Osmanlı’nın Üstünlüğü
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 04 Şubat 2019
Pazartesi
Osmanlı devletinin Roma İmparatorluğu’ndan üstün tarafları vardır. Bunların birincisi Osmanlı devletinin Tevhid inancına, dinî mübin-i İslâm’a, Şeriat-ı Ahmediye’ye bağlı bulunması, onlara hizmet etmesi, üç kıtada i’lâ-yı Kelimetullah yapmış olmasıdır.
Roma’da ise, Hıristiyanlığın tanınmasına kadar putperestlik hâkimdi. Bir sürü tanrılar vardı, bunların adına tapınaklar yapılmıştı. Bazı Roma imparatorları putlaştırılmış olup kendilerine resmen tapınılıyordu.
Roma devletinin Hıristiyanlara yaptığı zulümler insanlık tarihinin kara ve kanlı sayfalarını teşkil eder.
Osmanlı ise, bir “MilletlerBirliği” sistemi kurmuştu. Birinci millet İslâm milletiydi, ikinci millet Rum-Ortodoks milleti, sonra Gregoryen Ermeni milleti, Yahudi milleti ve diğer Milletler.
Avrupalılar inançları yüzünden Yahudileri kovarken, inanç ve görüşleri yüzünden “sapıkları” diri diri yakarken, Osmanlı ülkesindeki milletler kimliklerini, kültürlerini, lisanlarını, örflerini adetlerini, geleneklerini, tek kelimeyle varlıklarını korumuşlardır.
Birtakım zevzeklerin, “ama Osmanlı bugünkü temel insan haklarına riayet etmemiştir…” şeklindeki tenkid ve itirazları gülünçtür. Tarihî ve sosyal hadiseler cereyan ettikleri zamanın, çağın konteksti içinde mütalaa edilip değerlendirilebilir. Osmanlı devleti bir din devleti idi, bir İslâm devleti idi, İslâmî bir uygulama idi; elbette bugünkü insan haklarının hepsini uygulamamıştır, zaten “Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi”ndeki hükümlerin ve ilkelerin hepsi İslâm’a uymaz. Bugünkü insan hakları bir Müslümanın din değiştirmesini temel bir hak olarak kabul eder; İslâm ise dinî-kutsal bir mukavele olan ümmet mensubiyetinden çıkmaya izin vermez. Nitekim zamanımızda İran İslâm Cumhuriyeti insan hakları ile ilgili metinlerdeki bazı hüküm ve ilkeleri kabul etmemektedir.
1492’de Yahudiler İspanya’dan kovuluyor; canları, malları ayaklar altına alınıyor, nicesi telef oluyor, bir sürü zulüm, haksızlık, facia… Osmanlı İslâm devleti onları ülkesine kabul ediyor, bütün dinî ve kültürel hürriyetlerini garanti altına alıyor. Bundan daha büyük tolerans, medeniyet, insan haklarını tanıma olur mu?
Tanzimat Fermanı ilan edilince, Fener’deki Ortodoks Patrikhanesi bu yenilikten ve gelişmeden hiç memnun olmamış. “Biz Osmanlı devleti bünyesinde İslâm milletinden sonra ikinci Milletiz, bu fermanla bu önceliğimiz elimizden gidiyor ve Yahudilerle aynı seviyeye indirilmiş oluyoruz…” demiş. Korku ve endişeleri de haklı imiş, çünkü o tarihlerde Osmanlı mülkünde milyonlarca Rum yaşamakta idi. Sonra tarihî ârızalar, kazalar, felaketler, yanlışlıklar sonunda bu coğrafyada Rumluk kalmadı.
Osmanlı devleti hakkında değer hükmü verirken, devletin kuruluş ve yükseliş zamanına bakmak gerekir. 1600’lerden itibaren Osmanlıya tedricen zaaf gelmiş, birtakım bozukluklar görülmüştür. Tarihî bir şahsiyeti, büyük bir fikir ve aksiyon adamını değerlendirirken onun zindelik, parlaklık, başarı çağına bakılır. Meşhur bir pehlivanı gençliğindeki gücü ile değerlendirebiliriz, yaşlandığı, bunadığı, illetli olduğu zamanlarla değerlendirmeyiz. Osmanlı devleti hakkında bazıları, onun gerileyiş, çöküş zamanlarına atıfta bulunarak fikir yürütüyor, hüküm veriyor. Yanlıştır, insafsızlıktır…
Tarih boyunca birtakım İmparatorluklar kurulmuştur, bunların ikisi birer (pax), cihan devletidir. Roma ve Osmanlı. İspanyolların, Portekizlilerin, ingilizlerin kurduğu imparatorluklar sömürge imparatorluklarıdır. Roma ve Osmanlı ile mukayese edilemezler.
Türkiye kasıtlı ve planlı olarak şifahî ve bedevi bir toplum haline getirildiği için Osmanlı sistemi hakkında halkımızı ve insanlığı bilgilendirecek büyük, ciddi, kaliteli tarih kitapları, araştırmalar yayınlanamıyor; bu çok büyük bir eksikliktir,
Hicrî 1306’da Medine-i Münevvere’de vefat etmiş olan Mekke-i Mükerreme Şâfiî Reis’ül uleması Ahmed Zeynî Dahlan Hazretleri Fütühat-ı İslâmiyye Tarihi adlı eserinde Osmanlı devletini anlatmaya şu cümle ile başlıyor: “Hulefâ-i Raşidin devrinden sonra Kitap ve Sünnete uygun olan devlet Osmanlı devletidir.”
Zamanımızda bazı ciddiyetsiz kimseler, dindar geçindikleri halde Osmanlının aleyhinde konuşuyor, hezeyanlar savuruyorlar. Böylelerini ciddiyete davet etmek gerekir.
Teori başka şeydir, uygulama başka şey… İslâm tarihinde İslâm’ın teorisine yani nazariyata en uygun, yüzde yüz erişmiş uygulama Hazret-i Peygamberin Asr-ı Saadeti’dir. Ondan sonra Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer radiyallahu anhümün hilafetleridir. Hazret-i Osman Zinnureyn ve Ali İbn Ebi Talip Efendilerimiz (Allah her ikisinden de razı olsun) zamanlarında fitneler zuhur etmiştir.
On dört asırlık İslâm tarihinde bir hayli İslâmî uygulama görülmüştür.
Endülüs devleti, Mısır’da Fatımî devleti. Bağdat’ta Abbasî hilafeti, Selçuklu devleti, Selahaddin Eyyubî devleti, Hindistan’daki İslâm devleti, Orta Asya İslâm devletleri, Timur devleti ve diğerleri. Hulefa-i Raşidinden sonra en başarılı İslâmî uygulama Osmanlı devletidir. Müslüman tarihçilerin, büyük fikir adamlarının, ehliyetli ve liyakatli kafa ve kalemlerin bu önemli barış, model ve örneğini halkımıza, gençliğimize, insanlığa anlatan çok ciddi, çok kaliteli eserler vermeleri gerekmektedir.
İlhamlarını Cemaleddin Afganî gibi farmason ve takiyyeci bir aktivistten alan bazı Yenilikçi ve Reformcuların Osmanlıyı kötülemelerine taaccüb etmemek mümkün değildir? Afganî İranlı olduğu halde kendisini Afgan göstermiş, Şiî olduğu halde Sünnî postuna bürünmüştür. Buna hakkı var mıydı? Müslümanları aldatmak, kandırmak doğru bir şey midir? Niçin farmason locasına kaydolmuştur? Afganî’nin, onun tilmizi Muhammed Abduh’un, onun çömezi Reşid Rıza’nın hayranları bu sorulara cevap verebilirler mi?
İslâm düşmanları Türkiyeli Müslümanların mazîsiz, istikbâlsiz, hâfızasız, kimliksiz, şahsiyetsiz, kültürsüz, tepkisiz yabancılaşmış bir toplum olmasını uygun görüyorlar. Böyle bir toplumun yaşama, ayakta durma şansı yoktur. Bizim çok büyük bir tarihimiz ve mazimiz vardır. Ancak buna sahip çıkarak geleceğimizi garanti altına alabiliriz. Yeni yetme, türeme, yakın tarihte çıkmış nice ülke bile, kendisine bir tarih uydurmak ve düzmek için çalışırken bizim tarihimize sahip çıkmamamız affedilemeyecek bir gaflet ve hattâ hıyanet değil midir? 16 Aralık 2003