Osmanlı Müslümanı Osmanlı Hıristiyanı
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 03 Ocak 2019
Pazartesi
Gazeteler yazıyor,
Çünkü o yıl düzmece 31 Mart hadisesi ile Sultan ve Halife Abdülhamid Hân tahtından indirilmiş, Yahudilerin çoğunlukta olduğu Selanik’e, Alatini adlı bir Musevi’nin köşküne sürgün olarak gönderilmişti. Bütün felâketler ondan sonra başlamıştı. Sultan Abdülhamid kan dökmeyi sevmezdi. Anasını babasını öldürmüş birkaç câni dışında, idam mahkûmlarının cezalarını bile kalebendliğe çevirirdi.
Sultan Abdülhamid zamanında demokrasi ve hürriyet yoktu ama zulüm de yoktu. Kanun-i Esasî (Anayasa) Padişaha, vatandaşları sürgün etme hakkını vermişti. Sultan, muzır gördüğü kişileri uzak vilayetlere, şehirlere sürgün ederdi. Kimine memuriyet bile verilirdi. Ailesini de oraya getirtir, maaşını alır, işini görür ve yaşardı.
Yakın tarihte bu ülkedeki Ermenilerin başından büyük facialar, büyük kazalar, büyük hâdiseler gelip geçti. Sadece Ermenilerin değil, Müslümanların da başından çok felâketler geçti. Türkiye Müslümanlarının başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmemiştir.
1915’te Ermenilerin başlarına gelenlerde
büyük rolü olduğu iddia edilmektedir.
henüz yayınlanmamış mektuplarında bu konuda keskin bilgiler bulunuyormuş.
sadece Müslümanların zararına olmamış, gayr-i müslim tebaaya da büyük zarar vermiştir. Gülhane Hatt-ı Hümâyunu okunup Tanzimat ilân edildiğinde, Osmanlı mülkünde yaşayan milletlerin ikincisi olan
idare merkezi olan
bundan çok tedirgin olduğu iddia edilir.
Osmanlı idaresi bir islâmî sistemdi. İslâm düşmanları, ona
derler. Lâik düzende Hıristiyan cemaatlerin eskisinden daha hür, daha rahat, daha huzurlu bir şekilde yaşayacakları tahmin edilirdi. Tahminler doğru çıkmadı. Benim çocukluğumda ve gençliğimde (1940 ile 1952 yıllarında Galatasaray mektebinde okudum) İstanbul’da çok canlı bir Ortodoks Rum cemaati yaşıyordu. Nüfusları 100 binin üzerindeydi. Hatırlarım, üç günlük gazeteleri vardı: Embros, To Vima, Apoyevmatini… Taksim’den Tünel’e kadar caddenin iki tarafında büyük Rum ticarethaneleri bulunurdu. Yine hiç unutmuyorum, 1940’da yatılı okul için bazı malzemeleri Tünel civarındaki Zaharyadis mağazasından satın almıştık.
Şu anda İstanbul’da bir-iki bin Rum kaldı, nüfusları o kadar azaldı ki, Lozan andlaşmasının koruması altındaki kiliselerini açıp, temizleyip, bekleyecek sayıda yeterli elemanları yok.
Olup bitenlerden Türkleri ve Müslümanları sorumlu tutmuyorum. Bir Türk, bir Müslüman toleranslıdır, başka dinden, başka kimlikli vatandaşlara hoşgörü ile bakar, onları üzmez, onları korur.
Bitişiğimizdeki apartımanda bir Rum komşumuz vardı. Gidip gelmezdik ama rahmetli annem, o Rum ailesinin hanımı ile bahçeden konuşurdu. Son derece tatlı, dostane, gönül alıcı konuşmalar yaparlardı. Eski hasletlerimizi kaybettik, etmeye de devam ediyoruz.
Bir kısım gayr-i müslim azınlıkların hatâları olmadı mı? Oldu tabiî… Rum avukatlarından
1940’larda yayınladığı
adlı kitabında, Osmanlı devleti zamanında geçmiş bir vak’a anlatır. Şimdi tam hatırlamıyorum, Kütahya mı, Afyon mu, bu iki şehirden birinde bir Hıristiyan tacirin işlerine bakıyormuş. Bir gün ticarethanenin yazıhane kısmında otururken, bir Türk genci gelmiş,
demiş. Oturtmuşlar, başın sağ olsun demişler, defterlere bakmışlar, böyle bir alacağın kaydına rastlayamamışlar.
demişler. Genç alın diye ısrar etmiş. Onlar alamayız diye ısrar etmişler, sonunda genç
diye ağlamaya başlamış. Ötekiler yine yumuşamamış. Sonunda şöyle bir çözüm bulmuşlar.
“Yeni bir hastahane yapılıyor, parayı alın oraya hayır olarak verin”
Osmanlı’nın iyi Müslümanı da böyleydi, iyi Hıristiyanı da böyle…
Komşunun evinin bir tarafından dumanlar çıkıyor. Onlar öbür tarafta oturuyor, haberleri yok. Gördüğün için, senin vazifen nedir? Doğrudan doğruya mı olur, telefonla mı, hemen haber vermek,
demek. Müslümanlar, gereken bütün hususlarda birbirlerini uyarmakla vazifelidir. Bu uyarmanın doğrudan doğruya yapılması uygun olmaz, anonim bir şekilde yapılmalıdır. Gazetelerle, dergilerle, broşürlerle, kitapçıklarla, sirküler şeklindeki mektuplarla birbirimizi uyarmalıyız.
Birkaç örnek vereyim:
(1) Müslüman bir aile… İnançları var. Ramazan’da oruç tutuyorlar. Lakin namaz kılmıyorlar. Bunlara doğrudan doğruya gidip “Namaz kılın” deseniz ters tepki yapacak, belki de “Sana ne…” diyecekler. Ne yapmak lazım? Hiç ters tepki uyandırmayacak, çok güzel bir üslupla kaleme alınmış, en uygun bir şekilde namaza dâvet eden bir broşür (kimin gönderdiği belli olmadan) bu aileye gönderilecek. İnşaallah okurlar ve ibret alıp namaza başlarlar. Biz bu Müslüman aileye böyle bir hizmet götürmezsek sorumlu oluruz, vazifemizi yapmamış oluruz.
(2) Yine imanlı Müslüman bir aile, fakat son derece israflı, lüks, sorumsuz, hoppa bir hayat sürüyorlar. Bunlara da dinimizin israfı, lüksü, gösterişi, aşırı tüketimi yasak ve haram kıldığını anlatan bir broşür gönderilmelidir.
(3) Bütün Müslümanlara “tashih-i itikadın” önemini en güzel ve ikna edici şekilde anlatan küçük bir broşür takdim edilmelidir.
(4) Adam beş vakit namaz kılan, hacca gitmiş, sofu bir kimse. Fakat büyük bir kusuru var: Cemaat ve tarikat taassubuna (fanatizmine) kapılmış. Peygambere saldırılınca hiç tepki göstermiyor, kendi şeyhine saldırılınca küplere biniyor, havalara çıkıyor. Bu kardeşimiz de uyarılmalıdır.
Hepimizin uyarıya, nasihate ihtiyacı vardır. Yeter ki, bu uyarı ve nasihatler erbabı tarafından, ehil ve icazetli kişiler tarafından yapılsın.
Bazı uyarılar ve nasihatler ters tepki yapıyor, kaş yapayım derken göz çıkartır. Bunlardan kesinlikle kaçınmak gerekir.
Tek minareli küçük bir cami. Bunun şerefesine tam on adet hoparlör koymuşlar. Üstelik cihazları sonuna kadar açmışlar. Ezan okunurken yer yerinden oynuyor. Diyanet’in, mahallî müftülüğün, cami imamının uyarılması gerekmez mi? Biz bu gibi uyarıları yapıyor muyuz?
Uyarıdan geçtim, “dinimiz yüksektir, o halde hoparlörün sesi de çok ama çok yüksek olmalıdır” diyenler de var. O da ayrı bir fâcia…
Son bir iki yıl içinde beş vakit namaz konusunda çok hayırlı bir kampanya başlatıldı. Ne güzel… Bu konuda ihlâsla hizmet edenleri tebrik ediyorum. Başka konularda da böyle seferberlikler başlatılmalıdır.
Dikkat edilecek çok önemli bir husus şudur: Böyle hayırlı işler şu veya bu tarikata, cemaate, hizbe, fırkaya âlet edilmemelidir. Bir de niyetler hâlis (katışıksız) olmalıdır. “Müslümanlar namaza başlasın, biz de bu esnada biraz para kazanalım…” Böyle bir niyet elbette ki, bozuktur.
Sorumlu Müslümanların temel vazifelerinden biri de iyiliği, mârufu emr etmek, kötülüğü, münkeri de yasaklamak ve engellemektir. Bu vazifeyi, farzı terk eden bir Müslüman toplum dejenere olur ve sonunda batar. 23 Ocak 2007