Pazartesi

 

Fransız “Historia Découvertes” dergisi (Ekim-Kasım 1999) Orient-Exress konusunda 130 sayfalık bir özel sayı yayınlamış. İçinde yüzlerce tarihî fotoğraf yer alıyor. 70’inci sayfada Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Paşa’yı Millî Mücadele yıllarında gösteren bir resimde, duvarda “…fethün karib” yazısı okunuyor. Bir âyetten bir parça. Batı ülkelerinin fotoğraf ve belge arşivleri yakın tarihimize ait böyle binlerce parça ile doludur. Biri ilgilense, toplasa en meraklı albümler meydana getirilebilir.

Orient-Express Londra-Paris-İstanbul arasında çalışmış çok lüks, çok konforlu, çok ihtişamlı bir trenmiş. Konuları bu trende geçen romanlar yazılmış, filmler çevrilmiş. Artık uzun yolculuklar trenle yapılmıyor. Batı dünyasında, Japonya’da büyük şehirleri hızlı trenler birbirine bağlıyor. Saatte iki yüz kilometrenin üzerinde hız yapan güvenli, rahat vasıtalar bunlar. Bizde İstanbul ile Ankara arasında hızlı tren yapılmış olsaydı yolculuk üç saate sığmış olacaktı. Sabah Haydarpaşa’dan binecektiniz. Kahvaltı, biraz gazete okuma, çantanızdaki iş evrakına bir göz atma ve Ankara. İşinizi görüp ikindide dönüş yolunu tutacaktınız. Akşam yemeğini trende yiyebilir ve gece başlangıcında evinizde olabilirdiniz. İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da, Japonya’da böyle trenler var. Bizde niçin yok?

Çocukluğumda 40’lı yıllarda mekteplilere “Demirağlarla ördük anayurdu dört baştan” diye marşlar okutuyorlardı. Sonra demiryollarını ihmal ettiler. İhmal, sabotaj, hıyanet.

Üç tarafı denizlerle çevrili şu memlekette deniz taşımacılığını da öldürdüler.

Yakın tarihlerde büyük bir devlet adamımız “Trenler çağdışıdır. Komünist ülkelere mahsus taşıma vasıtalarıdır” meâlinde garip lâflar etmişti. Demiryollarının ihmalinde, ulaşımın otobüslere kaydırılmasında birtakım dev şirketlerin tesiri olmuştur. Otobüsle yolculuk zahmetli, masraflı, ülkeye zararlı, ilkel bir taşıma şeklidir. Yarım asırdan beri ülkenin katrilyonları otobüslere, yakıta, yedek parçaya harcandı gitti. Bu muazzam meblağlarla pekâlâ büyük şehirlerimiz birbirlerine hızlı, modern trenlerle bağlanabilirdi.

Medeniyet diyoruz, batı diyoruz ve sonra onların yaptıklarının tam tersini yapıyoruz.

Ülkenin, milletin, devletin menfaatleri ikinci plana atılıyor; birkaç dev şirketin; küçük, fakat güçlü egemen azınlıkların menfaatleri öne alınıyor. Sonunda demiryollarımız çağın dışında kalıyor. Bu da bir vatan hainliği değil mi? Vatan haini olmak için ille de askerî gizli haritaları düşmana satmak gerekmez.

İstanbul-Ankara arasında hızlı demiryolu inşaatı Japonlara verilse bir iki yıl içinde bitirip hizmete açarlar. Lâkin bu iş bir türlü yapılmaz. Çünkü birkaç dev ve güçlü şirket buna karşıdır.

Türkiye ne kadar kötü idare ediliyor.

Adam Gibi Çalışmak

EMİNÖNÜ’nde perakende satış dükkanı, şehrin uzak bir yerinde de fidanlığı olan bir çiçekçi şöyle diyordu: “İşimiz icabı genç ziraatçilere, peyzaj mimarlarına, bahçe tanzimcilerine ihtiyacımız oluyor. Ziraat fakültelerini yeni bitirmiş genç elemanlar arıyoruz. İlanlarımızı okuyup müracaat ediyorlar. Lâkin anlaşamıyoruz. Bir kere ilk talepleri haftada iki gün tatil. Sonra yüksek maaş, sigorta ve daha bir sürü hak. Bizim işlerimiz en fazla cumartesi ve pazar günlerindedir. Tutacağımız genç elemanlara o günlerde tatil yaptırırsak işlerimizi yürütemeyiz…”

Onbeş milyon işsiz var diye yazıp duruyordum. Meğerse bu sayı yirmi milyona ulaşmış da haberim yokmuş. Bu kafada gidersek işsizlerin sayısı daha da artacaktır.

Eski esnaf teşkilâtı, loncalar, ahîlik, fütüvvet ahlâkı yıkılmış, bunların yerine bir şey konulmamıştır. Japonlar, Almanlar, başka ileri ve başarılı milletler nasıl çalışıyor, onlara bakmalı, ibret almalı, utanmalıyız.

Japonlar bir işçiye bizim paramızla ayda bir iki milyar lira maaş ödüyor, bu işçilere ürettirdikleri malları gemilere yüklüyor; yedi deniz, yedi boğaz ve kanal geçerek Türkiye’ye getiriyor, gümrük ödüyor, bir sürü masraf yapıyor ve bizim mallarımızla rekabet ediyor. Bu kadar yüksek ücret ödemelerine, bu kadar navlun masrafı yapmalarına, gümrük vergisi ödemelerine rağmen nasıl oluyor da rekabet edebiliyorlar? Çünkü onlar adam gibi çalışıyor. İlimde, teknikte, iş ahlâkında, işletmecilikte bizden üstünler.

İstanbul sokaklarında bazen ekipler görüyorum. Geçenlerde küçük bir kaldırım tamiri için yedi kişilik bir grup bir yere toplanmıştı. Bunlardan ikisi yere eğilmişler çalışıyorlar, beşi ise kimisi sigara içerek, kimisi eli cebinde avare duruyorlardı. Böyle çalışmadan ne hayır gelir?

Milyonlarca insanın aklı fikri memurlukta, işçilikte. Çok az ve yetersiz de olsa bir maaşları olacak, sigortaları çalışacak, yirmi beş sene sonra emekli olacaklar. Ne renksiz, ne donuk, ne kasavetli bir hayat felsefesidir bu. Kendi işlerini kurmak, çok çalışmak, zengin olmak gibi hayalleri yok bunların.

Eğitim sistemimiz, üniversitelerimz, nâdir istisnalar dışında, gençliğe teşebbüs ruhu, iş ahlâkı aşılayamıyor.

Büyük belediyelerden biri, bin yeni çöpçü almaya kalksa, yüz bin kişi müracaat eder, imtihan stadyumlarda yapılır. İmtihanda başarılı olanlar değil, önceden tesbit edilenler kazandırılır. Ne berbat bir sistemdir bu.

Akıllı, medenî, ileri ülkelerin halkı ve gençliği çöpçülük, lağımcılık, madencilik gibi ağır ve süflî işleri yapmak istemediği için oralara bizden işçi gidiyor. Türkiyeliler dört beş asırda hangi zirvelerden hangi çukurlara düşmüşlerdir, düşünmek ve ağlamak gerek.

Küçük bir atölye kuralım, bir çiftlik açalım; meselâ çiçekçilik, fidancılık yapalım, yahut bizi zengin edecek bir üretim işi ile uğraşalım deseniz kimse kulak asmaz. “Filan yerde Hititlerden kalma bir define varmış, planları bende, iki ortak arıyorum” diye bir lâf etseniz, hemen kulaklar dikilir, gözler fincan gibi açılır. Define… Ne esrarlı kelime. Yer kazılacak ve altından kucak kucak altınlar, tarihî eşya çıkacak. Bir anda yüzlerce milyarlık, hattâ trilyonluk bir servet ele geçecek. Sonra, en lüksünden Mercedes’ler alınacak, şahane evler, yazlıklar, eski hanım atılacak, yerine genç bir karı getirilecek…

Lâiklikle, irtica ile uğraşıp duracağımıza biraz da çalışmakla, üretmekle, başka ülkeler gibi işlerimizi doğru dürüst yürütmekle, gençliğe teşebbüs zihniyeti aşılamakla uğraşsak ne iyi olacak. 28 Mart 2000