Salı günlü yazı çıkmamıştır..

Pembe Gazete adında bir yayın organı çıkmalı, her gün manşetine şöyle haberler atmalı:

– Bu yıl iki Türk Nobel kazandı…

– Ünlü Türk mimarı çağın en güzel binasını yaptı…

– İstanbul Genel Kitaplığı’ndaki eser sayısı on milyonu geçti…

– Tekniğimizin ve zevkimizin şaheseri olan yüzde yüz yerli-millî otomobillerimiz başta ABD olmak üzere en ileri ülkelerde her yıl bir milyon adetten fazla satılıyor…

– İhracatımız Japonya’nınkini geçti…

– İşsiz Almanlar çalışmak üzere akın akın Türkiye’ye geliyor…

– Suriye ile Türkiye arasında vize kaldırıldı; iki kardeş ülke arasında siyasî, kültürel, iktisadî, turistik ilişkiler her geçen gün biraz daha güçleniyor…

– Başörtülü kız öğrencisine baskı yapan profesör bir milyon kişilik bir mitingle protesto edildi…

– Hızlı tren İstanbul-Ankara arasını 2,5 saate indirdi…

– İstanbul hızla boşalıyor. Son bir yıl içinde iki milyon insan köylerine, taşra şehirlerine geri döndü…

– Çağdaşlığı Koruma Derneği, ilgisizlik yüzünden kendini feshetti…

– Türkiyeli bir bilgin kansere karşı ilâç buldu…

– Üniversitelerimize dünyanın en zengin ve ileri ülkelerinden on binlerce yabancı öğrenci kayıt yaptırıyor…

Ve daha nice başlıklar…

Böyle bir gazetenin ülkemiz, milletimiz için gerçekten büyük bir ihtiyaç olduğu kanaatindeyim. Rezaletsiz, hiyanetsiz, cinayetsiz bir Türkiye istiyoruz. Gazetelerin, radyoların, televizyonların bize sevindirici, iftihar ettirici, göğsümüzü kabartıcı iyi haberler vermesine hasret kaldık. Soygun, talan, suiistimal, rüşvet, hortumlama, götürme, haram yiyicilik, namussuzluk, şerefsizlik, it uğursuzluk, alçaklık, vatan hâinliği vak’alarından bıktık usandık. Bunlar bizim dünyamızı kararttı.

Biz de insanız, bizim de iyi haberlere, müjdelere ihtiyacımız var. Bunlar insana su gibi, ekmek gibi, hava gibi lazımdır.

Bunca kötülüğü irtikab eden, bu milleti bunaltan, bu ülkeyi batıran, bu devletin kuyusunu kazan şerirlere lânet olsun!

Lisansız Millet Olmaz

Umberto Eco’nun “Avrupa Kültüründe Kusursuz Dil Arayışı” (Afa Yayınları, 1995, İstanbul) adlı kitabını okuyorum. Lisan olmadan ne insanlık, ne medeniyet, ne kültür, ne sanat, ne de devlet olur. İslâm’ın din dili Arapça gibi mükemmel ve zengin bir dildir. Engin ve zengin Osmanlıca Türkçesi olmasaydı, o devlet-i ebed-müddet vücut bulabilir miydi?

Bugün Türkiye’nin en önemli, en büyük, en birinci gündem maddesi lisandır. Yazık ki, bu konu ne aydınlar, ne de halk tarafından ele alınıyor.

Bir ülkeyi mahvetmek, bir milleti sürü haline dönüştürmek, bir devleti batırmak mı istiyorsunuz? Onun dilini bozunuz, fakirleştiriniz, kültür terörü ile âni değişikliklere tâbi tutunuz. Başka suikast gerekmez.

Yahudiler, İbranice konuşmadıkları halde uzun asırlar boyunca kimliklerini korumuşlar. Doğrudur, lakin bu sadece onlara mahsus bir şeydir. Diğer kavimler, milletler, ümmetler lisanlarını yitirince dejenere olmaya mahkumdur.

Stalin’in lisan üzerine bir sürü sözde ilmî eseri vardır. O kızıl ve kanlı diktatör bu konu üzerinde niçin bu kadar durmuştur? Çünkü çok iyi bilmektedir ki, mahkum milletlerin dillerini değiştirebilir, sapık ideolojisine uygun bir mecraya sokabilirse saltanatını devam ettirebilecektir.

Bizde tek parti devrinde lisana ve tarihe aşırı şekilde müdahale edilmiştir. Hitler Almanya’sında ve Stalin Rusya’sında bile lisana ve tarihe bizdeki kadar müdahale edilmemiştir.

Neler mi yapılmıştır? Bir kere zengin Türkçe lisanı, sadeleştirilme ve arılaştırılma bahanesiyle fakirleştirilmiş, yozlaştırılmış, güçsüz ve yetersiz hale getirilmiştir. Nerede yirminci asrın başlarındaki 200 bin kelimeye sahip zengin Türkçe, nerede bugünkü sade suya tirit arı dil.

Büyük milletler, ulu çınarlar gibi tarihlerine ve geleneklerine bağlı kaldıkları, kökleri mazinin derinliklerinden güç aldığı müddetçe pâyidar olur, zindeliğini muhafaza eder. Kökleri keserseniz ağaç yaşar mı?

Çocukluğumda ve gençliğimde Türkçenin ırzına geçildiğini görmüşümdür. Ayların isimlerine kadar değiştirdiler. Teşrinler, kânunlar atıldı, yerlerine uydurukça sözcükler konuldu. Mektep okul oldu, muallim öğretmen. Mebusa bir ara saylav dediler, o tutmadı, milletvekili yaptılar. Meclis Kamutay’dı Maarif Bakanlığı Kültür Bakanlığı oldu, onun ardından Millî Eğitim Bakanlığı yapıldı. Nesiller arasındaki bağlar kopartıldı.

Genç nesiller bu asrın ilk yarısında yazılmış romanları bile doğru dürüst okuyup anlayamıyor. Yayınevleri Reşat Nuri’nin, Halid Ziya Uşaklıgil’in, Yakup Kadri’nin, Halide Edib’in kitaplarını sadeleştirerek yayınlıyorlarmış. Vah vah! İngiltere’de Shakespeare, Fransa’da Molière, Almanya’da Goethe sadeleştiriliyor mu?

Dil bitince akıl, iz’an, ilim, irfan, mârifet ve sanat da biter. Nitekim bitti.

Millî değerlere, millî kimliğe bağlı olması gereken Müslüman kesim lisan, edebiyat, sanat meseleleriyle gereği gibi meşgul oluyor mu? Ne gezer.

Türkiye Müslümanları hürriyet içinde yaşamak, haysiyetli bir hayat sürmek, varlıklarını muhafaza etmek istiyorlarsa Türkçenin zenginleşmesi için çalışmalıdır. Lisan olmadan din kültürü olmaz. Cami helalarına, meşrutalara, mâbetlere konulan ışıldaklara, zırıldaklara, fırıldaklara önem veren kafalar niçin lisan, edebiyat, sanat, kültür, ilim, irfan, mimarlık gibi konulara eğilmiyor?

Arı ve sade Türkçeyle günlük hayat idame ettirilir, insanlar birbiriyle iletişim kurabilir ama bu fakir lisanla asla ve asla yüksek bir medeniyet ve kültür kurulamaz.

Milyonlarca Müslüman boş dedikodularla uğraşıyor. Her yıl hizmet ve faaliyet yapmak için milyarlarca dolar toplanıyor bunların büyük kısmı israf ediliyor, verimsiz işlere yatırılıyor. Müslümanların hâlâ ciddî ve müessir lisan ve edebiyat akademileri, bilgi bankaları, stratejik araştırma müesseseleri, sanat ve kültür merkezleri, araştırma kurumları yok. Bir sürü arivist ve demagog hayli gürültü kopartıyor, şamata yapıyor, lakin medeniyet ve kültür faaliyetleri pek güdük.

Uzun yıllar Sovyet işgalinde kalan Azerbaycan’da bile Türkçe bu kadar büyük tahribat görmedi, bu kadar hâince baskılara mâruz kalmadı.

Lisan kalesi düşerse esâret, zillet, zebunluk gelir. 13 Ocak 1999