Çarşamba

 

Hakka ve ülkeye hakkıyla hizmet eden kimseler bu yazımdan alınmasınlar. Daha önce de defalarca yazdığım gibi ben muhlisen lillah ve istikamet dairesinde hizmet eden ulema, meşâyih, mücahidîn ve sülehaya büyük hürmet beslemekteyim; yaşları küçük de olsa kendilerinin ellerini ve ayaklarını öpmekten şeref duyarım.

Benim kasdettiğim kimseler bozuk adamlardır. Bunlar Müslümanların ümitlerini ve hayallerini yıkmışlar, İslâmî hareketi kirletmişler, din sömürüsü yapmışlar, hizmet perdesi altında nice hezimete sebebiyet vermişlerdir.

1950’li, 60’lı yıllarda ne büyük ümitler, ne engin hayaller içindeydik. Müslümanlar yetişecek, güçlenecek, kadrolar kuracak, hayata hakim olacak; memlekete nur, adalet, ilim, irfan, fazilet getirecekler diye bekliyorduk. İşte din sömürücüsü hâin haşarat bu ümitlerimizi, bu hayallerimizi yıkmıştır.

Merhum Üstad Necip Fazıl şöyle yazmıştı: “Biz, kırk yıl boyunca ellerimizi ağzımızın kenarına koyarak nefeslerimizle küfür buzdağını eritmek için çalıştık. Erittik ama sonunda korkunç bir çamur deryası içinde kaldık.”

İslâmî hizmetlerin, yüce dâvânın, Hakk’a hizmetin benlikle, ticaretle, şahsî hasis menfaatlerle bir ilgisi olmaması gerekir. Din hizmeti ile bezirgânlık bir arada yürümez. İnsan seyahate çıkabilir, bu esnada ticaret de yapabilir. Seyahat ile ticaret bir arada yürüyebilir. Bunda şer’î ve ahlâkî bir mâni yoktur. Lâkin din hizmeti ile ticaret bir arada yürümez. Peygamber, Ashab-ı Kiram, Ehl-i Beyt, Selef-i Sâlihîn, sâdat-ı kiram ve bütün büyükler dini ticarete âlet etmemişlerdir.

Bir Müslüman ticaret, sanayi, hayvancılık, nakliyat, inşaat, ithalât, ihracat, tıbbî hizmetler ve daha nice konuda Şeriat prensiplerine uygun olmak şartıyla çalışıp helâl kazanç elde edebilir. Buna kimse bir şey diyemez. Yeter ki, zengin olunca azmasın, zekatını versin, hayır hasenat yapsın.

Lâkin dini, imanı, Kur’ân’ı, dâvâmızı ticarete âlet ederek servet edinmek çok kötü bir şeydir. Böyle bir ticaret, kadın satarak para kazanmaktan daha kötü, daha alçakça, daha şeni’dir.

Milliyetçi cepheye mensup bir zat vardı. Ülkeye, dâvâya hizmet için toplanan büyük paralar, mallar onda emaneten duruyordu. Sonra emr-i Hak geldi, ecel erişti ve o zat âhirete yürüdü. Büyük servet, mallar, emanetler varislerine kaldı; bunların paylaşılması hayli kavgalı ve çekişmeli oldu.

İslâm için, dâvâ için çok büyük paralar toplanıyor. Bunlar milyonlarca, hattâ yekûn itibarıyla milyarlarca dolar tutuyor. Bu paralar ne oluyor? Hepsi akla, hikmete, Şer’a, plân ve programa uygun bir şekilde sarfediliyor mu? Yoksa bir kısmı bazılarının zimmetinde mi kalıyor?

“Bu konular seni niçin ilgilendiriyor? Parsadan pay alamadığın için mi öfkeleniyorsun?” diyenler çıkabilir. Emin olunuz ki, benim parada, ünde, riyasette gözüm yoktur. 1991’den beri Millî Gazete’de günlük yazıyorum. Herhangi bir ücret ve maaş almıyorum. Toplanan paraların beni ilgilendiren tarafı, bunların benim dinimin adına toplanmasıdır. Elbette hizmet için Müslümanlardan alınan meblağların son kuruşuna kadar hizmete harcanmasını isterim. Bu husus beni yakından ilgilendirmektedir.

Lâiklerin, ateistlerin, çağdaşların, ehl-i dünyanın, masonların, solcuların, eyyamcıların, arivistlerin para konusunda yamukluk yapmaları, hortumlamaları, fırsat bulunca zimmetlerine emanet paraları geçirmeleri normal görülebilir ama İslâm dâvâsı adına ortaya çıkmış bazı kişilerin hizmet hayatı esnasında büyük zengin olmaları, yüz milyonlarca dolarlık şahsî servetler edinmeleri asla ve asla normal karşılanamaz.

Bir kısım Müslümanlar futbol kulübü tutar gibi cemaat, hizip, fırka, tarikat tutuyor. İslâm ahlâkı böyle asabiyetleri iyi görmez. Hiç kimse, mensubu bulunduğu İslâmî cemaatin baronunun tenkit edilmesine, ondan hesap sorulmasına rıza göstermiyor. Efendiler, hazretler ne yaparsa doğrudur inancı hâkim. Bu yüzden de İslâmî kesimde sorgulama yapılamıyor, cemaatler denetlenemiyor, toplanan büyük paraların nasıl harcandığı öğrenilemiyor.

Ben elbette bütün cemaat başkanlarını suçlamıyorum. Öyle hazretler vardır ki, zimmetlerine bir kuruş bile geçirmezler. Toplanan yüz milyonlarca dolar yanlış metodlarla verimsiz sahalara sarf edilse bile suiistimal yoktur. Lâkin bazı din baronlarının durumları gerçekten şüphe vericidir. Bunca büyük şahsî servetin kaynağı nedir? Bu paralar nasıl kazanılmıştır? “Bu paralar bende emanettir” deniliyorsa, yarın -Allah gecinden versin- bir emr-i Hak vâki olduğunda bu emanetler ne olacaktır?

İslâmî hareketi en fazla kirleten ve köstekleyen şey para ve maddî menfaattir. İkincisi ise nefsaniyet (benlik) ve şahsî ihtiraslardır. Bugün öyle Müslüman baronlar vardır ki, dinsizlerle sarmaş dolaş oldukları, ateistlere, azılı İslâm düşmanlarına, zındıklara bile kucak açtıkları halde, başka meşrebteki Müslümanlardan bucak bucak kaçmaktadır. Bunlar nasıl, ne biçim Müslümandır? Meşreb farklılığı, metod başkalığı yüzünden Müslüman büyüklerin birbirlerine sırt çevirmeleri doğru mudur? Kâfirlere, münafıklara, zındıklara tolerans gösteriliyor da, Müslümanlara niçin gösterilmiyor?

Münafıkların alâmetlerinden biri de doğru da olsa tenkit ve uyarıları kabul etmemeleri, yalan da olsa övgü ve pohpohlara bayılmalarıdır. Hiçbir din baronu, hazret, efendi kendini mâsum bir peygamber gibi görmesin. Onlar, bazılarının sandığı gibi mehdi, kutub veya gavs da değillerdir. Hatâ edebilirler. Nitekim etmektedirler. Olgun insanlara yakışan tenkitlere, uyarılara kulak vermektir. Bunlar doğruysa yararlanılmalı, yanlışlardan dönülmelidir. Hem, büyük insanların katında övgülerle yergilerin farkı yoktur. Hattâ övgüler yergilerden daha tehlikelidir.

Müslümanlar, işlerini şûra-istişare (danışma) ile görmeli ve yapılacak işleri, bunlara ehil olan kişi ve kadrolara vermelidir. Müslüman cemaatlerin ve hiziplerin başları arasında ülfet, ünsiyet, bayramlarda karşılıklı ziyaret ve musafaha, zaman zaman bir araya gelme gibi münasebetler görmek istiyoruz.

İslâmî hizmet ve faaliyetler mümkün olduğu kadar paradan, bağış toplamaktan, yardım istemekten arındırılmalıdır. Parasız hizmet ve fütuhat olur mu? Elbette olur. Bunun en yakın misali Bediüzzaman Hazretleridir. 20 Ocak 2000