NEFS-İ emmâre (kötülüğü çok isteyen benlik) Allah düşmanı tağutların en azgınıdır. İman eden kişinin ilk vazifesi nefsini terbiye etmek, nefs-i emmâre derekesinden yukarı çıkarak benliğini kontrol altına almaktır. Nefs-i emmâresine tâbi olan adam bilmeden şirk (Allah’a ortak koşma) uçurumuna düşer.

Nefsini temizlemeyen adamın ne kendine yararı olur, ne de halka faydası dokunur. Müslümanların başına geçecek, onlara yol gösterecek, Ümmet’e ışık tutacak kişilerin nefs dereceleri yüksek âlim, âbid, zâhid, sâlih, muttaki, müeddeb, hikmetli kimseler olması gerekir.

Hubb-i riyâset (başkanlık sevdası) denilen mânevî hastalığa yakalanmış kişilerden hayır yoktur. Hubb-i riyâset, cinsel şehvet azgınlığından üç yüz altmış derece daha kötü bir ihtirastır.

Müslümanlardan, “Bize para verin, biz bu paralarla İslâm’a hizmet edeceğiz, Ümmet-i Muhammed-i kurtaracağız” diyerek büyük paralar toplayıp da bunların büyük bir kısmını zimmetlerine geçirenler habîs ve şerir kimselerdir. Bunlardan yarar değil, zarar gelir.

Peygamber yolundan gidenler dünya mallarına, zenginliklerine asla tâlip olmazlar. Müslümanların içinden elbette zenginler olacaktır. Kazançları ve servetleri helâl ise onlara bir şey denilmez. Lakin önder, mücâhid, reis, rehber, çoban, kılavuz, mürşid durumunda bulunan kişilerin dünya malı yığmaları, efsanevî servetlere sahip olmaları asla iyi görülebilecek ve kabul edilebilecek bir şey değildir.

Gerçek İslâm büyükleri şöhrete, halkın alkışlarına, dünyevî makam, mevki ve unvanlara talip olmazlar, bunları istemezler, kabul etmezler. Büyüklerimiz “Şöhret âfettir” demişlerdir.

Dünya için “Dünya bir leştir, talipleri köpektir” buyurulmuştur. Hazret-i İsa aleyhisselâm, “Allah’ın melekûtuna zenginlerin girmesi, bir devenin iğne deliğinden geçmesinden zordur” diyerek zenginliğin mes’uliyetini anlatmıştır. Helâlın hesabı, haramın azabı vardır.

Âhir zaman olan bu devirde insanlar tek değer olarak parayı kabul etmişlerdir. Câhil ve gafil Müslümanlar para konusunda küffarla ittifak halindedir. Para belâsının yanında bir de nefs-i emmâre canavarı bulunursa artık o kişinin kurtulması mümkün olmaz. Ancak, paraya olan muhabbetini terkeder, nefs-i emmâresini de dizginlerse kurtulabilir.

Müslümanlar arasındaki bütün çekişmeler câhil ve azgınların nefislerine bağlılıklarından dolayıdır. Bunlar, “Bizim şeyhimiz, hocamız, baronumuz en büyüktür, ötekiler alçaktır” gibi aptalca ve eblehçe sözler ederek fitne ve fesat çıkartırlar. Peygamber aleyhissalatü vesselam efendimiz “Siz mü’minler birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız” buyurmaktadır. Müslüman kardeşlerine düşmanlık edenler ise, bu hadîsin tam zıddı bir yol tutmuşlardır.

“Benim tarikatım en iyisi ve en üstünüdür, öteki tarikatlar bozuktur” gibi lâflar da İslâm’a uygun değildir. Çünkü bütün hak tarikatlar tarikat-ı Muhammediye’dir, hangisine tâbi olunursa olunsun faydalıdır, bağlısını selamete ve saadete çıkartır. Müslümanın derecesi şu veya bu tarikata, filan veya falan mezhebe, o veya bu meşrebe bağlanmakla değil, ilim, irfan, takva, ihlas, istikamet sahibi olmakla ölçülür.

Nefs-i emmâre sahipleri doğru da olsa tenkit ve uyarılardan hoşlanmaz, yalan da olsa övgü ve pohpohlardan zevk alırlar. Bu gibi reis, önder, baron, hoca, çobanlardan hayır gelmez.

Çok kötü günlerde yaşıyoruz. Ülke bir uçurumun kenarındadır. İnkâr, dalâlet, isyan, tuğyan, fısk, fücur, nifak, şikak, azgınlık, fuhş, kebair yaygın hale gelmiştir. Mâruf, meşru, iyi şeyler yasaklanmış; münker, kötü, çirkin şeyler yapılır ve tavsiye edilir olmuştur. Bazı kendini bilmez güruhlar Allah’a, Resûlüne savaş ilân etmişlerdir. Felâketler, âfetler, uğursuzluklar, şeâmetler, kara bulutlar semamızı karartmıştır. Helâllar haram, haramlar helâl addedilmiştir. Sokaklarda birtakım gürûh-i lâ yüflihûnlar “Kahrolsun Şeriat” diye haykırabilmektedir. İşte böyle karanlık bir devirde İslâm’a hizmet etmek, Müslümanları kurtarmak maksadıyla ortaya çıktıklarını iddia eden bazı kodamanlar, baronlar para iddihar etmekten (toplayıp yığmaktan), mal mülk edinip Karun gibi zengin olmaktan, nefs-i emmârelerini tatmin etmekten, ün ve alkış peşinde koşmaktan başka bir şey yapmıyor. Bu ihlassızlar doların milyonuyla oynuyor. Onlar saray gibi köşklerde, meskenlerde, villalarda, yalılarda keyif sürüyor. En lüks binitlerine kurulup caka satıyor. Gardropları en pahalı ve fâhir Frenk libaslarıyla doludur. Sofraları o kadar zengindir ki, vaktiyle Nemrud ve Firavunlar bile bunlar kadar lüks, zengin, nâdide yiyecek ve içeceklerle donanmış sofralara malik olmamışlardı.

Ümmet-i Muhammed’i Peygamber’in sünnetine uyan, Ashab-ı güzinin ve Selef-i sâlihinin ahlâkıyla ahlâklı; Abdülkadir Geylanî, İmamı Rabbanî, Hasan Şazelî, Mevlanâ Celalüddin Rûmî; Emîr Abdülkadir Cezairî, Şeyh Şâmil gibi gerçek büyüklerin faziletlerine sahip önderler, mürşidler, reisler kurtarabilir.

Kendi şahsî emelleri, hubb-i riyasetleri, para ve zenginlik hırsları, şöhret ve alkış merakları, nefs-i emmârelerine bende oluşları ile İslâm davasını ve Muhammed Ümmetini satan adamlardan kurtulmadıkça Müslümanlar selamete çıkamazlar, zilletten kurtulup izzet bulamazlar.

Müslümanlar ihlasla, istikametle çalışan, nefs-i emmaresini yenmiş bulunan, dünyayı ayakları altına koymuş olan, tevazu ile yaşayan, “el-fakru fahrî” diyen Resûlullah’ın yolundan giden, ücretini sadece Allah’tan isteyen rehberlere tâbi oldukları takdirde kurtulacaklardır.

Kendi enelerinden başka bir şey düşünmeyen din baronlarına yardım edilmemelidir. Bunlara yardım edenler islâmî hizmet ve faaliyetleri dinamitlemiş olurlar.