Pazartesi

 

Geçen hafta, Merter’deki Vakko fabrikasına, Osmanlı-İslâm desenli ve renkli perdelik ve döşemelik kumaşlara bakmaya gitmiştim. Topkapı Sarayı’ndaki, müzelerdeki, hususî kolleksiyonlardaki tarihî, antika, nefis kumaşlardan örnek ve ilham alınarak hazırlanmış kumaşlar gerçekten göz kamaştırıcı güzellikteydi. Suudî Arabistan’da yapılan iki prenses sarayının döşemesiyle ilgilenen bir ingiliz mimarı, Vakko’nun değerli elemanlarından gerçek İstanbul hanımefendisi Mualla Erkut hanımla görüşüyor, birbirinden güzel Osmanlı kumaşlarından seçmeye çalışıyordu.

Vakko’nun sahibi Bay Vitali Hakko, sırtında uzun beyaz iş gömleği olduğu halde işinin başındaydı. Geniş bir tezgahın üzerinde siyah üzerine altın yaldızlı işlemelerle süslü dikdörtgen şeklindeki bir örtüyü inceliyordu. Örtüye ben de yakından baktım ve “Merve hanım, başını sımsıkı saran tek renkli bir örtünün üzerine geniş ve dökümlü bir tarzda bunu örtmüş olsaydı, eşarplı olduğu zamanki kadar muhalefet görmezdi” dedim. Vitali bey, “O gün Meclis’te örttüğü eşarp da bir Vakko imiş, bizim Ankara şubemizden almış” dedi.

Vakko fabrikasının binası, bahçesi, iç dekorasyonu tam mânasıyla bir sanat eseri. Bahçede çimenler arasında eski küpler var, binanın girişindeki büyük mekânın ortasında cam içinde bir Japon bahçesi yapılmış, içindeki havuzda su kaplumbağaları yüzüyor. Her yer tertemiz, çalışanlar güleryüzlü ve şık. Aldıkları ücretten memnun görünüyorlar, işlerini severek yaptıkları, bundan mutluluk duydukları belli.

Fabrika yapılırken, Vitali Bey, bina içinde bir de mescid yaptırtmak istemiş. O zaman İstanbul Belediyesi sosyallerin elinde olduğu için yapılamamış.

Dindar Müslümanların perde ve döşeme kumaşı fabrikaları ve büyük satış müesseseleri var. Onlar nedense Osmanlı-İslâm kumaşları üzerinde durmuyor; Belçika’dan, İtalya’dan, İngiltere’den gelen desenler ve dizaynlarla kumaş dokuyor ve basıyorlar.

Bundan yıllarca önce birkaç yazı kaleme alarak tekstil, giyim kuşam, serpuş, tesettür, moda konusunda Müslüman kesimi bazı teşebbüslere dâvet etmiştim. Teklif ve temennilerim hiç ilgi görmemişti.

Cami abdesthânelerine ve hoparlörlerine şimdiye kadar yekûn olarak belki de katrilyonlar harcayan dindar kesim sanatla, kültürle, incelikle, zarafetle pek ilgilenmiyor. Binlerce hafız mektebi açıldı, köy ve gecekondu çocukları buralara dolduruldu. Bir tanecik de sanat, kültür, mimarlık, dekorasyon, kılık kıyafet, moda, tesettür, serpuş vakfı veya enstitüsü kurulsaydı olmaz mıydı? Böyle bir şey 1985 ile 1995 yılları arasındaki demokratik, pek müsait, serbest hava içinde pek âlâ yapılabilirdi.

Vitali Hakko Bey, Osmanlı devletinin 700’üncü kuruluş yıldönümü kutlamaları için yüzden fazla kıymetli kumaş üretmiştir. Eminim ki, bu kumaşları yabancılar, memleketin seçkin ve sosyetik sınıfı çok beğenecekler; evlerini, işyerlerini bunlarla süsleyeceklerdir. Kendisini tebrik ediyorum.

Bazıları ise Sultanhamam, Mahmut Paşa modasını takibe devam edecektir.

Gerçek Laiklik Yok

Osmanlı devletinde bir “Milletler sistemi” vardı. Müslümanlar bir milletti. Onlardan sonra Rum Ortodoks milleti gelirdi. Sonra sırada Ermeni milleti, Yahudi milleti ve diğer milletler vardı. Bu milletlere çok geniş hürriyetler verilmişti. Onların dinlerine, dillerine, örf ve âdetlerine karışılmazdı. Ana dilleri Türkçe olmayan milletlerin Türkçe öğrenmeleri bile şart değildi. Devlete itaat etmek, vergilerini ödemek şartıyla hürriyet, güvenlik, huzur içinde yaşarlardı. Tabiî bu durum Osmanlının yükseliş ve adalet devrinde böyleydi. Devlette bozulma başlayınca, hele bir de Fransız ihtilalinden sonra milliyetçilik rüzgarları esince çatlaklıklar, sarsıntılar görüldü. Osmanlı devleti Hıristiyan ve Musevî tebaasının din işlerine asla karışmazdı. Şimdi böyle mi?

Devlet, çoğunluğu teşkil eden Müslümanların dinlerine, ibadetlerine, inançlarına göre yaşamak hak ve hürriyetlerine karışıyor. Diyanet resmî bir genel müdürlük olarak, kabinedeki din işlerinden sorumlu bir bakanın emrinde çalışıyor. İslâm vakıfları devletin idaresi altındadır. Yüz bine yakın din görevlisinin maaşlarını devlet veriyor. Başları örtülü seçmenler tarafından, başı örtülü olduğu için seçilen bir kadın milletvekili Meclis’e girip de yemin edemiyor.

Türkiye gerçekten laik midir? Asla! Bugünkü sistem bir “Devlet dini” sistemidir. Devlet ile din barışık değildir. Devlet, dini kontrol ve baskı altında tutmaktadır.

Gerçek laiklikte devlet din işlerine karışmaz, onları din mensuplarına bırakır. Bizim sahte laiklerin işine gelmez gerçek laiklik. Çünkü hakikî ve sahih laiklik olursa Müslümanlar din, inanç, inandığı gibi yaşamak hürriyetine kavuşacaklar ve güçleneceklerdir.

Nüfus hüviyet cüzdanında Müslüman olduğu yazılan, fakat asıl dini Sabatay dini olan ültra-laik ve çağdaş bir yazar köşesinde yırtınıp duruyor. “Bizde, ABD’de ve Avrupa’da olduğu gibi gerçek ve geniş bir laiklik olamaz. Diyanet işleri, camiler, ibadetler, din eğitimi devletin sıkı kontrolu altında olmalıdır, Müslümanlara göz açtırılmamalıdır” diyor.

Merve Kavakçı’nın başörtüsü bir sebep değil, bir neticedir. Bu hikâye yeni bir hikâye de değildir. Kökleri Tanzimat’a, İkinci Meşrutiyet’e kadar uzanır. Milyonlarca Müslüman, “Ah Merve bir Meclis’e girse, bir yemin etse” diyor. Girse de, yemin etse de fazla bir kıymeti olmaz.

Türkiye nereye gidiyor? 18 Mayıs 1999