Ol hazretin zamanı nasıl mıydı? Devr-i dilârasında millet, vatan, devlet ne haldeydi? Benim çocukluğumun ve gençliğimin bir kısmı ol hazretin saltanatı zamanında geçtiğinden, yukarıdaki suallere cevap verecek bilgim ve görgüm vardır. Bir hakikat kalmasın âlemde Allah’ım nihan, diyerek bu yazıyı kaleme almağa karar verdim. Bakalım ol hazretin altın çağı nasılmış?

Ol hazretin saltanatında Türkiye üç büyük hastalıkla kırılıyordu: Verem, sıtma ve frengi. Gayet iyi hatırlıyorum meselâ bizim Ereğli’nin bazı köylerinin tamamı frengiliydi. Frengi, ilerledikçe insan vücudunda cüzzam gibi tahribat yapar. Ben. o zamanlarda suratlarında korkunç yaralar olan, burunları düşmüş insanlar görürdüm. Arada bir jandarmalar frengili bir köy halkını toplar, Volga mahkûmları gibi önlerine katar, birkaç saat ötedeki nahiyeye, yayan yürüterek iğne yaptırmağa götürürdü. İğnenin adı bile hâfızamda kalmış: Neosalvarsan. Sıtma millette mecal bırakmamıştı; verem, öbür adıyla ince hastalık toplumun benzini sarartmış, ciğerlerini çürütmüştü. Halkın büyük bir çoğunluğunun doktor, ilâç, hastahâne yüzü gördüğü yoktu. Hangi hastalıktan kıvrandığını bile bilmezdi biçâre hastalar. Karın yangısı denip geçilirdi.

Hazretin zamanında yol da yoktu. İstanbul’dan Ankara’ya giden otobüsler, Üsküdar’dan Kısıklı’ya, Ümraniye’ye tırmanırlar, Ömerliköy yakınındaki bir sapaktan dağların arasından İzmit’e giderek yollarına devam ederlerdi. Peki İzmit’e niçin sahilden gitmiyorlardı. Sahilden İzmit’e yol yoktu da ondan! Hakkari vâlisi, vâlilik makamına oturabilmek için bir kısmı katır sırtında geçmek üzere günlerce süren bir seyahat yapmak zorundaydı. Artık köy yollarını siz düşününüz. Düşünmeğe hâcet yok. Onbinlerce köyün zaten yolu yoktu ki. İstanbul’dan Akçakoca’ya karadan gitmek mümkün değildi. Bacasından kara dumanlar fışkırtan, birkaç katlı, kamaralı vapurlarla gidilirdi oraya. Hava bozuk olursa yolcularını indiremeden Ereğli’ye geçerdi vapur.

Ülkede okul yoktu, fabrika yoktu, köprü yoktu, baraj yoktu, su yoktu, elektrik yoktu. Türkiye bir Yokistan idi.

Rejim tam bir oligarşi, bir diktatörlük, bir polis devletiydi. Tek parti vardı. Başka parti kurmak yasaktı, kurmağa kalkışan vatan hâini muamelesi görürdü. Seçimler tam bir komedi idi. Birinci seçmenler ikinci seçmenleri seçerler; onlar da açık oy, gizli tasnif usulüyle tek partinin tâyinli milletvekillerini -sözde- seçerlerdi. Seçime iştirak de hep yüzde 99 olurdu!

Devletin başına “Şefimiz” denirdi. Millet sefâlet içinde inlerken şefimiz Beyaz Trenlerle, Savanoralarla seyahat ederdi. Üniversite talebeleri medrese köşelerinde, virânelerde barınmağa çalışırken Şefimizin oğlu Teknik Üniversite’deki tahsil yıllarında Dolmabahçe Sarayı’nı yurt olarak kullanıyordu.

Din, vicdan, fikir, üniversite, basın hürriyeti yoktu. Binlerce câmi yıkılmış, kapatılmış, kiraya verilmiş, satılmıştı. Bir ara Sultanahmed Câmii’ni bile asker deposu yapmışlardı. Ezan okumak yasaktı. Allahu Ekber diyerek ezan okuyanları yakalarlar, kemiklerini kırıncaya kadar döverler, hapislerde çürütürlerdi. Din hizmetlisi yetiştirilmediği için Müslüman halkın cenâzeleri köylük yerlerde hazan bozulurdu gömülünceye kadar. Yıkayacak, kefenleyecek, namazını kıldıracak bir imam bulununcaya kadar iş işten geçerdi. Bir tek din okulu yoktu. Sovyetler Birliği’nde Stalin, bizde «Şefimiz» dinin kökünü kurutmak üzere paralel çalışıyorlardı.

Muhâliflere korkunç işkenceler yapılırdı. 1944 Türkçülük-Turancılık hâdiselerindeki tabutluklar dehşet verici idi. Müslümanlara, Türklere bu eziyetler yapılırken, Köy Enstitüleri vasıtasıyla ülkede kızıl fidelikler kuruluyor, bolşeviklik için zemin hazırlanıyordu. Kürtlere yapılan zulüm de korkunçtu. İleri gelen Kürt şahsiyetler, âileleri ile beraber doğudan batıya sürülmüş, perişan edilmişlerdi.

Ülkede memur emekliliğinden başka hiçbir sosyal hak ve güvence yoktu. İşçilerin hiçbir hakkı mevcut değildi. Ne emeklilik, ne yıllık izin, ne şu, ne bu. Sanki esir statüsündeydiler. Zonguldak kömür havzasında mecburî köle-işçilik sistemi vardı. Ocaklarda çalışmayanlar için asker kaçağı muamelesi yapılırdı.

Fakirlik yaygındı. Harp yıllarında bir zeytini ikiye bölerek, iki lokmaya katık ederek yerdik. Halkın yüzde seksenini teşkil eden köylüler çarıkla geziyorlardı. Onu bulamayanlar da yalınayak. Bilhassa Karadeniz bölgesinde kıtlık ve açlık kütlevî bir hâdiseydi. Ben köylülerin süpürge sapı tohumlarını, fındık kabuklarını öğütüp yediklerine şâhit olmuşumdur. Bir keresinde tuz kıtlığı olmuş, insanlar ve hayvanlar tuzsuzluktan ölmüşlerdi.

Askerlik çok uzundu. Ordu mahrumiyet içindeydi. Kötü şartlar yüzünden er ve at olarak büyük telefat olurdu.

Bir keresinde “Varlık Vergisi” adıyla insanların malvarlıklarından keyfî bir vergi alınmış, nice zenginler bir anda dilenci durumuna düşürülmüş, ödeyemeyenler Aşkale’ye, esir kampları gibi kamplarda taş kırmağa gönderilmişti.

İkinci Cihan Harbi sonunda, Türkiye’ye iltica eden yüz elli kadar Türk asıllı Müslüman kardeşimiz. Rusların isteği üzerine onlara teslim edilmiş ve Doğu’daki Boraltan köprüsünü geçer geçmez de kurşuna dizilmişlerdi.

Devlet radyosunda Allah sözü bile edilmezdi. Ramazan gelir gider, milyonlarca Müslümanın oruç tuttuğu bu mübarek günlerde dine dair; iftara, sahura, oruca dair tek kelime yayın yapılmazdı. Devlet dine savaş açmıştı.

Hocalar, şeyhler, din önderleri baskı, tarassut, sürgün, hapis tehdidi altındaydı. Üç Müslüman bir araya gelip sohbet ederken yakalansalar ağır cezalarda süründürülürdü. Tesbih, takke, bir iki dinî kitap suç âleti olarak yeterliydi.

İslâm vakıfları talan ediliyordu. Camiler bile satılıyordu.

Komünizmi durdurmak için dini kullanalım teklifine karşı bir başvekil Meclis kürsüsünden: «Arkadaşlar, ben kızıl zehire karşı asla yeşil zehiri kullanmam!» hezeyanını sarfediyor; bir başka başvekil (başbakan) de: «Arkadaşlar bana otuz sene mühlet veriniz, bu memlekette dinin kökünü kurutayım», diye bağırıyordu.

Şefimiz, bütün ömrünce ticaret yapmadığı, tek geliri maaşı ve tahsisatı olduğu halde, büyük bir servet biriktirmişti. Kardeşi Kambur Rıza ile ilgili dedikodular ayyuka çıkıyordu. Ama kimse bunun hesabını soramıyordu. Nasıl soracaktı ki… Cumhurbaşkanının hanımının Ankara’dan İstanbul’a Beyaz Tren’le gelişini birinci sahifede değil üçüncü sahifede yayınladığı için Tasvir-i Efkâr gazetesi sıkıyönetimce kapatılmıştı.

Daha yazacak çok şeyler var ama yer mahdut olduğundan bu kadarcık anlatabiliyorum. Evet ol hazretin devr-i dilârası böyle idi. Ol hazret kim miydi?

Aşkolsun size, bunu bilemeyecek ne var. Ol hazret Millî Şef, küçük diktatör, modern Hâmân İsmet İnönü Paşa idi.

Hani, arada bir «büyük devlet adamı, büyük kumandan, merhum…” diye anılan.

Tarihin de içine tükürüyorlar!

BAYAĞILIK FURYASI

Bayağılık her yeri sardı, insanlar, kitleler, kurumlar, her şey bayağılaştı. Böyle olacağı işin başından belliydi. Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan belli olurmuş.

Lisan bayağılaştı, dolayısı ile edebiyat, şiir, roman bayağılaştı. Bayağılık mimarîye, güzel sanatlara sıçradı. İnsanlar kadın, erkek, çocuk bu bayağılıktan paylarını aldılar. Şehirler, kasabalar, köyler, evler bayağılaştı.

Ekmekler kalitesiz, yemekler tatsız-tuzsuz, meyveler bir acayip oldu. Ancak hayvan yemi olabilecek unlarla, şüpheli margarinlerle, hormonlu gübrelerle zaten başka ne olabilirdi ki?

Basın, televizyon, radyo, sinema, tiyatro da bozuldukça bozuldu. Öyle ki, bayağı demek çok hafif kalır.

Denizler kokuştu. Gökleri isler, paslar, dumanlar sardı. Bayağıların bastığı yerde ot bitmez oldu. Kılık kıyafet bayağılaştı. Suratlar bakışlar, gözler basbayağı oldu.

Gazete okuyorsanız, radyo dinliyorsanız, televizyon seyrediyorsanız bütün bunları kolayca anlarsınız.

Bir bayağılık seline kapıldık gidiyoruz. Bundan kurtuluşun çaresi İsiâma sarılmaktır. Ne yazık ki, bir kısım dindarlar da bu bayağılık furyasından nasiplerini aldılar. Bu yüzden İslâma gölge düşürüyorlar.

Henüz bayağılaşmayanlar, kendinizi koruyunuz. Size çok ihtiyacımız var.

23.10.1991