Ahmed Cevdet Paşa büyük bir devlet adamımız, büyük bir fıkıhçı ve hukukçumuzdur. Aynı zamanda büyük bir tarihçidir. Şairliği, edibliği de vardır. Samimî bir dindardır. Devletimize, dinimize hayli hizmeti geçmiştir. Onu rahmetle anmak boynumuzun borcudur.

Cevdet Paşa’nın “Tezâkir” (21-39, Yayınlayan: Prof. Cavid Baysun, Tarih Kurumu Yayınları, Ankara) adlı eserinde, Bosna’da önemli bir resmî vazife ile bulunduğu sırada, oradaki ticarî hayatın intizamı ve dürüstlüğü hakkındaki satırları dikkat bakışlarınıza sunmak istiyorum:

“…anlaşıldı ki, gerek İstanbul ve gerekse Avrupa mallarını ve eşyasını getirenler ancak Saray-Bosna tacirleri olup, oraya bağlı diğer şehirlerin tüccarı Saray-Bosna’ya gelerek onların mağazalarından mal alarak memleketlerine götürüp satıyorlar. Şöyle ki: Taşra tacirlerinden biri Saray’a gelip ve oradaki tanıdık tacirlerden birinin mağazasına gidip kendisine lazım olan malları bildiriyor ve mağazanın yazıcısı dahi onu liste şeklinde yazıyor, her cins malın hizasına miktarını ve fiyatının ne tuttuğunu kaydediyor ve bunun aynısının bir kopyasını ayrı bir pusula şeklinde tanzim ediyor. Bu sırada satın alınan eşya denkler halinde bağlanıyor ve eşya ile birlikte pusula dahi müşteriye veriliyor. O da bu malları alıp memleketine götürüyor ve orada yine böyle güvenli bir şekilde satıyor ve ara sıra Saray tüccarı tarafından gönderilen tahsildarlara taksit taksit para verip, onlardan birer makbuz alıyor. Velhasıl civardaki liva ve ilçelerin tacirleri Saray-Bosna’dan üçer beşer yüz bin kuruşluk mal alıp pusulasıyla beraber memleketlerine götürüyorlar. Kendileri bir senet falan vermediği gibi şahit de tutulmuyor. Bu durumda onlar borçlarını inkâr etseler elde isbat edecek bir şey yok. Ticaret mahkemeleri yazılı senet üzerine muamele yapar, Şer’iyye (Şeriat) mahkemeleri ise şahid ister. Bosna’da ticaret davalarını görecek bir mahkeme yok. Bu yüzden yerli tacirlerin ticaret mahkemelerine gitmelerine bir yol bulunamayacağı anlaşılıyor. Böyle büyük bir eyaletin ticarî muameleleri senetsiz ve şahitsiz nasıl dönüyor? Burasını merak ettim. Saray-Bosna tacirlerinden Merhemik Mehmed Ağa namında bir zat vardı. Onu çağırttım ve civar şehirlere vermiş olduğu mallardan dolayı “Ne kadar alacağın vardır?” diye sordum. On bin keseden fazla olduğunu söyledi. “Elde senet veya şahit var mı?” dedim. “Hayır böyle bir âdet yoktur” cevabını verdi. “Peki müşterilerden bazısı borcunu inkâr edecek olursa ne yaparsın?” dediğimde şaştı ve gülerek: “Bu kadar malı denkler ile mağazadan kaldırıp pusulasıyla birlikte götürdü, nasıl inkâr edebilir?” diye cevap verdi. “Ya bunlardan biri vefat ederse paranız batmaz mı?” dedim. “Vefat ederse bizim pusulamız terekesinde çıkar, vârisleri onu öder” dedi. Gerçekten civar şehirlerde Saray-Bosna tacirleriyle alışverişi olanlardan biri vefat etse, terekesinde zuhur eden pusula ve makbuzlar Saray’a gönderilip, ölmüş olanın borcu kapatılır ve yetim çocuk kalmışsa Saray tacirlerinin alacağı kapatılmadıkça hakim terekeyi yazdırmaz imiş. Bunca yıllardan beri Saray tüccarlarından bir kimsenin alacağı inkâr olunmadığı araştırma neticesinde anlaşıldı.” (S. 27-28)

Ahmet Cevdet Paşa bu bilgiyi verdikten sora, Osmanlı ülkesinin bir bölgesi olan Bosna-Hersek’teki faiz meselesini soruyor ve bu konuda da şu bilgileri veriyor:

“…Ehl-i İslâm’dan Bosna’da kesesi kaç kuruşa faizle borç para verildiği soruldukta: “Hâşâ biz faiz almayız. Böyle haram para yemeyiz” demişler ve Hıristiyanlara soruldukta “Faiz almak Yahudilere mahustur. O da yakın zamanlarda çıkan bir şeydir. Biz Müslümanlar ve Hıristiyanlar birbirimize ödünç akçe veririz, faiz almayız, senet alıp vermek de âdetimiz değildir. Şimdilerde borç için tahvil almak âdeti dahi zuhur etti” diye cevap vermişlerdi.” (S. 28)

Ahmet Cevdet Paşa’nın anlattığı durum 19’uncu asırda Sultan Abdülaziz devrindedir. İmparatorluk zaafa uğramıştır ama halk arasında dürüstlük, doğruluk, güven hüküm sürmektedir. En azından Bosna-Hersek ve diğer bazı yerlerde.

Taşradaki tacirler merkezdeki büyük tacirlere gidiyor, senetsiz sepetsiz, şahitsiz bir yığın mal alıyor, bunları götürüyor ve daha sonra peyderpey borçlarını ödüyor. Ödenmemiş hiçbir alacak kalmıyor. Bir tacir ölürse mirasçıları onun borcunu hemen ödüyorlar. Gerek Müslümanlar, gerekse Hıristiyanlar borç alıp verme işlemlerinde faiz alıp vermiyorlar.

Bir de bugünkü duruma bakalım:

Senetler, çekler, bonolar veriliyor, veriliyor ama bunların büyük kısmı ödenmiyor. Ticarî hayatta karşılıklı güven kalmamış. Bir kısım tacirler ve işadamları birbirinin kurdu haline gelmiş. Her yıl milyonlarca çek karşılıksız çıkıyor, milyonlarca bono ödenmiyor. Mahkemeler dâvâ dosyası ile dolu. İflâs edenin, işi bozulanın, yıkılanın haddi hesabı yok. Dolandırıcılık, yalan, müşteriyi aldatma, alacaklının haklarını inkâr etme gibi kötülükler ve ahlâksızlıklar yaygın halde.

Tâcir müsveddesi, işadamı karikatürü herif piyasadan veresiye büyük miktarda mal alıyor. Bunları paraya çeviriyor ve bu para ile ev, yazlık, otomobil, lüks eşya alıyor, metres tutuyor, hovardalık yapıyor, içki ve sefahat âlemleri tertipliyor. Borçlarının vadesi gelince de “Ne yapalım kriz var, ödeyemiyorum…” diyor.

Ticaret, iktisat, iş hayatı güvensiz yürümez. Ahlâk fesada uğrayınca iktisat da çöker, ticaret de çöker.

Müslümanlar Hazret-i Ömer edebiyatı yapıyor, Türkçüler “Ey Türk, ulu Türk…” diyor, çağdaşlar uygarlık masalları ve mavalları okuyor. Lâkin dürüstlük yok. Eskiden bu memlekette bir fütüvvet ahlâkı vardı. Ticaret, iktisat, zenaat, iş hayatı ve fütüvvet (yiğitlik) ahlâkı ile ayakta duruyordu. İslâm hukuku “Borç ödenir” diyor. Borcunu ödemek dinî bir farzdır.
Borçlu gerçekten sıkıntıya düşmüşse ona mühlet vermek, alacağı taksit taksit almak vâcibtir. Şimdi kuru hukuk var ve kimse onu takmıyor. Eskiden binde bir mahkemeye müracaat ediliyor ve kadı bir celsede senede bakıyor, şahitleri dinliyor ve hükmünü veriyordu. Şimdi yurt çapında yekûnu milyonları bulan dâvâ dosyaları yıllar boyunca mahkemelerde sürünüp duruyor.

(Tezâkir’den aldığım parçaları sadeleştirmek zorunda kaldım. Zengin Türkçe bilenler bu kitabı alıp zevk ve ibretle mütalaa edebilir.) 01 Ağustos 2002