Çarşıkapı’da eski tarihî bir medrese çayhane ve nargile salonu haline getirilmiş, onun bahçesinde çay içerken biri erkek, ötekisi kadın nargile içen iki genç turist gördüm. Erkek İngilizmiş, diplomatmış, kadın eşiymiş Almanmış, Financial Times’da çalışıyormuş. Bir iki çift laf ettik. Söyledikleri şu söz beni çok düşündürdü:

-İstanbul’dan Ankara’ya otobüs yolculuğu yaptık. Saatlerce süren bu yolculukta, otobüstekilerden bir kişi bile kitap okumadı…

Bizi medenî, akıllı, vasıflı toplumlardan ayıran birtakım özellikler var: Birincisi: Medenî ve akıllı ülkelerde İstanbul ile Ankara gibi iki büyük şehir arasındaki seyahat trenle yapılır.

İkincisi: Medenî, vasıflı toplumlar şehiriçi veya ülke yolculuklarında kitap okurlar. Moskova’da yıllarca bulunan bir vatandaşımız anlattı: Taksi şoförleri yolcu beklerken kitap okuyorlarmış. Siz Türkiye’de, durakta yolcu beklerken kitap okuyan bir tek şoför gördünüz mü?

Onların kitapları var, onlar kitap okuyor. Bizim ise lüks cep telefonlarımız var. Vır vır, zır zır zevzeklik ediyoruz. Cep telefonu çıkalıdan beri sokaklarda akıntı çağanozu gibi yampiri yampiri yürüyen kadınlar, erkekler, hünsalar, çocuklar görüyorum. Bir elleri kulaklarında cep telefonları ile konuşa konuşa yürüyorlar. Arada bir bunların bazısı bir direğe çarpıyor mu?

Otomobil kullanan sürücüler de bol bol cep telefonu kullanıyor. Dünyada en fazla trafik kazası olan ülkeymişiz… Beyazıt’ta bir otelde Eminönü ile ilgili yemekli bir toplantıya beni de dâvet ettiler, bir de küçük konuşma yaptırdılar. Bir bakan, bir milletvekili, kaymakam, belediye başkanı da oradaydı.

Konuşmamda şu hususlara temas ettim:

Eminönü şöyle önemli, şöyle güzel, böyle harika bir yerdir şeklinde edebiyat yapılıyor. Fakat hiçbir kalantor, kodaman, zengin, önemli, nüfuzlu kimse burada oturmuyor. Gündüz edebiyatlarını yapıyorlar, akşam oldu mu lüks otomobillerine binerek Bağdad Caddesi’ne, Ataköy’e, Etiler’e, Bahçeşehir’e kaçıyorlar. Eminönü’nü gerçekten sevmiş olsalardı, imkanları da olduğuna göre orada ikamet ederlerdi.

Bu ilçemizin gündüz nüfusu 4 milyon, gece nüfusu 40 bindir!

1940’larda, 50’lerde Eminönü yerleşim bölgesiydi, çok seçkin şehirli aileler burada otururlardı. Galatasaray Lisesi’nde yatılı okurken bazı hafta sonlarında merhume Hamdune teyzeme giderdim. Cağaloğlu’nda Şerefefendi Sokağı’nda oturuyordu.

19’uncu asırda Süleymaniye’nin altında büyük bahçeler içinde konaklar varmış.

Bugün Eminönü’nün yüzde elliden fazlası maalesef bir mezbele halini almıştır. Dünyanın en güzel, en tarihî, en harika bir yerini böyle çöplük, harabe, yıkıntı haline getirdiğimiz için bize yazıklar olsun.

Zengin ve imkanlı vatandaşlarımızın Eminönü ilçesinde eski tarihî binalar satın almalarını, bunları güzelce restore ettirmelerini tavsiye ediyorum. Bendeniz 1980’de aylarca ev aradım, İstanbul’un her yerini gezdim dolaştım. Sonunda Sultanahmet’te denize nazır bir apartıman dairesi aldım. Bu yazımı onun Marmara’ya bakan balkonunda yazıyorum. Karşımda Adalar, Fenerbahçe burnu, Moda, Kadıköy görünüyor. Terasa çıkarsam Boğaz köprüsü. Evden sokağa çıkınca sağımda Ayasofya, solumda Sultan Ahmet Camileri. Biraz ötede Topkapı Sarayı, Gülhane Parkı. Bu güzel yeri bırakıp da uzaklara gidecek kadar deli veya akıllı değilim.

Cumartesi öğleden sonra Eyüb’ün tepesinde PiyerLoti’de çay içmeye gittim. Gidinceye kadar akla karayı seçtim. Eminönü’nden yanlış otobüse binmişim. Edirnekapı’dan önceki durakta indim. İkindi ezanı okunuyordu, namazı AtikAli Paşa Camii’nde kıldım.Bakımsız tarihî mahallelerden geçerek Balat’a indim. Sahilde taksi beklerken deniz tarafındaki parktaki çirkin bir manzara beni çok üzdü. Anlatayım:

Bir ağacın altındaki çimenlere genç bir adam oturmuş, başı örtülü (sıkmabaş) bir kız da adamın kucağına yaslanmış… Böyle bir çirkinliği açık bir kız sergilese yadırganmaz. Lakin başı örtülü, tesettürlü bir genç hanım nasıl olur da, bir parkta böyle bir laubalilik ve hafiflik yapabilir? Ne günlere kaldık ey Gazi Hünkâr!

Bir dostum anlattı: Başı açık, modern bir hanım bir yerde yanındaki erkekle herkesin arasında yılışıklık yapan başörtülü bir kızın yanına gelmiş ve gücünün yettiği kadar şırfıntaya bir tokat aşketmiş.

Tokadı vururken şöyle bağırmış:

– Kızım sen açık biri olsaydın böyle yapmayacaktım. Ama hem kapanıyorsun, hem de böyle hareket ediyorsun. Sana tokat gerekir demiş.

Açık hanımefendiyi tebrik ediyorum.Elleri dert görmesin.

Geçen sene Sultanahmet Parkı’nda, kuytu bir yerde sakallı bir delikanlı ile başı örtülü bir genç kızı uygunsuz bir vaziyette görmüştüm. Şekil itibarıyla Müslüman kesime mensup bu gibi terbiyesiz laubali kişileri uyaracak, onlara nasihat edecek büyükler yok mu? Müslümanları kaz gibi yolan, inek gibi sağan, soyup soğana çeviren birtakım din baronları niçin dinî nasihat vazifelerini yerine getirmiyorlar?

Her neyse, yirmi dakika bekledikten sonra boş bir taksi buldum. Eyüp tepesine çıktım, Taksi şoförü öfkeden ateş püskürüyordu. Trafik kargaşasından dolayı iş yapamıyor, para kazanamıyormuş.Ankara’daki 550 milletvekili için hiç iyi konuşmadı. Söylediklerini yazsam, onun yerine beni tutuklarlar.

Eyüp tepesinden Haliç’in, İstanbul’un manzarası nefis. Param olsa oralarda külüstür bir eski İstanbul evi alırım, bazen orada otururum.Lüks ve konfor istemem. Ev ahşap olabilir. Taşlıktan üst kata çıkan merdivenin bazı basamakları fersudelik dolayısıyla gıcırdayabilir. Pencerelerinde de sardunyalar, küpe çiçekleri, fesleğenler. Otuz metrekarelik bahçede bir hanımeli, bir mor salkım, bir tırmanan gül ve bir de dut ağacı. Bunlar beni mutlu kılmaya yeter. Banyo dairesi en pahalı Brezilya graniti ile kaplı olmalıymış, mutfaktaki fırın nükleer enerji ile ısınmalıymış… Böyle deliliklerim yok.

Akşam namazına Eyüp Camii’ne yetişmek üzere mezarlık arasındaki dar yoldan iniyorum. Ölülere Fatihalar okuyorum.Burada ne büyük zatlar yatıyor. Yolun solunda Medineli/Beykozlu Osman Efendi, meşhur bestekâr Zekai Efendi, Fetva Emini Nuri Efendi, Rebiî Molla… Bir kaç basamak çıkıyorum, Üstad NecipFazıl’ı ziyaret ediyorum. Daha aşağıda Şeyh Esad Coşan Efendi için güzel bir kabir yapılmış.

Eyüp Kabristanı’nda büyük tahribat olmuş yakın tarihte. Yeni yapılan mezarların taşları, mimarîleri güzel değil. Bütün mü’min ölülere selam ve rahmet olsun.

Yolda hallerinden hanımefendi ve beyefendi oldukları anlaşılan iki kişi gördüm. Selamlaştık. Tekrar karşılaştığımızda Eyüp Camii önünde ayaküstü biraz sohbet ettik.İkisi de Elazığ (Doğrusu Elaziz’dir) Üniversitesi’nde öğretim görevlisiymiş.Hanımefendi tarihî klâsik, tasavvufî musıki uzmanıymış. Beyefendi aslen Kazanlıymış, Türkologmuş.

Akşam namazını kıldım, bir yerde yemek yedim, Aksaray’a giden bir otobüse bindim. Oradan tramvayla eve yollandım. Çemberlitaş’a geldiğimde yatsı ezanı okunuyordu. Namazı Fuat Paşa Camii’nde kıldım.

Bu caminin karşısında kız yurdu var. Birkaç gün önce gece oradan geçerken, birtakım kız öğrencilerin yanlarındaki zenperest erkek öğrencilerle genç kızlık haysiyetine yakışmayan bir şekilde sokakta kucaklaşıp öpüştüklerine şahit olmuştum. Bunların aileleri de “Bizim kız okuyor, harıl harıl sınavlara hazırlanıyor…” diyorlardır. İmkan ve fırsatları varsa gelip bir baksınlar.

Zina konusunda “Biz hayvanlar kadar özgür olamayacak mıyız?” diye haykıran çağdaş, ilerici, uygar kişiler benim bu satırlarımdan rahatsız olacaklardır.Onlar bir vâdide, biz bambaşka bir vâdide… 01 Haziran 2005