne Boş, Ne Kof Herif
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 03 Ocak 2019
Cumartesi
Yirmibeş otuz yaşları arasındaydı, zamane ölçülerine göre şık ve lüks giyimliydi. Kravatını hiç beğenmedim, gökkuşağı gibi bir şey, son aylarda çok kitap okuyormuş, Neler okuyorsunuz?
Babasının yardımıyla filan yerde yar-danışman olmuş, kısa zamanda baş-danışman yapacaklarmış… Hayattan anladığı, idealleri, amaçları:
– Bol para, lüks ve konforlu hayat…
– Manken gibi bir karı…
– Bir çocuktan fazlasını istemiyor. Oğlan olursa Cincinnati Üniveristesi’nde okutmak istiyor, kız olursa hem okuyacak, hem bale öğrenecek, hem de sanatkâr olacakmış…
– Bir sitede tripleks bir köşk… Dayalı döşeli…
– Ferrari… Yat… Kışları kayak tatili, yazları yelken turları…
Aman ya Rabbi, ne yavan, ne boş, ne boyutsuz hayat! Böyle gençler yetiştiren ana-babalara, topluma, zihniyete yuf olsun. Herifin dini-imanı para, lüks, konfor, bol kazanç, gösteriş, hoppalık, züppelik. Okuduğu kitaplardan belli ne mal olduğu.
Dostoyevski’yi okumamıştır muhakkak… Tarih kültürü Saray hamamında padişahlar cariye kovalarmış… Koca eşşek! Okuma yazması: Hiç olmaz mı? İstanbul Üniversitesi’nin kapısındaki büyük yazılarla mermere hakkedilmiş
levhasını gösterin, aval aval bakacaktır.
Bu adamın dini yok mu? Olmaz olur mu hiç. Öldüğünde tabutu camideki musalla taşına konacaktır. Bundan bu memlekete, bu halka, bu devlete bir yarar gelir mi? Yarar gelmez ama zarar gelir, hem de çok.
Bir eğitim ki, böyle gençler yetiştiriyor, batsın, Bir üniversite ki, böyle adamlara diploma veriyor, batsın. Bir toplum ki, genç kuşaklarına ilim, irfan, kültür, bilgelik, fazilet, vatanseverlik aşılayamıyor. Geleceğine ağlasın.
Pislik herifin birinin banyosundaki ve tuvaletindeki madenî aksam (musluklar falan) altın kaplama imiş. Ne değerli pislik değil mi?
Zeytinburnu’nda gece yarısından sonra çöken beş katlı apartıman, bizim genel halimizin küçük bir örneğidir. Zeytinburnu, beklenen depremin şiddetli hissedileceği bir yer. Yıkılan apartımanın fennî muayenesi yapılmış, 37 puan almış, yıkılmasına lüzum yok demişler…
Çöktüğü gece, geceyarısından sonra en alttaki kahvehanede temizlik yapılırken binadan çıtırtılar, çatırtılar gelmeye başlamış, sıvalar dökülüyor, duvarlar çatlıyor… Oradakiler hemen daire zillerine basmışlar. Kaçan kaçmış, kaçamayan veya zili duyamayanlar enkaz altında kalmış. Beş katlı betonarme bina yassı kadayıf gibi olmuş.
Bir anda orası resmî ve gayr-i resmî kalabalıkla dolmuş. Polisler, itfaiyeciler, vali, Büyükşehir Belediye Başkanı, İlçe Belediye Başkanı, cankurtarma ekipleri, halk… Projektörler yakılmış, arama tarama kurtarma çalışmaları tam hızla başlatılmış…
İnternetten bu sahneyi sesli olarak seyrettim ve dinledim. O gürültüde, o hayuhuy içinde, o kargaşalıkta enkaz altında kalıp da feryat eden yahut inleyen kişilerin seslerini duymak mümkün mü olur. Ertesi gün gazetelerde bildiğimiz klasik yazılar (benim bu yazım da öyle),
Çöken binanın kolonları, diğer demirli beton aksamı (kısımları), içinde küçük deniz hayvancıklarının sedefli kabukları bulunan deniz kumundan yapılmış. Böyle binalar çürük olurmuş… Ya öyle mi?
Resmî açıklamaların bini bir paraya: Efendim vaktiyle alt katta fırın varmış, fırının sıcaklığı kolonların içindeki demirleri eritmiş… Ya öyle mi?
Alttaki kahveci, kolonlardan birini kesmiş, kahvehane ferah ve geniş olsun demiş… (Kahvehâne sahibi bu iddiayı reddediyor.)
Zavallı bir kadın ölmüş, küçük çocukları yetim kalmış, gazetenin birinde gördüm, beyaz başörtülü anneanneleri bakacakmış onlara. Ya Rabbi, göçen bina ayrı bir dert, başı örtülü nine ayrı dert. Resmi görünce bütün devrimbazların vicdanları titremiştir…
Medyada birtakım adamlar ağlamaklı edalarla
diye konuşuyorlar. Bunların bir kısmının içlerinin yandığı belli oluyor. Meğerse 17 Ağustos 1999 depreminden sonra binaların fennî kontrolu işi büyük bir kazanç ve rant kapısı olmuş.
Beklenen büyük İstanbul zelzelesinde
semti çok sallanacak ve yıkılacakmış. Önceki zelzelede çatlayan duvarlar, kırılan kolonlar tamir edilmiş, üzerlerine kaymak gibi boya badana yapılmış ve satılmış.
Bir gazetede bir resim gördüm: Göçeceğine dair rapor verilmiş büyük bir apartımanın her yeri çatlamış… İçindekiler çatlakları parmaklarıyla gösteriyor. Lakin binayı bir türlü terk etmiyorlarmış. Belediye bize dairelerimizin değerini versin, ancak öyle çıkarız diyorlarmış!..
1999’dan bu yana İstanbul’daki çürük binaların hepsinin yıkılması, yerlerine sağlam binalar yapılması gerekmez miydi? Bunun için gerekli vakit yok muydu? Vardı…
Para yok muydu? O da vardı… On milyarlarca dolar faiz ödeyen bir devlet elbette bu işler için gerekli parayı bulabilirdi.
Beklenen büyük zelzelede en az kırkbin bina çökecekmiş… Sayı saymasını bilmeyen biri, büyük depremde 25 bin kişi ölür demiş… Ne yirmi beşi; yüzbinlerce, hatta milyon kişi canını kayb eder, bütün Türkiye yerlere serilir.
Perşembe gecesi Taksim’den Sultanahmet’e dönüyordum. Yol kenarları polis kaynıyordu. Düdükler çalınıyor, el kol işaretleri yapılıyordu. Niçin bu telaş diye sordum. Devlet büyüklerinden biri geçecekmiş, ona demokratça yol açılıyormuş…
Bir okuyucum büyük üzüntü ve öfke ile anlattı: Fatih’te Akdeniz caddesi Halıcılar sokakta ağaç budama ekipleri çiçek açmış ağaçları hoyratça budamışlar. Çiçek açmış bir ağacın budanmayacağını bilmek için ziraat mühendisi olmak gerekmez. Nitekim, bu çiçekli ağaç budanırken bir hanım vatandaş pencereden feryat etmiş,
diye bağırmış, lakin kendisini dinleyen çıkmamıştır.
Ağaçlar elbette budanacaktır. Hattâ yaşlanan, hastalanan ağaçlar sökülüp yerlerine uygun ve sağlıklı fidanlar dikilecektir. Buna kimsenin itirazı olmaz.
Sayın belediyecilerden rica ediyoruz. Lütfen ağaçlar: