Cuma

Kadıncağız üzgündü, ağlıyordu. Yavrusu beş yaşındaki Tuncer oynarken düşmüş, başı yarılmış, hastaneye götürülmüş, üç dikiş atılmış, üstelik tetanoz iğnesi yapılmış.

Bir başka hanım misafirleri için hazırlık yapıyormuş, telaş içinde böreği fırından zamanında çıkartmayı unutmuş ve bunca emekle hazırladığı o canım börek yanmış, o da çok üzgündü.

Birtakım saygısız it kopuklar, Kazım Beyin canı gibi sevdiği ve baktığı o pahalı ve lüks otomobilinin boyasını, anahtarla mı, çiviyle mi, orası belli değil, çizmişler. Kazım Bey hırsından tirtir titriyor, hop oturup hop kalkıyordu. Öyle ya, otomobiline zarar verilmişti.

Dürrü Beyin yazlığının bahçesine, o yokken inekler girmiş, fidanları, ağaçları, çiçekleri tarumar etmişler. Dürrü Beyin kahrından tansiyonu yükselmiş, fosur fosur sigara içiyor, “böyle rezalet olmaz” diye homurdanıp duruyor.

Nelere üzülmüyoruz ki…

Ancak bazı sofu geçinenlerimiz, kendini dini bütün sayanlarımız, İslâmcılarımız, Müslümanlarımız çok üzülmemiz, ağlamamız, kahrolmamız gereken facialar karşısında dehşet verici bir umursamazlık, hissizlik, vicdansızlık içinde.

Nijerya’da Hıristiyan milisler, zavallı silâhsız Müslümanlara saldırdılar, altı yüzden fazla din kardeşimizi tavuk gibi boğazladılar. Biz bu katliamla ilgili haberleri gazetelerde okuyoruz, televizyonlardan seyrediyoruz. Kılımız kıpırdamıyor, üzüntümüzü ölçen manometrenin ibresi bir milimetre bile oynamıyor, rahat-rahat çayımızı içiyoruz.

Irak’ta Müslümanlara utanç verici zulümler yapılıyor. Müslümanlar çırılçıplak soyulmuş, boyunlarına tasma geçirilip yerlerde sürükleniyor, kadınların ırzına geçiliyor. Velhasıl zulmün bini bir paraya. Biz yine aldırmıyoruz, üzülmüyoruz, ağlamıyoruz, kahrolmuyoruz. Öyle ya, Irak uzakta, bana dokunmayan yılan bin yaşasın.

Birkaç hafta önce Tayland’da Müslümanlara büyük zulümler yapıldı, camilere sığınan halka ateş açıldı, kutsal ibadet yerleri, müminlerin kanlarıyla kızardı. Bizde yine tepki yok.

Filistin’deki zulümlere alıştık. Oradaki çoluk çocuk, ihtiyar, kadın din kardeşlerimizin maruz kaldığı zulümlere, bir çay bahçesinde ısmarladığımız çayın soğuk veya bayat olmasına gösterdiğimiz kadar tepki göstermiyoruz.

Hazret-i Peygamber ne buyuruyor: “Müslümanlar bir vücudun organları gibidir. Birine bir ağrı, sızı, hastalık, dert gelirse onun açısını bütün vücud hisseder…”
İslâm âleminde bin türlü zulüm, haksızlık, işkence yapılıyor, kan dökülüyor, biz ne biçim Müslümanlarsak ne ağlıyoruz, ne acı çekiyoruz, ne tepki gösteriyoruz.

Kendi kör nefsimiz, hasis çıkarlarımız, zevkimiz, sefamız mevzuu bahis olunca arslan kesiliriz, kaplan kesiliriz.

Azerî şairi Muhammed Sadir’in
“Hophopname” adlı kitabında “Gorhirem” (Korkuyorum) başlıklı dehşet verici bir şiiri vardır.
Şair dünyadaki, korku veren birçok şeyi anlatıyor, bunlar
dan korkmadığını beyan ediyor.
Zevrakçeye (kayığa) biniyorum, dalgalı fırtınalı denize çıkıyorum, korkmuyorum… diyor. Patlamış yanardağlar görüyorum, korkmuyorum… diyor. Balta girmemiş ormanlara giriyorum, vahşîler görüyorum, korkmuyorum… Mezarlıklar
da can görüyorum, cin görüyorum, gulyabani görüyorum, korkmuyorum… Lakin kardeş, harda bir müselman görüyorum, korkuyorum, korkuyorum, korkuyorum…

Sadir’in kastettiği bu Müslümanlar tabii ki gerçek, kemalli, şuurlu Müslümanlar değildir. O vasıfsızları, molozları, vicdansızları hicvediyor.

Çok şükür bizim Türkiye’mizde savaş yok, düşman işgali yok. Irak’taki gibi işkence ve şenaat yok. Lakin başka kötülükler var. Bizim çok üzülmemiz, çok ağlamamız, kahrolmamız, yerin dibine geçmemiz gereken kötülükler, münkerler, fenalıklar…

Cinayetler çoğaldıkça çoğaldı, fuhuş, zina, zulüm, teaddi korkunç şekilde arttı. Haydutluk, eşkıyalık, yalan, dolan, talan, haram yeme görülmemiş boyutlara ulaştı. Dinsizler, densizler, donsuzlar alabildiğine cesur ve gözü kara; dindar geçinenler o nisbette korkak, cesaretsiz, mıymıntı ve mızmız.

Zahirde Müslüman görünen bazılarının dini imanı para, maddî menfaat, ikbal, makam, mevki, ün, alkış olmuş.

Nice mâruflar yasaklanmış, nice münkerler teşvik görüyor, alkışlanıyor.

Yerinden oynamadık bir tek çivi kalmamış. Ayaklar baş olmuş, başlar ayak.

Ve bunca rezalet içinde Pakize Hanım böreğin yandığına, Revnak Bey cep telefonunun çalındığına ağlıyor, üzülüyor, sinirleniyor.

Eski insanlar ne kadar vicdanlı, şuurlu, haysiyetli imiş. Eskiden bazı kimselere üzüntüden inme inermiş. Meselâ adamın kızı kötü yola düşer, yahut oğlu yüz kızartıcı pisliklere bulaşırmış ve bunu duyan baba kahrından felç olurmuş. Bir müddet sonra da ölürmüş.

Padişah I. Abdülhamid Hân hazretleri, Ruslar’ın Özi kalesine saldırdığı ve Müslüman halkı kılıçtan geçirdiği haberini alınca “Ah Müslümanlar!” demiş, yere yıkılmış, kendisine inme inmiş, yatağa düşmüş ve bir müddet sonra da kahrından ve üzüntüsünden ölmüş. Allah gani gani rahmet eylesin.

Filistin’deki facialardan dolayı iştahı kesilenimiz var mı?

Keşmir’de elli yılı aşan bir müddetten beri bütün şiddetiyle devam eden zulümler karşısında içimizden kaç kişi ah dedi, ağladı, kederlendi, bir müddet olsun yemeden, içmeden kesildi.

Binlerce kilometre uzaklıkta din ve iman kardeşlerimizin başlarına belâlar geliyor, biz “Çok şükür böyle şeyler bizde olmuyor…” demekten başka bir tepki göstermiyoruz.

Müslüman, imkânsızlık dolayısıyla kardeşlerinin yardımına koşamasa bile, onların felâketlerini üzülerek paylaşmalıdır. Yardım edemiyorsak, oralara gidip destekleyemiyorsak, üzülmek de mi elimizden gelmiyor?

Bendeniz nefsimi tebrie etmiyorum (temize çıkarmıyorum). Eksikliklerimi, suçlarımı hafifletmek de istemiyorum. Çok kabahatliyiz, çok duygusuzuz, çok vicdansızız. Evet, biz, hepimiz…

Gazetelerde, televizyonlarda edebiyat yapmakla, kardeşlik vazifelerimizin bittiğini mi zannediyoruz? 29 Mayıs 2004