PazartesiYeni romanları okumakta çok zorlanıyorum. Onlar Türkçe yazılmış ama nasıl bir Türkçe ile? Edebî nesirlerde gizli bir musiki olması gerekir. Yeni kitaplarda genellikle bu yok. Ahenk yok, derinlik yok, edebî sanatlar yok, füsun yok.

Şişirme bir şöhretin bir romanını okumak istedim, birkaç sayfa sonra pes ettim. Edebî Türkçe’de âruza benzer çok gizli, çok saklı bir ölçü vardır. Öyle ki, musikîden çok iyi anlayabilen biri bir nesir parçasını notaya alabilir. Yeni kitaplarda bu da yok. Sade, özleştirilmiş, bakılınca dibi görünen, zavallı, fukara bir dildir yeni Türkçe. Nerede eski lisan, nerede yeni Türkçe. İkisinin arasındaki farkı eski şarkılarla yeni uyduruk şarkılara benzetebiliriz. Eski bir şarkının güftesi şöyle:

“Hâbıgâhı yâre girdim arz için ahvalimi / Bir perişan halini gördüm unuttum halimi…”

Yeni şarkıların bazısının güfteleri şu ayarda:

“Seni çok seviyorum ben / Niçin beni çok sevmiyorsun sen…”

Lisan arı, duru, sade, öz hale gelince zekâ, akıl, kültür derinliği de kalmadı. Bugünkü Türk yazarları, düşünürleri artık çok kısa cümleler kurabiliyor. Lisan sığlaşınca fikir de sığlaşıyor. Türkçe bilen yabancılar bu durumun farkında, bizler değiliz.

İki dil vardır: Biri konuşma, iletişim, günlük ihtiyaç dili. Diğeri yazılı-edebî, tefekkür, sanat dili.

Bizde ikincisi öldürüldü; şimdi yazılar, düşünce eserleri, edebiyat ve sanat kitapları birinci dille yazılıyor. Birbirine bağlanmamış kopuk kopuk, sanki şizofrenik bir kafanın telgraf cümleleri gibi insicamsız, ahenksiz, boyutsuz bir dil. Halk ve yarı aydınlar tesir altında kalıyor, hiçbir edebî kıymeti, sanat boyutu olmayan bazı romanlar yüzbinlerce basılıyor, satılıyor.

Bu devirde en kolay şey şiir yazmak. Ne kafiye, ne vezin, ne mânâ gerekiyor. Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı… Modern şiir. Hiçbir şey anlamadım… Tabiî anlamazsınız, çünkü modern şiir manasız sözdür.

Biz göçebe bir toplum muyuz? Göçebe toplumların büyük, derin bir edebiyatı olmaz. Göçebe toplumlarda masallar, halk şiirleri, basit hikâyeler olur. Büyük romanlar, büyük fikir eserleri, büyük edebî sanat âbideleri şehir-medeniyet toplumlarında meydana getirilir.

Türkiye gibi, insanlık tarihinin en büyük iki devletinden biri olan Osmanlı devletini kurmuş olan bir ülkede şu anda gerçek bir üniversite yoktur. Ben, kütüphanesinde bir milyondan fazla kitap bulunmayan ve öğrencileri derslerden sonra kütüphanelere koşup eser okumayan bir üniversiteye gerçek üniversite demem.

Türk edebiyatının en büyük şairleri kimlerdir? Fuzulî’dir, Baki’dir, Şeyh Galib’tir, Ziya Paşa’dır ve onlar ayarında kimselerdir. Bugün lise mezunlarımız, üniversite mezunlarımız onların kitaplarını, şiirlerini okuyup anlayabiliyorlar mı? Maalesef anlayamıyorlar.

Herif profesör geçiniyor, üniversitenin tarihî kapısının altından şimdiye kadar binlerce defa geçmiş ve kapının üzerindeki celî (büyük) yazıları okuyamıyor. Neymiş, eski yazıymış… Yahu yazının eskisi yenisi olur mu? Senin ecdadın bin yıl boyunca, eski dediğin ve okuyamadığın yazı ile yazmışlar, eser vermişler. Sen onu okuyup anlayamazsan sana okumuş adam, okur-yazar adam demek mümkün müdür? Aydınmış… Ağzımı bozdurmayın benim. Aydın değil, karanlıktır o kişi.

İktisadî kriz aşılırsa Türkiye düze çıkarmış, kurtulurmuş. Ne boş hayaldir, ne büyük kuruntudur bu.

Türkiye’nin krizi iktisadî değildir, sosyaldir. İktisadî kriz sebep değil, neticedir.

Bu ülkede ilk halledilmesi gereken mesele yazılı-edebî lisan meselesidir. Cesaretle konuşuyorum ve kesin olarak söylüyorum: Lisan konusunda yapılan hatâlardan dönülmesi gerekir.

Türkiye 1920’lerin güzel, zengin, derin Türkçesi’ne dönmelidir.

Lisan meselesi halledilmeden ne siyasî durum, ne de iktisadî durum düzelir.

En kısa zamanda iki

büyük Türkçe lügat kitabı hazırlanıp yayınlanmalıdır.

Biri, küçük yazılarla

1500 sayfalık en az seksen bin kelimelik Fransızların Petit Robert’i gibi bir lügat.

Bundaki bütün örnekler edebî ve tarihî eserlerden seçilmiş olmalıdır. İkincisi de en az on ciltlik, yüz bin kelimeden daha fazlasını ihtiva eden büyük bir Türkçe kamus olmalıdır. Kültür Bakanlığı, bunca üniversitemiz, bunca türkoloğumuz böyle iki eser yazamıyorsa yazıklar olsun onlara.

Böyle zengin lügat kitapları çıkartmak yeniliğe, devrimlere, laikliğe, çağdaşlığa aykırı olurmuş… Bu gibi hezeyanlarla kaybedecek bir günümüz bile kalmadı.

Efendiler: Medya dilimiz şu anda birkaç yüz kelimeden ibarettir.

Türk medyası bir zekâ özürlüleri dili ile ifade-i meram etmektedir.

Böyle bir lisan ile istikbalimiz karanlıktır.

Birtakım dış ve iç güçler ve mihraklar bu milletin zengin bir dile sahip olmasını istemiyor. Türkiye, Türk halkı kasıtlı olarak bir dil kıyımına ve suikastine uğramıştır.

Vaktiyle yüz bin kelimenin üzerinde bir hazinesi olan Türkçe bugün, çoğu teknik terimler olmak üzere, yirmi bin kelimelik bir kabile dili haline dönüştürülmüştür.

Belki biz hainlerin stratejilerini anlamıyoruz ama onlar bir milleti yok etmek için dilini kuş diline çevirmenin yeteceğini biliyorlardı.

Edebi- yazılı lisan ile birlikte mimarlığı ve şehirciliği de yozlaştırdılar, berbat ettiler. Osmanlının batış yıllarında yapılan Sultanahmet Hapishanesi bir mimarlık şaheseridir, değerli bir sanat eseridir ve bugün beş yıldızlı bir otel olarak hizmet vermektedir. Hiçbir sanat uzmanı, hiçbir anıtlar kurulu o binanın yıkılmasına, değiştirilmesine razı olmaz. Peki, yeni yapılan binalarımız o eski hapishane ayarında mıdır? Onun kadar mimarlık boyutu var mıdır?

Aydınlarımız düşünenlerimiz, birkaç istisnâ dışında lisân ve edebiyat üzerinde durmuyor. Lisan gidince her şeyin gideceğinin farkında değiller. 11 Haziran 2002