Cuma

 

İslâm dinini ve nizamını iki noktada ele alabiliriz. Biri teorik açıdan, bilgi olarak. Bu bilginin iki temel kaynağı vardır: Kur’ân ve Sünnet. Mutlak müctehidler, fakihler İslâam’ın inanca, ibadetlere, muamelata, ahlâka, ukubata, diğer branşlara ait hükümlerini bu iki ana kaynaktan istinbat ve istihrac ederek (çıkartarak) sistemli kitaplar telif ve tasnif etmişlerdir.

İkinci olarak İslâm bir uygulama, bir aksiyon olarak ele alınabilir. Bu uygulamanın, aslına yüzde yüz uygun olanı Asr-ı Saadet, Peygamber Müslümanlığıdır. Ondan sonra her devirde ve mekanda şimdiye kadar çeşitli uygulamalar olmuştur.Bu konuda çok büyük bir çeşitlilik vardır. Bazı uygulamalar başarılıdır, bazıları ise başarısızdır; gerçek İslâm yerine onun sanki bir karikatürünü sergilemiştir.

Tarihteki çeşitli İslâm uygulamaları içinde, Hulefa-i Râşidîn devrinden sonra en başarılı, aslına en uygun uygulama Osmanlı uygulamasıdır. Hicrî 1306 tarihinde vefat eden
Mekke Şafiî reisüluleması Ahmed Zeynî Dahlan hazretleri Fütuhat-ı İslâmiye adlı tarih kitabında Osmanlı devleti için şu hükmü veriyor:

“Hulefa-i Râşidîn’den sonra Kitap ve Sünnet’e en uygun İslâm devleti Osmanlı devletidir.”

Osmanlı devleti, Roma İmparatorluğu ile beraber cihan tarihinin kaydettiği bir dünya barışı sistemidir. Bu devleti anlayabilmek için büyük tarihçi, büyük tarih filozofu, büyük düşünür, büyük aydın olmak gerekir. Güdük ve kısır beyinler, cüce zihniyetler, şartlanmışlar, aliene olmuşlar Osmanlıyı anlayamaz.

Yirminci asrın büyük tarihçisi ve tarih felsefesicisi Arnold J. Toynbee, “Tarih Üzerine Bir Etüd” adlı muhalled (kalıcı) eserinin Ispartalılar bölümünün başında Osmanlı devleti için şu cümleyi yazmıştır:

“Eflatun’un ideal Cumhuriyetine realitede (uygulamada) en fazla yaklaşmış sistem Osmanlı devletidir.”

Günümüz İslâm dünyasında da çeşit çeşit İslâm uygulamaları bulunmaktadır. İran İslâm Cumhuriyeti uygulaması, Pakistan İslâm Cumhuriyeti uygulaması, Moritanya İslâm Cumhuriyeti uygulaması… ve diğerleri. Mısır’ın anayasasında “Mısır devletinin dini İslâm’dır” yazılıdır. Fas da bir İslâm devletidir, anayasasına göre kral aynı zamanda Emîrülmü’minîn’dir.

Afganistan’daki Taliban rejimi de islâmî bir uygulama idi. Suudî Arabistan’da, Muhammed bin Abdülvehhab’ın doktrini uygulanmaktadır.

Türkiye İslâmcıları son otuz yıl içinde Osmanlı İslâm uygulamasını örnek ve model olarak almayı büyük ölçüde bırakmışlar ve kendilerine başka uygulama örnekleri aramışlardır. Başta Mısır olmak üzere Arap dünyasından, Pakistan’daki Mevdudî hareketinden, İran Şiî devriminden, Selefîlikten, en az yarım düzine reformcu islâmî doktrinden ilham almış bulunuyorlar.

Arap dünyasındaki islâmî uygulamalar maalesef başarılı neticelere ulaşmamıştır. Mısır’daki İhvanü’l-Müslimîn hareketinin yetmiş yılı aşan bir mâzisi vardır, henüz hiçbir Arap ülkesinde iktidar olmamış ve başarılı bir uygulama sergileyememiştir. Pakistan’daki Mevdudî hareketi de başarılı olmamıştır. İran Şiîdir ve temeldeki büyük farklılıklar dolayısıyla Sünnî İslâm dünyası için bir model ve örnek teşkil etmez.

Bu devirde, Afganistan’daki Taliban denemesi yahut Arabistan’daki Suudî rejimi uygulaması gibi bir modelin Türkiye’de başarılı olacağını sanmak büyük bir gaflettir.

Türkiye Müslümanlarının üzerinde durmadığı Osmanlı sistesisteminin özellikleri şunlardır:

1. İtikad konusunda çok hassastır, Ehl-i Sünnet ve Cemaat prensiplerine sımsıkı bağlıdır.

2. Şeriat’ı esas alır ve bu konuda hiçbir tâviz vermez.

3. Zülcenaheyndir yani Şeriat’ın yanında tasavvuf ve tarikata da önem verir, iki kanatla uçar ve yükselir.

4. Çeşitliliği kabul eder; çeşitlilik içinde birlik teşkil eder.

5. Gayr-i müslimlerin haklarını, kimliklerini, din ve inanç hürriyetini kabul eder ve onlara güvence verir.

6. Adalet, güvenlik ve hürriyet sağlar.

Osmanlı uygulaması denilince 15’inci ve 16’ncı yüzyıllardaki uygulama anlaşılmalıdır. On yedinci asırdan itibaren çeşitli tarihî ârızalar dolayısıyla bozukluklar başlamıştır. İmparatorluğun batış ve çöküş devrini Osmanlı İslâm uygulamasına örnek olarak göstermek insafa sığmaz.

Türkiye’deki islâmî hareketin en büyük zaafı bir kırsal kesim, bir taşra, bir varoş, bir gecekondu hareketine dönüşmüş olmasıdır. Bu yapıdaki bir hareketin ideal ve mükemmel bir İslâm hareketi olarak gösterilmesi yanlıştır. İslâm elbette köylülerin, varoş halkının da dinidir ama asla bir köylü ve varoşlu dini değildir.

Türkiye İslâmcılığında vahim bir temsilci eksikliği bulunmaktadır. İslâm’ı hakkıyla temsil edecek ulema sınıfı yoktur, meşayih (şeyhler, tasavvuf ve tarikat mensupları) yoktur, çağ seviyesinde güçlü bir aydın sınıfı yoktur. Nadir birkaç kişi vardır ama onlar boşluğu doldurmaya yetmez.

Bir buçuk milyarlık İslâm dünyasının kocaman bir gövdesi vardır ama o gövde ile orantılı, ona uygun bir başa, beyne sahip değildir.

Türkiye İslâmcıları uzun yılları, bir takım şarlatanların, demogogların, arivistlerin, din sömürücülerinin peşinde ziyan etmişlerdir.

Türkiye Müslümanları, Türkiye İslâmcıları başarılı olmak, zafer kazanmak istiyorlarsa, Osmanlı modeline dönmelidir. Başka ülkelerde başarısız olmuş ithal doktrin ve modellerle bir yere varamayacaklardır.

İslâmî harekete ciddiyet, vasıf ve disiplin getirilmelidir. Bugün İslâm dâvâsının, islâmî hareketin en büyük engeli ve düşmanı vasıfsız, zekâsız, ufuksuz, İslâmcılardır. Din sömürüsü devam ettiği müddetçe Müslümanların iki yakası bir araya gelmeyecektir.

İslâmî hareket bir rant hareketi haline dönüştürülmüştür. Bu çok büyük, çok vahim bir hıyanettir.

İlimsiz, irfansız, sanatsız, kültürsüz, medeniyetsiz, mimarîsiz, hukuksuz, edebiyatsız, İslâmî hareket ve kalkınma olmaz.

Afganistan Talibanları, Arabistan Selefîleri bize örnek ve model olamaz.

Benim, şu andaki yerli islâmî hareketten fazla bir ümidim yoktur. Başta Amerika olmak üzere Batı ülkelerinde milyonlarca insan İslâm’ı din ve hayat tarzı olarak seçti ve seçiyor. İleride onların İslâm dünyasına ve bize ışık tutacaklarını ümit ediyorum. 09 Mart 2002