Cuma

 

Din sadece bir vicdan işiymiş… Hayır! Din “sadece” bir vicdan işi değildir. Din ile dünya ayrılmaz, din hayat demektir. Din elbette öncelikle bir vicdan ve inanç işidir. Ama gerisi de vardır.

Dinimizin hayat ile, dünya ile ilgili nice hükümleri bulunmaktadır. Bunların bir kısmı emirler ve yasaklar şeklindedir; bir kısmı ise öğütler, tavsiyelerdir.

Her Müslüman, yegâne kurtuluş ve saadet yolu olduğuna inandığı İslâm’ın emir, yasak ve tavsiyelerini yerine getirmelidir. Getirmezse hem bu dünyada zarar görür, hem de âhirette sıkıntı çeker.

İslâm’ın bazı emir, yasak ve öğütlerini Müslümanlara hatırlatmakta fayda görüyorum. Bunları, düzenli ve sistemli bir şekilde değil, hatırıma geldiği gibi sıralıyorum:

(1) Yapacağı işler, olmasını istediği şeyler için “inşaallah” (Allah dilerse) demek. Hiç kimse, henüz olmamış, gerçekleşmemiş bir şey için kesin konuşmamalıdır. “Derslerime çok çalıştım, yüzde yüz başarılı olacağım…” demek bir Müslümana yakışmaz. “İnşaallah başarılı olurum…” şeklinde konuşulmalıdır. Bir müsabıkın (yarışmacının) “Yarışı mutlaka ben kazanacağım…” demesi, kendine aşırı güvenmekten ileri gelen bir gurur ve gaflettir. “İnşaallah kazanacağımı ümit ederim…” şeklinde kelâm etmesi gerekir.

(2) İslâm dinine göre başarı Allah’tandır. Bir mü’min başarılı olmak için gereken bütün sebeplere “tevessül” eder ama “Başarıyı ben kazandım…” demek yanlıştır. Kul çalışır çabalar; başarıyı Allah verir veya vermez. Bu konuda da nice Müslüman gaflete, gurura, kuruntuya düşmektedir.

(3) Bütün hayırlı işlere besmele çekerek başlanmalıdır. Besmelesiz işler ebter (güdük) olur. Meselâ besmele ile başlanan az bir yemek bereketli olur, bir kaç kişiyi doyurur. Besmelesiz başlanan bol bir yemek doyurmaz. Bu bir sırdır, herkes anlamaz, bilmez. Haram bir işi yaparken besmele çekilmez, bu, küfre kadar götüren bir isyan ve günah olur.

(4) İslâm dinine göre isabet-i ayn (göz değmesi) gerçektir. Bundan kurtulmak, buna sebep olmamak için “Maaşallah” demek gerekir.

(5) İslâm’a göre kazançlar, yiyecekler, gelirler, elde edilen şeyler helâl veya haram olarak ikiye ayrılır. Dinin, Şeriatın meşru, mübah, caiz gördüğü kazançlar helâldir; caiz görmediği, yasaklamış olduğu kazançlar haramdır. Pozitivistler, rasyonalistler, ateistler bunu anlayamaz. Onların akıllarının bir boyutu eksiktir. Onlar parayı, menfaati, geliri haram veya helâl diye ayıracak firaset ve basiretten mahrumdur. Müslüman ise, helâl bir milyar lirayı, haram yüz milyar liraya tercih eden kimsedir. Çünkü çok iyi bilir ki, haram yüz milyar lira ateştir, azaptır, felakettir. Helâl az para ise bereketlidir, hayırlıdır, yakmaz. Bir Müslüman hırsızlık yaparak, faize bulaşarak, devlet ve belediye bütçelerini hortumlayarak, ihalelere fesat karıştırarak, işlerden komisyon alarak, işleri çürük çarık yaparak veya bunlara benzer yasak ve ahlâksızca yollarla haram para kazanıyorsa o moloz, sakat, yarım, münafık bir kimsedir.

(6) Her sahada genel, mutlak, yüzde yüz bir kadın-erkek eşitliği ütopyadan, hayalden, kuruntudan başka bir şey değildir. Erkeklerle kadınlar insan olmak bakımından elbette eşittirler. Ancak erkek erkektir, kadın kadın; aralarında farklılıklar vardır. Bazı Batı ülkelerinde kadın-erkek eşitliği kanunlarla yüzde yüz sağlanmış ve ilân edilmiştir ama oralarda millet meclislerinin, orduların, polis personelinin, üniversite öğretim görevlilerinin, atlet ve sporcuların yarısı kadınlardan müteşekkil değildir. İslâm indirilmiş bir dindir, uydurulmuş bir ideoloji değildir. İslâm, kadın konusunda ne gibi kesin hükümler getirmişse hepsi de doğrudur, iyidir, güzeldir, haktır.Bazı ütopyacı feministlerin İslâm öğretilerine ters düşen görüşleri ve fikirleri yanlıştır. İslâm, kadınlara büyük değer ve önem verir. Onların iyi yetiştirilmesini ister. Takvalı ve sâliha bir kadın, elbette derece itibarıyla kendisinden geride olan bir erkekten daha yüksektir. Kadınların da dine, topluma, ülkeye yapacakları büyük, önemli, hayatî hizmetleri vardır. Ancak bütün bunlar, Kur’ân âyetlerinin, Peygamber buyruklarının, fıkıh ve Şeriat hükümlerinin ışığında ve rehberliğinde değerlendirilmeli ve tanzim edilmelidir.

(7) Geçenlerde büyük bir İstanbul gazetesinde, yarım düzine kalp uzmanının, kalp krizlerini önlemek için tavsiyelerine yer verildi. Bunların hepsi de, kırmızı şarabın kalbe yararlı olduğunu iddia ediyordu. İslâmî açıdan bu iddia bâtıldır. Allah alkollü içkileri haram kılmıştır. Çoğu da haramdır, azı da . Haram ile şifa ve tedavi olmaz. Zahirde bir miktar faydası varmış gibi görünür ama zararı daha büyüktür. 1929’da ABD alkollü içkileri yasak etmişti. Onlar bu yasağı Müslüman oldukları için değil, akıllı oldukları, vatandaşlarının iyiliğini düşündükleri için koymuşlardı. Hiçbir Müslümanın, şarabın veya viskinin sağlığa yararlı olduğu bâtıl ve yanlış görüşüne kapılmaması gerekir. Bu doğru olsaydı gece gündüz şarap içen Fransızların kalp hastalıklarına yakalanmaması gerekirdi. Hastalıklardan korunmanın ve tedavi olmanın birinci şartı ilahî vahye, nebevî öğütlere, şer’î ve ahlâkî hükümlere uygun bir hayat sürmektir.

(8) İslâm, insanlara kanaatli bir şekilde yaşamalarını tavsiye ediyor. Şu dünya üzerindeki insanların hepsi kanaat ile yaşasalar, yeryüzünün nimetleri ve yiyecekleri hepsine yeter de artar. Ne yazık ki, azınlık, gayr-i âdil şekilde çok kazanıyor, çok yiyor; geriye kalanlar da sefalet çekiyor, her yıl milyonlarca insan açlıktan, hastalıktan kırılıyor. Kanaat sadece fakirlerin uyması gereken bir prensip ve hüküm değildir. Zenginler ve varlıklılar da kanaatli yaşamalıdır. Varlıklı Müslümanlar, zimmetleri altındaki serveti muhtaçlarla paylaşmalıdır. Zekât olarak, sadaka ve hayır hasenat olarak… Türkiye’de âdil bir gelir sistemi olsa, bu ülkenin zengin Müslümanları servetlerini (uygun ve akıllı bir şekilde) paylaşmayı bilseler, meselâ sefalet çeken vatandaşlara “Balık tutmasını” öğretecek şekilde teşkilat kursalar, herkesin geçimi sağlanmış, sosyal adalet kurulmuş olur. İslâm israfı (saçıp savurmayı, gösterişi, aşırı tüketimi, ihtişamlı ve debdebeli bir hayatı) yasaklamıştır.Böyle yapanlar Kur’ân diliyle “Şeytanın kardeşleridir.”

(9) Batı medeniyetinde insan putlaştırılmıştır. İslâm ise, insanı “eşref-i mahlukat” (Yaratıkların en şereflisi) olarak kabul etmekle birlikte, en büyük düşmanının kendi nefs-i emmaresi (Kötülükle çok emreden benliği) olduğunu beyan etmekte ve bu benliğin kontrol altına alınması, dizginlenip frenlenmesi için bir takım emirler, yasaklar, ölçüler koymaktadır. En üstün insan, benliğini öldüren, “Ölmeden ölen”, benlik bakımından hiç olan kimsedir.

(10) Pozitivistler, ateistler, rasyonalistler (Akılcılar… Akılcı ile akıllıyı birbirine karıştırmamak gerekir. Akılcılar, akıllı değildir), dini inkâr edenler şeytana, cinlere inanmazlar, bunları hurafe olarak görürler. Şeytanlar ve cinler kesinlikle vardır. Kendilerini görmesek bile yaptıklarını görüyoruz. Bazı şerli insanlar ruhlarını şeytana satmışlar ve yeryüzünde onun askeri durumuna düşmüşlerdir. Şeytan ve cin yoktur diyen dinden çıkmış olur. İmansızların inkârları kendilerine aittir, bize tesir etmez. Cenab-ı Hak ülkemizi, milletimizi, devletimizi insî ve cinnî şeytanların şerlerinden ve fitnelerinden muhafaza buyursun. 03 Nisan 2004