Alexandra David-Néel’

in

“Mystiques et Magiciens du Tibet”


(Tibet’in Mistikleri ve Sihirbazları)


kitabını okuyorum. Bu kadın yakın tarihin büyük gezginlerindendir. Çok uzun bir ömür sürmüştür

(1868-1969).

Budist olmuş, yabancıların giremediği Tibet’e gitmiş, uzun yıllar orada kalmış, daha sonra gördüklerini, öğrendiklerini kitaplar haline getirmiştir.

Tibet’i bir ucundan öbür ucuna yerli bir dilenci kadın kılığında

yürüyerek dolaşmıştır.

Çin istilâsından sonra Tibet’in geleneksel kültürüne ne oldu bilmiyorum?

Yukarıda zikri geçen Fransız kadın gezginin kitabında,

Batı medeniyetinin dar kalıpları içine sıkışmış pozitivist ve rasyonalist zihniyetlilerin anlamakta, kabul etmekte zorlanacakları birtakım olağanüstü, alışılmamış hâdiselerden bahsedilmektedir.

Bunlardan kısaca bahsetmek istiyorum.

“Loung-gom-pa”

denilen

hızlı yürüyüş

yapanlar… Bunu her Tibetli yapamıyormuş.

Bu yürüyüşle insan

fiziki bakımdan büyük zahmet ve enerji sarf etmeden ve fazla yorulmaksızın

saatte 12-15 kilometre yol alabiliyormuş.

Gerektiğinde

günde 24 saat de yürüyebiliyormuş.

Bu yürüyüşü yapanlar bir nevi

trans (vecd, kendinden geçme)

halinde oluyorlarmış. Bakışları sâbitleşiyormuş, geceleri yıldızlara gözlerini dikiyorlarmış, önlerindeki engelleri fark edebiliyorlarmış. Böyle bir yürüyüş yapan kimseyi âniden uyandırmak, trans halinden çıkartmak onu şiddetli şekilde rahatsız ediyor,

hattâ ölümüne bile sebep oluyormuş.

Tibet’teki bu yürüyüşü uzun mesafeli koşularla, maraton yarışlarıyla kıyaslamak doğru olmaz.

A. David-Néel’in bahsettiği

ikinci olağanüstü hadise

“toumo”

denilen şiddetli soğuğa ve donma tehlikesine karşı

insanın kendini içten ısıtabilmesi.

Fransız gezgini, hızlı yürüyüşü beceremiyormuş ama bu ısınmayı biliyormuş. Bir keresinde, geceleyin çok soğuk bir dereden geçmek zorunda kalmış, karşıya çıktığında soğuğun şiddetinden üzerindeki ince entari donmuş.

Toumo ile kendini ısıtmış, vücudundan çıkan sıcaklık o kadar fazlaymış ki, elbisesi kızgın ütü değmiş gibi hemen kurumuş.

Tabii ki, bunu da herkes yapamıyormuş. Böyle olağanüstü, esrarlı hünerleri

uzun yıllar çile çeken, riyazet yapan mistikler

becerebiliyormuş.

Yazar, Tibetli mistik ve sihirbazların

olağanüstü telepatik güçlere sahip olduklarını,

insanların fikirlerini, niyetlerini okuyabildiklerini, birtakım tanıdıklarına çok uzaklardan

mesajlar gönderebildiklerini

de uzun uzadıya anlatıyor.

Yazımın başında bahsettiğim hızlı yürüyüşü başarabilen bazılarının vücutları o kadar hafifliyormuş ki, ayaklarının yerden kesilmemesi için bedenlerine ağırlık olarak zincirler bağlıyorlarmış.

İslâm kültüründe gayr-i müslimlerde görülen olağanüstü hallere

istidrac

denilir.

Bunlar olgun Müslümanlarda, velîlerde görülürse keramettir

Tasavvuf büyüklerinin menkıbelerinde «tayy-i mekân» denilen olağanüstü hadiseler anlatılır.

Keramet sahibi çok büyük bir zat, birinin elinden tutar, gözlerini kapat der, birkaç dakika sonra gözlerini aç der; adam bir de bakar ki, o birkaç dakika içinde

Mısır’dan Hicaz’a, Mekke-i Mükerreme’ye gelmişlerdir.

Orada öğle namazını kılarlar, sonra yine aynı şekilde Mısır’a dönerler.

Bir materyaliste böyle bir şey olabileceğini kabul ettirmek mümkün değildir.

Söylemeye hacet yok ki,

tayy-i mekân

herkese nasip olmaz. Çok nadir bir hadisedir, tecrübesi de yapılmaz.

Böyle şeyleri bilenler reklâmını yapmazlar, bazı cahiller de muhal ve mümtenidir sanırlar.

Matematikle, bir şeyin, bir yere hareket etmeden önce oraya varmış olacağı ispat edilmiştir… Bu hususta çeşitli dillerde hayli ilmî literatür bulunmaktadır. Kıyas oluna.

Yine

çevremizdeki her şey aslında yoktan, hiçten meydana gelmiştir.

Bunu da, âmiyane şekilde şöyle anlatabiliriz: Bütün maddeler atomlardan meydana gelir.

Eskiden atomun parçalanamayacağı sanılıyordu,

buna

cüz’-i la-yetecezza

deniliyordu. Sonra atom da parçalandı, o parçalar da daha küçük parçalara ayrıldı. Uzatmayalım parçalana parçalana

insan aklının, insan zekasının, fizik ilminin ölçemeyeceği, kavrayamayacağı bir dereceye geldi, ölçülemeyen şey nedir?

Yoktur.

Demek ki, aslında bu gördüklerimizin hepsi Yaratan’ın, yaratma sıfatının tecellisiyle yoktan meydana gelmiştir, gelmektedir.

Birtakım ateistler, materyalistler, pozitivistler, rasyonalistler İslâm geleneğindeki nice menkıbeleri, keşifleri, kerametleri, olağanüstü halleri inkâr ediveriyorlar. İnkârın dayanılmaz bir hafifliği ve kolaylığı vardır.

Hazret-i Ömer

bir gün Medine’de,

Mescid-i Nebevî’de hutbe okuyormuş.

Birden konuyu değiştirmiş ve:

– Sâriye, Sâriye!.. Dağa, dağa…

diye bağırmış.

Dinleyenler anlayamamışlar ve bir mâna verememişler.

Aradan aylar geçmiş, başında

Sâriye

adlı zatın bulunduğu İslâm ordusu Medine’ye dönmüş ve hadisenin içyüzü anlaşılmış. Düşman kuvvetleri İslâm ordusunu düzlükte kuşatıyorlarmış,

Hazret-i Ömer’in uyarısını kumandan duymuş, ordunun sırtını dağa vermiş ve yenilip imhâ edilmekten kurtulmuş.

Abdülkâdir Geylanî, Ahmed er-Rufaî

ve benzeri büyük kutupların, gavsların, pîrlerin böyle çok keşifleri ve kerametleri vardır.

İnsanların derece itibariyle en büyüğü olan, dinî tabirle seyyid-i benî âdem olan

Resûl-i Kibriya, Fahr-i Kâinat aleyhisselatü vesselam Efendimiz

, Âhiret âlemine teşrif etmişlerdir ama ruhaniyeti bizleri gölgelemektedir.

“Tenbihü’l-gabi’an Rü’yeti’n-Nebî”

(Peygamberi görmek hususunda akılsızlara uyarı)

adlı kitapta, Resulullah Efendimizin birtakım kimselere rü’yâda ve uyanıklıkta göründüğü anlatılmakta ve örnekler verilmektedir.

Evliya Çelebi

, Osmanlı edebiyatının en büyük kitabı olan

Seyahatname’

sinin birinci cildinin başında, Resulullah Efendimizin sahabelerden müteşekkil bir

âlem-i gayb kuvveti ile Moskof keferesi karşısında sıkıntıya düşmüş bulunan Kırım Hanına yardıma gittiğini

anlatır.

Çanakkale’de Efendimiz birtakım temiz, ihlâslı, salih Müslümanlara görünmüştür. Dinsizlerin hurafe dedikleri bu vak’alardan birini anlatayım:

Bir Osmanlı zabiti şiddetli bir savaş esnasında vurulmuş

, ağır yaralanmış, kanlar içinde yere serilmiştir. Yanında birkaç askeri vardır, yaralarından kanlar fışkırmakta, son anlarını yaşamaktadır. Birden

“Beni ayağa kaldırınız”

der. Askerler şehidlikle şereflenmiş sevgili kumandanlarının bu son arzusunu yerine getirirler, mecalsiz vücudunun kollarına girerler ve ayağa kaldırırlar. Mübarek şehid, kısık bir sesle Kelime-i Şehadet getirir ve sonra

“Zahmet buyurdunuz Ya Resulullah!”

diyerek son nefesini verir..

Tarihimizdeki gazalarda,

Allah için yapılan cihad hareketlerinde

böyle mânevî vak’alar çok görülmüştür. Biz Müslümanlar bunları tartışmayız, akaid kitaplarlarımızda

Peygamberlerin mucizeleri, velîlerin kerametleri hakkında bilgiler

ve hükümler bulunmaktadır. Zaten velîlerin kerametleri, mensubu bulundukları Nebînin mucizesi mahiyetindedir.

Maddî ve fizikî yüklerini hafifleten, asgarîye

(en aza)

indiren, manevî aynasını kirlerden, paslardan, lekelerden temizleyip parlatan;

az yiyen, az uyuyan, az konuşan, bütün varlığıyla Allah’a yönelmiş bulunan; dünyaya ve içindeki aldatıcı ve oyalayıcı zenginliklere sırt çeviren kimselere

manevî ve ilahî esintiler gelir. Güzel rü’yâlar görürler, uyarılırlar, hayra yönlendirilirler.

İşi gücü hayvanlar gibi yemek içmek, şehvetlerini tatmin etmek, mışıldamak

(uyumak),

kibirlenmek, gururlanmak, tafra ve caka satmak, ense kalınlaştırmak, göbek şişirmek olan

nasipsizlere

elbette bu gibi esintiler gelmez. Binaenaleyh böyleleri herkesi kendileri gibi sanır, zehî gaflet!

Uçmak, yükselmek için hafiflemek lazımdır.

Kuyruğuna kabak bağlı bir fare nasıl uçsun?

29 Mayıs 2005