Risâle-i Nur müellifi Bediüzzaman hazretlerinin en fazla hayran olduğum tarafı, Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberlik konusundaki titizliğidir. Ümmetin vahdeti bozulmasın diye, Bediüzzaman kendisine yapılan tenkid ve hücumları bile cevaplandırmamış, talebelerine de cevap vermemelerini, fitneye yol açacak bir davranışta bulunmamalarını emretmiştir. Hazret-i Üstad’ın sağlığında iki nurcunun birbirleriyle dargın durmaları, birbirlerini tenkid etmeleri, tefrikaya sebep olmaları, hizipçilik yapmaları gibi üzücü haller görülmemiştir. Bırakın görmek, böyle bir şeyi düşünmek bile mümkün değildi.

Nurculuk bir hizip ve fırka değil, bütün Ümmet-i Muhammed’e hizmet veren mübarek bir hizmet yoludur.

Nurcular arasında ikilik, ayrılık, münakaşa olamaz. Böyle bir şeyi yapanlar hakiki Nurcu olamazlar.

Nurcu hakkından feragat eder ama tefrikaya sebebiyet vermez. Nurcu zulmetmez. Zâlim olmaktansa mazlum olmayı tercih eder. Nurcu muhabbet fedâisidir, husumete ayıracak vakti yoktur.

Nurcu âsâyişe hizmet eder, anarşistliğin karşısındadır.

Nurcu adem-i şiddet taraftarıdır, şiddeti âlet olarak kullanmaz.

Nurcu Müslümanları, Nurcu olanlar ve Nurcu olmayanlar diye ikiye ayırmaz.

Nurcu kaynaştırır, birleştirir.

Nurcu ihlâs kahramanıdır; iman, Kur’an, İslâm, Sünnet yolunda ücretsiz, garazsız, ivazsız çalışır.

Nurcu kavmiyetçilik yapmaz, meşreb taassubuna kapılmaz.

Nurcu muaddildir, orta âdil yoldan gider.

Bediüzzaman hazretleri ve ilk Nurcular, en karanlık günlerde en ağır baskı ve eziyetler altında i’lâ-yı kelimetullah etmişler, Kur’an nuruyla küfür karanlıklarını dağıtmışlar, sâdık fecirler başlatmışlardır. Onların iki külüstür teksir makinasıyla yaptıkları muazzam hizmetleri ve fütuhatı bugün rotatifler yapamaz

Galatasaray lisesinde talebe olduğum sırada Üstad bir dâvâsı için İstanbul’a gelmişti. O zaman onu. Sirkeci’deki kaldığı Akşehir Palas otelinin teras katındaki küçük odasında ziyaret etmiş, duasını almıştım. Bana ve diğer iki arkadaşıma nasihat etmiş, “benim dersimi dinlediniz, talebem oldunuz” buyurarak bizi şereflendirmişti. Nur içinde yatsın, onun siyretiyle mütehallik Nurculara selâm olsun.

DEĞİŞİK ZİYARETÇİLER

Ziyaret etmek üzere randevu istediler, “buyurun” dedim, tesbit edilen gün ve saatte geldiler. Dindar olmadıklarını, selâm vermeyip “iyi günler” demelerinden anladım. Kılık kıyafetleri modern ve genç işiydi ama kaliteli elbiseleri vardı ve hayli de şıktılar. Konuşmaları kibardı, oldukça da görgülüydüler. Sebeb-i ziyaretlerini sordum, “biz solcu gençleriz, hep aynı kafadaki büyüklerle görüşüyoruz, değişiklik olsun dedik, sağ cepheden birkaç kişiyle, bu meyanda sizinle de tanışmak istedik” dediler. Açık ve samimi konuşmalarından memnun olduğumu, bunun benim için de bir değişiklik olacağını söyledim. Bunlar, aslında solcudan çok, benim diskotek çocuğu dediğim tiplerdi. Ama madem ki, bu milletin, bu vatanın çocuklarıydı, madem ki, arzu edip ziyaretime gelmişlerdi, elbette hüsn-i kabul göreceklerdi.

Onlara pasta ve çay ikram ettim. Salonumdaki hatlar, tezhibler, ebrûlar, gravür ve kitaplar ilgilerini çekti. Antika eşyalarımı gözleriyle dikkatle incelediler. Kendileriyle tartışmalı konuları konuşmamağa itina gösterdim. Daha çok sanattan, kültür hareketlerinden, memleketin ve dünyanın temel meselelerinden bahsettik. Sohbetin ortasında, biri “doğrusu biz sikinle böyle rahatça konuşacağımızı zannetmiyorduk. Sizi çok daha başka bir kişilik içinde tasavvur ve hayal ediyorduk.” dedi.

Sanıyorum, onlar üzerinde iyi bir intiba bırakmış, bir Müslüman olarak geçer not alabilmiştim. Onlar da benden hayli puan toplamışlardı. Zeki, kabiliyetli, istikbal vaad eden gençlerdi. İslâmî taraflarının olmaması en büyük noksanlarıydı. Kabahat onların değildi. Bu memleketin Müslümanları bu tip gençleri dışlamışlar, “diskotek çocuğu, edepsiz sen de!. .” dercesine itmişlerdi. Fakültedeki dindar arkadaşları ile de bir diyalog kuramamışlardı. Onlarla aralarındaki sosyal ve kültürel farklılıklar çok büyüktü.

Ramazan’da oruç tutar mısınız, diye sordum. Sadece birisi, ben ilk birkaç gün tutacağım, dedi. Öyleyse sizi, bir tekkeye teravihe götüreyim, gelir misiniz, dedim. Kabul etti. Ötekiler, oruç tutmayacağız ama kılınacak teravih namazını seyr etmek, okunacak ilâhileri dinlemek, dervişlerin zikrini görmek için biz de gelebilir miyiz, diye sordular. Niçin olmasın, tabii siz de buyurun dedim.

Dostça ayrıldık. Tekrar görüşeceğiz.

KEZZAB DECCALLAR

Bir hadîs-i şerifte. Kıyametin kopmasına kadar 30 şu kadar deccal ve yalancının çıkacağını, bunların kimisinin tanrılık, kimisinin de peygamberlik taslayacağı haber verilmektedir. Allahu a’lem, bu deccallardan birisi de bundan bir müddet evvel Amerika’nın Tucson şehrinde öldürülen Reşad Halife adlı sapıktı. Bu herif kendisini peygamber olarak ilân etmiş, İslâmiyet in, önceki dinler gibi tahrife uğradığı iddiasıyle ortaya atılmış ve bütün İslâm dünyasına meydan okumuştu. Çıkardığı İngilizce gazetenin bir nüshasını görmüş ve münderacatının serapa hezeyan olduğunu anlamıştım. Maalesef bu kezzabadamın yazdığı bir kitap Türkçeye çevrilmiş ve kapış kapış da satılmıştı. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, iç ve dış dünyadaki böyle sapık cereyanları takip etmesi, Türkiye’ye de sıçramamaları için halkı uyarması gereklidir.

Küfür cephesi, Müslümanları bölmek, câhilleri aldatmak için bu gibi sapıklıkları destekleyip maddî ve manevî yardım temin ediyor. Vaktiyle büyük bir vilâyetimizde müftülük yapan, bir ara TRT’de dinî yayınlar bölümünü idare eden bir mürtedin (dinden çıkmışın) kitaplarını da, küfür mihrakları bastırıp bastırıp dağıtmaktadır.

İnsî ve cinnî şeytanlar İslâm’ın yeniden canlanması, bir numaralı alternatif haline gelmesi karşısında üzüntü ve öfkeden çıldıracak derecelere gelmişlerdir. İslâm’ı durdurabilmek için her çareye can havliyle sarılmakta, bütün sapıklıklardan medet ummaktadırlar. Aslında dâvâyı kaybetmişlerdir. Ama bunu onlara anlatmak mümkün değildir. Ebû Cehil gibi yapacaklarını yapacaklar, sonunda hâiben ve hâsiren yıkılıp gideceklerdir.

Açıkça peygamberliğini ilân eden, bugünkü haliyle İslâm muharref bir dindir, diye hezeyanlar savuran sapıkları teşhis etmek kolaydır. Ama daha sinsileri vardır: Bunlar, o kadar ileri gitmezler. Kimi hadisleri inkâr eder, kimi Peygamberin dindeki makamını düşük gösterir, kimi ehlisünnet itikadını reddeder, kimi mezahib-i erbaaya cephe alır. Bunlarla uğraşmak daha zordur.

Bütün sapıklıklardan korunmak için alınacak tedbirler şunlardır: (1) İtikadda ehlisünnet ve cemaat dairesi içinde bulunulacak. (2) Ameliyatta dört hak mezhebten biriyle amel edilecek. (3) Kuran ve Sünnetten kimse kendi heva ve hevesine göre ahkâm çıkartmayacak, bu hususta müctehidlere ve fukahaya bağlı kalınacak.

Çok dikkat edilecek bir husus da şudur: Sapıklar, kendileri için reklam olsun diye, Müslümanları tahrik ederler, ortaya saçma sapan kitaplar çıkartırlar. Hiçbir Müslüman para verip de bu sapık kitapları almamalıdır. Sapıkların isimlerini vererek, reklamlarını yaparak reddiyeler yazmamalıdır. Onlarla ilgilen mek, ekmeklerine yağ sürmek olur.

Böyle sapıklıklar her devirde olmuştur. Bağdad’da İmam Azam Ebu Hanife hazretlerinin zamanında bile dehrîler (dinsizler) vardı ve İslâm âlimleriyle münazaraya cüret ederlerdi.

Bırakalım vakt-i merhunlarına kadar zırlayıp dursunlar. Biz aslî iş ve hizmetlerimize bakalım. Ehlisünnet İslâmlığını yayalım, kuvvetlendirelim. İşe yarar, bilgili, ihlâslı, olgun Müslüman kadrolar yetiştirelim. Dünya mikroptan ve akrepten hâlî kalmaz.

24.12.1991