Pazar

 

Santiago de salacco

şehri beş milyon nüfuslu bir Latin beldesi. Dağlar arasında sıkışmış, zaten nefes alacak hali yok, kaldırabileceğinden fazla da motorlu araç trafiğine sahip. Yollar, kavşaklar, köprüler, viyadükler yetişmiyor. Salacco halkı oto meftunu bir toplum. Her sabah beş yüz bin otomobil evlerden işyerlerine yola çıkıyor, akşamleyin de dönüş yolculuğu… Her arabada bir kişi var. Onlar toplu taşımadan nefret ediyorlar. Nihayet araç sayısı kırmızı çizgiyi aşıyor ve şehirde insanları deli edecek, çıldırtacak bir sıkıntı başlıyor. Adam bürosundan akşam altıda çıkıyor, evine üç dört saat sonra varabiliyor. Yahu tramvaya, metroya, otobüse bin de git denildiğinde; “ölsem de ben öyle adi vasıtalara binemem, ille de otomobille gidip geleceğim” diyor.

Nihayet bir gün aniden trafik yanardağı patlıyor. On binlerce kızgın vatandaş genel valinin sarayına yürüyor. Camları, çerçeveleri, kapıları parçalıyor. Valiyi tartaklıyor, üstünü başını yırtıyor. Yine öfkeli yığınlar belediye başkanlığına gidiyor, camlar, çerçeveler indiriliyor, belediye başkanı tartaklanıyor.

Bunun üzerine sıkıyönetim ilan ediliyor, fakat halkın öfkesi bastırılamıyor. Komisyonlar kuruluyor, çareler çözümler aranıyor ama bulunamıyor. Çok şükür İstanbul Santiago de Salacco şehrine benzemiyor. Otomobil sayısı çılgınca artıyor ama bizim halkımız çok olgun, fazla bir ses çıkartmıyor.

İstanbul trafiğini çözmek için çareler düşünülüyormuş. Düşünüp dursunlar… Bence İstanbul’un trafik derdini halletmenin çaresi şudur: En kısa zamanda şehre bir milyon yeni araba daha sokarsınız…

Eski başbakanlardan birisi halka iki anahtar vaadinde bulunmuştu. Herkese bir ev anahtarı, bir de otomobil anahtarı verilecekti. Şu anda öyle aileler var ki, bir değil birkaç otomobil anahtarına sahip. Beyin otomobili ayrı, hanımın ayrı, üniversiteye giden oğlun ayrı… Anahtarlar mübarek olsun ama bu yollar bu trafiği kaldırmaz.

Taşradan göç etmiş aileler görüyorum, İstanbul’da zengin olmuşlar, Allah versin… Lakin zenginlikle beraber bunların bazısına gurur ve kibir gelmiş. Biz tramvaya, otobüse, trene, vapura binecek adamlar ve karılar değiliz diyorlar. İlle de sabah akşam işimize, evimize otomobille gitmeliyiz. Bu gurur ve kibir kırılmadıkça İstanbul’un trafik derdi halledilmez.

İstanbul yolları yolcu taşımıyor, otomobil taşıyor. Mütevazı, ucuz, eski arabaların sayısı hayli azaldı, yollar lüks, pahalı, gösterişli, ihtişamlı, pırıl pırıl yeni otomobillerle doldu. Kimisi elli bin lira, kimisi yüz bin kimisi yüz elli bin lira… İstanbulluların otomobile, yakıta, yedek parçaya verdikleri para yekûn olarak yüz milyarlarca dolar. Bu paraların bir kısmı sermaye olarak sanayide, ticarette, üretimde, kullanılmış olunsaydı, Türkiye çok kalkınır, çok zengin olurdu.

Osmanlı Devleti zamanında İstanbul’da herkes ata, katıra, merkebe binemezmiş. Devlet o zaman yolların tıkanmaması için tedbirlerini almış. Şimdi hürriyet var, otomobil kullanmayı kısıtlayamazsınız.

Trafiği rahatlatmak için düşünülen tedbirlerden biri şu: Sonu çift rakamla biten plakalı arabalar bir gün trafiğe çıkacaklar, ertesi gün çıkamayacaklar, tek rakamlı plakalılar çıkacak. Bizde bu da geçmez. Herif iki otomobil alır, biri tek rakamlı, biri çift rakamlı.

Hindistan’da üç tekerlekli araçlar (küçük otomobiller) varmış. Fazla yer kaplamıyorlarmış, park etmek de kolay oluyormuş. Böyle ucuz vasıtalar bizde de üretilse veya ithal edilse kimse almaz. Koca koca develer, küheylan atlar varken çelimsiz bir merkebe kim biner.

Türkiye bir “oto-toplum” haline geldi. Eskiden halkımızın gözünde en büyük değer din, iman, ahlâk, fazilet, iffet, namusmuş. Şimdi bunlar ikinci plana düştü, onların yerine süslü ve pahalı meskenler, lüks ve gösterişli otomobiller, lüks mobilyalar, israflı ve sefihâne bir hayat aldı. Otomobil bir araçtır. Bir yerden bir yere gitmek için… Bir ihtiyaçtır, ihtiyacı olan için… Bizde bir fetiş olmuştur.

Cep telefonu da öyle… Milli Eğitim Bakanlığı’nda komisyon kurulmuş. Okullarda öğrencilerin cep telefonuyla konuşmaları meselesi nasıl halledilecek? Camilerdeki durumu, bir Müslüman olarak ben biliyorum. İmamlar iftitah (namaza başlama) tekbiri almadan önce arkalarına dönerek cemaate şöyle sesleniyor; “Sayın cemaat, cep telefonlarımızı kapatalım ve huzurlu bir ibadet yapalım…” Bu ihtara rağmen namazın ortasında birinin aleti zır zır zır diye çalmaya başlıyor. Be adam! Bari hemen namazı boz, telefonu kapat, tekrar namaza dur. Önceki rekâtları da imam selam verdikten sonra sen kılarsın. Bunu da yapmıyor. Cemaatte kaç kişi varsa onların rahatsız olmasına aldırmıyor. Öyle ya, “Kutsal Telefon” kapatılır mı?

Bir camide Cuma namazı kılıyorum, yanımdaki Müslüman, hutbe okunurken cep telefonunu çıkartmış mesajları okuyor… Arka saftaki birisi kısık sesle telefonla konuşuyor, “Sen müşteriyi beklet, ben namazdayım, biter bitmez geleceğim” diyor. Rezalet!..

Evimdeki telli telefonuma birşeyler olmuştu, her gün birkaç saat kendi kendine kesiliyor, hiçbir ses vermiyordu. Nihayet başa çıkamadım, o numarayı iptal ettirmek zorunda kaldım. Yerine ucuz bir cep telefonu aldım fakat mereti hiç sevemedim. Sokağa çıkarken yanıma almıyorum. Dönüşte bakıyorum ki, yirmi iki kişi aramış. Eve yorgun argın gelmişim, yemek yiyeceğim yahut çay içeceğim, istirahat edip kafamı dinleyeceğim. Yirmi iki kişiyi teker teker arasam buna imkânım ve zamanım yetişmez. Mecburen cevapsız kalıyorlar. İşin garibi telefonumun numarasını da unuttum… Ben evdeyken çalarsa bakıyorum, o kadar…

1951 model antika (ama işe yarar) otomobilimin kaportası çürümüş, tâmiri için Yalova’ya göndermiştim. Kaportacılar çok para istemişler, orada duruyor. Onun yerine eski, fakat sağlam bir otomobil almak istiyorum. Vakit ve fırsat bulup araştırma da yapamıyorum. Şu anda otomobilsizim, eksikliğini de hissetmiyorum. Bazen tramvaya biniyorum, bazen otobüse, bazen de taksiye. Trafiğin sıkışık olduğu zamanlarda sokağa çıkmıyorum. İstanbul’u yüzde yüz terk etmesem de bir ayağımı taşraya koymak istiyorum. Şöyle gitmesi ve gelmesi ikişer saati geçmeyecek bir yerde bahçeli, mütevâzı bir ev kiralamayı düşünüyorum. Şile civarındaki bağ evim duruyor, bazen de oraya giderim. Medeniyetten, egzoz dumanından, neon ışıklarından, trafik çilesinden, betondan, bütün sun’î ve şeytanî şeylerden uzak, kıyıda köşede yaşamak ne güzel olur… 04 Aralık 2006