Cuma

 

Bartholomaeus Georgieviç (1505-1566), Mohaç savaşında 16 yaşlarında iken Osmanlılara esir düşmüş, Türklerin arasında yıllarca esir olarak yaşamış bir Macar veya Sırplıdır. Daha sonra kaçmayı başarmış ve 1544 yılında Hollanda’nın Antwerpen şehrinde Türklerle ilgili üç kitap bastırmıştır. Onun “De Turcarum Ritu et Caeremoniis” adlı kitabında Osmanlı ordusunun disiplini ve adaleti şöyle anlatılıyor:

“Savaşta iken çok sıkı disiplin kuralları vardır. Öyle ki, hiçbir asker bir şey çalmaya cesaret edemez. Aksi takdirde o kişi acımasızca cezaya çarptırılır. Aralarında bekçiler bulunur.

Yolculuk boyunca askerlerin ihtiyaç duyacakları yiyecekler sekiz on yaşlarındaki erkek çocuklar tarafından, onlara satılmak üzere taşınır: Ekmek, yumurta, meyve, yulaf ve saire…

Bekçiler, yol üzerinde bulunan bütün bağ ve bahçeleri korumakla da yükümlüdür. Sahibinin izni olmadan, bekçiler dahi tek bir elma veya herhangi bir meyva almaya cesaret edemez. Çünkü bunun cezası ölümdür. Bir keresinde Türk ordusunun İranlılara karşı açtığı savaşta bulunduğum sırada, bir sipahinin ve onun uşağının ve atının boyunlarının vurulduğunu gördüm. Sebebi şuydu: Askerin atı başıboş bir şekilde bir tarlaya girmişti.”

(Mohaç Esiri, Kültür Bakanlığı yayınları, no. 2051, s. 60.)

Evet Osmanlı ordusu öyle bir orduydu ki, atını ekili bir tarlada otlatan, bir bahçeden bir tek elma kopartan bir asker derhal idam ediliyordu. Çünkü bunlar adalete, hukuka, ahlâka, fazilete aykırı kötülüklerdi.

Amerikalı yazar Harold Lamb’ın Kanunî Sultan Süleyman ile ilgili kitabında okumuştum. Padişah, Avusturya taraflarına yaptığı bir seferde Ruznâme defterine bir gün şu cümleyi yazdırmış, “Bugün, mezru (ekili) arazide atını otlatan bir sipahinin boynunu vurdurttum.”

Günümüzde birtakım köşeyazarları, işporta düşünürleri, ecdadına söğmeyi mârifet sanan hafif akıllılar Osmanlının aleyhinde uluorta konuşup duruyor. Osmanlı elbette sonunda bozulmuş, eski gücünü ve üstünlüğünü kaybetmiştir. Lakin yükseliş devirlerinde Osmanlı adaletin, hukukun, din ve vicdan hürriyetinin, refahın, güven ve huzurun timsali olmuş bir sistem kurmuştur.

Günümüzde Sırp ordusuna bakınız. Bırakın bir bahçeden elma kopartmak veya ekili arazide atını otlatmak, onlar sivil halkı yüz binlerce kırmış, milletleri vatanlarından sürmüş, kadınların ırzına geçmiş, çocukları öldürmüşlerdir.

Osmanlı ordularında bazan 150 bin muharip asker bulunuyordu. Onbinlerce at, deve, öküz yükleri, topları taşıyordu. Muharip olmayan hizmetkârlar da bulunuyordu. Çadırlar, toplar, erzak… Ve bu koskoca ordu, yolu üzerinde ekili bir tarlayı çiğnemeden, bir bahçeden bir tek elma kopartmadan binlerce kilometre yol alıyordu.

Askerliğin, savaşların da kanunları, kuralları, ahlâk sınırları vardır. Osmanlı ordusuna yağmacı diyenler iftira ediyor. Savaş kazanıldıktan sonra ganimet toplama hakkı vardı. Sonra bu ganimetin beşte biri devlete, beytülmale verilir, gerisi gazinin olurdu.

Resulullah efendimiz “Ocakta pişen ve içinde yağmacılıkla elde edilmiş malzeme bulunan tencereyi deviriniz” buyurmuşlardır.

Evet Müslüman yağmacılık yapmaz, ırza geçmez, düşman da olsa işkence etmez.

Zelzele ve Devlet

Zelzelede kaç vatandaş hayatını kaybetti. Bu rakam bile belli değil. Resmî ağızlar sayıyı az gösteriyor. Henüz enkazın altında yirmi bin ceset varmış çıkartılmamış. Daha önce de, bazı vatandaşlar yakınlarının ölülerini kendileri gömmüşler. O hengâmede devlet yok ki, gidip haber versinler, deftere yazdırsınlar. Korkarım ki, bu depremde elli bin canımız gitti. Devlet ve belediyeler tedbir almış olsalardı, bizde de Japonya’da olduğu gibi hazırlıklı olunsaydı böyle mi olurdu? Belki beş bin kayıpla, belki daha azıyla geçiştirirdik bu felaketi.

Adam ta Kanada’dan haber verdi, feryat etti, “Türkiye’de zelzele olacak” diye. Bizim resmî’lerimiz aldırmadılar, hattâ “Bunlar boş rivayetlerdir, vatandaşımız tedirgin olmasın, her şey yolundadır” diye beyanlarda bulundular.

Zelzelenin olacağını anlayan, keşfeden bir vatandaşımız hükümete, ilgili mercilere kocaman bir rapor göndermiş, tarihini de bir gün yanılarak yazmış. Bizim ilgili, bilgili, sorumlu, resmî kişilerimiz raporu, uyarıyı bir kenara atmışlar. “Bu adam cahilin biri, meczub mu nedir?” demişler. Câhil, âfeti haber veren mi, yoksa kendileri midir?

Son zelzele Türkiye’de birtakım tabuları yıktı. Halkın gözü açıldı. Ülkenin ne kadar sahipsiz, başıboş kalmış olduğunu anladı. Devlet… Zelzelede neredeydi o? Ülkenin en büyükleri bile, zelzeleden sonra telefonla haber alamadılar.

Yarın başka âfetler, felâketler olsa ne yapacağız? Devlet ülkeyi, halkı, kendini nasıl koruyacak?

Bazıları “Bir zelzeleyle bir şey olmaz. Halkımız sâkin olsun. Herkes işine baksın…” gibi edebiyatlar yapıyor. Ama artık bunlara kulak asan yok.

Zelzelede harap olan bölgelerin felaketzede halkı yaklaşan sonbaharı, kışı nasıl geçirecektir? Nasıl barınacaktır? Yağmur ve soğuktan nasıl korunacaktır? Yeme içme, tuvalet ihtiyacını nasıl giderecektir? Dükkanları, işyerleri yıkılanlar hayatlarını nasıl kazanacaktır? Devlet çare ve çözüm bulabilecek midir?

Dünyanın her yerinden yardım yağıyor. İçeride de toplanıyor. Bankalar, zelzele için toplanan paraların günlük reposunu alıyormuş. Eşya, yiyecek, giyim kuşam yardımı nasıl dağıtılıyor? Bunlar ihtiyaç sahiplerine hakca ve âdil bir şekilde dağıtılabilecek midir? Siz bu soruya nasıl cevap veriyorsunuz?

Hastahanelerde kolsuz, bacaksız, ağır yaralı binlerce vatandaş var. Bunların hali nedir, geleceği nasıl olacaktır? Perişan vaziyete düşen yetimlerin, dulların, yakınları ölen ihtiyarların imdadına devlet ve toplum yetişebilecek midir?

Tam fay hattının üzerine elli altmış daireli bloklar yapılmasına izin veren devlet ve belediyelerin sorumluları ceza görecek midir? Yıkılan her binanın yapılması ve içinde oturulması için koca koca TC’li mühürleri havi resmî izinler, ruhsatlar verilmişti. Bunları verenlerden hesap sorulabilecek midir?

Türkiye halkı karamsar, endişeli, tedirgin. Zelzele bir şey değil, asıl felaket devletle ilgili. Devlet nerede?

Devlet sadece bir laf değil, bir heyula değildir. Devlet adalet demektir. Devlet güvenlik içinde yaşamak demektir. Devlet, bir felaket olduğu zaman yardım gelmesi, ilgilenilmesi demektir. Devletsiz yaşanır mı? 04 Eylül 1999