Salı

 

Türkiye’deki karışıklığın sebeplerinden biri de (bence) çok sayıda paralı ağlayıcı ve paralı hizmetkâr olmasıdır. Paralı ağlayıcı ve hizmetkâr ne demektir, bunlar kimlerdir?..

Çok gelir elde etmek, zengin olmak, köşeyi dönmek, voliyi vurmak niyet ve maksadıyla memleketin, halkın, devletin, dinin, ümmetin haline ağlayan samimiyetsizler “Paralı ağlayıcıdır”.

Böyleleri Atatürkçü kesimde de vardır, İslâmcı kesimde de.

Bunların gözyaşlarından, feryat figanlarından, saç baş yolmasından fayda gelmez, zarar gelir.

Müslümanlıkta hakikî mânâda ve mecâzi mânâda profesyonel ağlayıcılık haramdır, yasaktır.

Mâneviyat büyüklerinden Seyyid Ahmed er-Rufâî hazretleri, “Çocuğunu kaybetmiş bir annenin samimî ve içten gelen gözyaşları ile, parayla tutulmuş bir ağlayıcı karının ağlaması bir midir?” buyurmuşlardır.

Yakın tarihimizde bu milletin başına büyük felâketler geldi. Öyle kara günler oldu ki, yüksek sesle ağlamak bile yasaktı.

Dine, imana, Kur’ân’a açıktan saldırılıyordu… Camilerin onda sekizi kapatılmıştı… İslâm Vakıfları yağmaya verilmişti… Çocuklara ve gençliğe din dersi vermek yasaklanmıştı… Din ve inanç hürriyeti ayaklar altına alınmıştı… İşte o kara günlerde ulemâdan, meşâyihten, sâlih Müslümanlardan, samimî dervişlerden nice zat samimî olarak ağlamışlar ve hizmet etmişlerdir. Allah onların kabirlerini nurlandırsın.

Bediüzzaman samimî olarak, hasbeten lillah, can u yürekten ağlamıştır ve hizmet etmiştir.

Şehid-i muhterem Erbilli Şeyh Esad, Şeyh Abdülhakim Arvasî, Şeyh Silistreli Süleyman Hilmi hazeratı ve benzerleri yürekten ağlayan ve yürekten hizmet edenler kafilesinin başında bulunmuşlardır.

Müslümanlar için büyük felâketlerden biri, paralı ağlayıcıların samimiyetsiz, riyâkârâne, profesyonelce ağlamalarının ve sahte göz yaşlarının baskın çıkmasıdır.

İslâm dininde bazı dinî hizmetler karşılığında ücret ve maaş almak ancak ruhsat ve fetva ile caizdir.

Meselâ bir camide imamlık veya müezzinlik yapmak, müftülük, vâizlik, Kur’ân kursu hocalığı, din dersi öğretmenliği, medresede âlet ilimlerini ve ‘âlî ilimleri okutmak için; geçimine, çoluk çocuğunun bakımına yetecek kadar ücret veya maaş almaya ulemâ-i müteehhirîn tarafından ruhsat verilmiştir.

İmanı, İslâm’ı, Kur’ân’ı, Şeriatı, mukaddesatı, namazı, fıkhı âlet, istihdam ve istismar ederek zengin olmaya hiçbir şekilde ruhsat ve fetva verilmemiştir.

Hâfızlık çok şerefli bir unvandır. Hâfız olmuş, sesi çok güzel, kıraat ilminde derecesi yüksek… Böyle bir kişinin de Kur’ân’ı, hâfızlığı âlet ederek zenginleşmesi elbette memduh (övülmüş, beğenilmiş) bir hal değildir, mezmum (zemmedilmiş, kötülenmiş) bir haldir.

Samimî bir Müslüman gazeteci ve yazar… Medya hizmetleri sahasında çalışıyor. Bu zatın maaş alması elbette gayet tabiîdir. Lakin dini imanı para olursa, niyeti bozuk olursa, gözyaşları, saç baş yolması tiyatro olursa o kişiye elbette güvenilmez, onun hizmetinden Dine ve Ümmete bir faide gelmez.

Zamanımızda yalakalık, yağcılık, dalkavukluk, pohpohlama bundan önceki devirlere nisbetle aşırı derecede çoğalmıştır.

Bundan yüz küsur sene önce taht-ı Osmanîde, bi’l-irs ve’l-istihkak Sultan Abdülhamid-i Sânî oturuyordu. Akıllı, sezgi sahibi, firasetli, uzağı gören Müslümanlar o zata hayır dua etmişler, iyilikleri medh u senada bulunmuşlardır. Sultan Abdülhamid Hâdimü’l-Haremeyn (Mekke ve Medine’nin hizmetkârı)idi, Halife-i Müslimîn idi, Şeriata ve tarikata hizmet ediyordu, muhadderat-ı islâmiyenin (Müslüman kadın ve kızların) haysiyetlerini, namus ve iffetlerini korumak için gereken tedbirleri alıyordu, tesettürü emr ediyordu, onun zamanında başta Galatasaray Sultanisi (lisesi) olmak üzere bütün sivil ve askerî mekteplerde günlük namazları cemaatle kılmak mecburi idi. Böyle bir zatı medh etmek, ona hayr dua etmek elbette Müslümanların vazifesiydi. O devrildikten sonra, Ümmetin başına gelenleri biliyoruz ve O’nun büyüklüğünü daha iyi anlıyoruz.

Menfaat mukabilinde zamane ve politika büyüklerini övmek, yağcılık ve yalakalık yapmak, Sultan Abdülhamid’i övmek gibi değildir. Sultan Abdülhamid Hâdim-i Şeriat (sesli ha harfi ile) idi, bazı sahte İslâmcılar ise hâdim-i Şeriattır (yumuşak he harfi ile…)

Bugünkü İslâm dünyasında maalesef büyük bir ahlâk fesadı görülmektedir.

Yüce dinimiz bütün Müslümanların tek bir cemaat (Ümmet) olmasını emr etmiştir. Müslümanların büyük bir kısmı ise bir sürü küçük cemaate ayrılmışlar, cemaat taassubuna kapılmışlardır.

Müslümanlarda Ümmet şuuru olmazsa zillet, rezilet, esaret, mağlubiyet tepelerine biniverir.

İslâm dini kadar gıybeti yasak kılan başka bir din ve sistem olmadığı halde, bugünkü İslâm dünyasında gıybet çok yaygındır.

Dinimizin temel değerlerinden biri istikamettir, yâni doğruluk ve dürüstlüktür. Bizim bu konuda notumuz on üzerinden kaçtır acaba?

Bir yürekte iman ile para sevgisinin birlikte barınması mümkün müdür? Parayı din imanı, put haline getirmiş kişiler ne kadar Müslümandır?

Ruhbanlarını, din baronlarını erbab (rabler) haline getiren, putlaştıran câhil ve azgınlar gerçek ve kâmil mü’min midir?

Din, iman, vatan, millet, mukaddesat diye ağlıyor, sızlıyor, saç baş yoluyor ve perde arkasında malı götürüyor…

Paralı ağlayıcılar sadece islâmî kesimde değil, her kesimde mevcuttur. Atatürkçülük elden gidiyor diye kanlı gözyaşları dökenlerin hepsinin samimî olduğunu mu sanıyorsunuz?

Asıl kimliği Yahudilik olan şu zat, lâiklik elden gidiyor diye bağırıyor ama asıl giden avantalar ve rantlardır.

Bunca ağlayıcı içinde “Beyaz kaçakçılığı” yapanlar da var.

Sevgili Türkiye’mizin gerçekten ağlanacak halleri var. Şu güzelim memlekette bin türlü rezalet, kepazelik, çetecilik, mafyacılık, kirlilik, bulanıklık, gerilik, zulüm, sahtekârlık, yiyicilik, yalan dolan talan, haram yiyicilik, rüşvet, kaçakçılık, pislik, iffetsizlik, hayâsızlık, emanete hıyanet, nepotizm, ehliyetsizlik, münafıklık görülüyor. Kanlar dökülüyor, canlar yanıyor, ablar akıyor, dolablar dönüyor, nice çulsuz kısa zamanda dolar mültimilyoneri oluyor…

Bütün bunlara samimî şekilde, can u yürekten gerçek gözyaşı dökenlere ne mutlu.

Paralı ağlayıcıların suratlarına toprak saçmak gerek.

( ikinci yazı) Câmiler

Bir caminin önünden geçiyorum. Ezan okunmaya başlıyor. İki minarede on altı hoparlör var. Ses çok yüksek.Bir Müslüman olarak o camiye girip namazı eda etmem gerekiyor ama girmiyorum. Suç bende mi, hoparlörleri sonuna kadar açanda mı?

Yakında Kadıköy’e gittim. Bir camide namaz kıldım. Giriş kapısının soluna, saplı bir süpürgeyi nizamiye nöbetçisi gibi en görünür yere dikmişlerdi. Cami kutsal ve hürmete şayan bir mekândır. Kapısına süpürge konur mu?

Elimden gelse camilerdeki WC… Erkek…Kadın… Men… Women…. levhalarının hepsini söktürür attırırım. Böyle levhalar camiye hakarettir.

Cuma namazında hatip efendi vurgu hatâları yaptı, dinlerken içim daraldı.

Birçok camiye, elektrikle tabandan ısıtma sistemi konuldu. Elektro-manyetik alanlar meydana geliyor ve sağlığa çok zarar veriyor. Namaz kılan Müslümanlara yazık günah değil mi?

Vakit namazlarında anlı şanlı ünlü, kodaman, semiz, pahalı giyimli, matruş ve beşuş çehreli, gözleri şeytânî şerareli birtakım İslâmcıları hiç göremiyoruz. Camide ve cemaatte rant yok diye mi gelmiyorlar?

Kendi kendime sordum: Karısını açık gezdiren muvazzaf bir imamın arkasında namaz kılar mısın? Vicdanım şu fetvayı verdi: Kılma!

Allah’a noksan sıfatlar yakıştıran bir kişinin arkasında namaz kılınır mı?Kılınmaz.

Fâsık ve fâcirin ardında namaz kılınır mı? Fıskı, fücuru, bid’ati kendisini küfre götürmüyorsa ve kıldırdığı namazın sıhhatine mâni olmuyorsa kılınır.

“Hz. İsa -hâşâ- Allah’ın oğludur…Teslis haktır… Hz. Muhammed peygamber değildir” diyenlerin ehl-i necat ve ehl-i Cennet olduğuna inanan birinin ardında namaz kılınır mı? Kılınmaz kılınmaz kılınmaz… 30 Aralık 2009