Salı

 

Hasta vücutlar vardır, aşırı miktarda balgam, cerahat toplar ve çıkartır. Tıp bunları tedaviye çalışır. Edebilirse eder, edemezse o vücut çöker ve sonunda ölür.

Toplumların da pislikleri, balgam veya cerahatleri vardır. Eğitim, ceza kanunları, kolluk kuvvetleri, âmme vicdanı bunları tedavi eder, önlemeye, kurutmaya uğraşır. Bu iş başarılabilirse toplum ayakta kalır, aksi takdirde hastalığı artar, sonunda yıkılır gider.

Pisliklerin, balgamların, cerahatlerin bir nisbeti, bir sınırı vardır. Bu sınırlar aşılır, hastalık yaygın hale gelirse durum vahim demektir.

Vücudun kendini koruma mekanizması vardır. Bu mekanizma çalışmaz, vücut pisliklerin ve mikropların saldırısını yenemezse, sonuç yine kötüdür.

Pisliklere, mikroplara, hastalıklara karşı bir toplum kendisini nasıl korur?

Birinci koruma vasıtası iyi, vasıflı, güçlü, millî bir eğitimdir.

Çocuklarını, genç nesillerini (kuşaklarını) iyi, vasıflı, güçlü, ahlâklı, faziletli yetiştiremeyen bir toplum uzun vâdeli bir intihar yoluna girmiş demektir. Her ülkenin nasıl bir

“Millî savunması”

varsa, bir de

“Millî eğitimi”

olması gerekir.

“Globalleşen dünyada eğitimin millî olması gerekmez”

iddiası boş lâftan, safsatadan, öldürücü bir afyondan başka bir şey değildir. Eğitimin üç boyutu vardır: (1) Gençliğe hem genel, hem millî kültür sahasında yeterli bilgi vermek. (2) Ahlâk ve karakter terbiyesi vermek. (3) Estetik kültürü kazandırmak. Böyle bir eğitim, düşünce ve inançları doğru, hareketleri ve ahlâkı iyi, kendisi ve yaptıkları güzel vatandaşlar meydana getirir. Bir ülkede böyle bir eğitim yoksa oradaki halk bahtına ağlasın.

İkinci koruma vasıtası ve kurumu ailedir.

Toplumların çekirdeği fertler (bireyler) değil, ailelerdir. Şayet aileler çocuklarını, delikanlılarını ve genç kızlarını iyi insan, iyi vatandaş olarak yetiştiremiyorsa oradaki toplumun geleceği çok karanlık demektir.Bir ülkede aile müessesesi baltalanır, dinamitlenir, dejenere edilirse o ülke kesinlikle ayakta kalamaz.

Üçüncü koruma hukukla, kanunlarla, cezalarla olur.

Ceza kanununun iki vazifesi vardır: Birincisi korkutarak önleme, ikincisi suç işlendiği takdirde, tekrar işlenmesini önleyecek veya azaltacak şekilde cezalandırmak ve tepelemek. Bir toplumda kanunlardan korkulmuyorsa, verilen cezalar çok hafifse, suçlular paçalarını kolayca sıyırabiliyorsa orası batmış, bitmiş demektir.

Dördüncü koruma millî kimliği, millî kültürü, millî gelenekleri güçlü tutmakla olur.

Millî kimliğini yitiren, yabancılaşan bir toplum hastalıktan, pislikten, mikropların saldırısından başını kurtaramaz.

Şu husus da gözden ırak tutulmamalıdır: Bir ülkede mahkemeler aşırı şekilde dava ile uğraşıyorsa, cezaevleri tıklım tıklım tutuklu ve mahkûm ile doluysa, orada verilen bütün hükümler ve cezalar âdil olsa dahi, yine de yaygın ve vahim bir hastalık var demektir. Sağlıklı, dengeli bir ülkede mahkemeler işsiz, hapishaneler ıssız olur.

Aklı başında bir kimse inkâr edemez ki, ülkemiz bir müddetten beri bir kokuşma ve kokuşmuşlar ülkesi haline gelmiş veya getirilmiştir. Uluslararası kuruluşlar her yıl, dünyadaki temiz ve kirli ülkelerin listesini yayınlamaktadır. Benim en son gördüğüm listede en temiz ülke Finlandiya idi. Maalesef Türkiye listenin sonlarında yer alıyordu. Tam numara 10 idi, bizim aldığımız not ise, (şimdi tam hatırlamıyorum) iki veya üç civarındaydı. Şu memleketteki bütün vatansever, vicdanlı, ahlâklı, faziletli, iyi insanları ağlatacak bir husustur bu.

Türkiye’deki kirlenme, kokuşma, pislik, mikroplanma sadece bir kesime ait değildir. Genel, topyekûn bir pislik ve hastalık görülmektedir.

Kendilerine uygar, çağdaş, ilerici; dindar çoğunluğa gerici diyen zümre gırtlağına kadar pisliğe batmıştır. Bu pislikler, bu mikroplar Türkiye’nin, halkın, devletin kanını ve iliğini sömürmekte, hortumlamaktadır. Bu pislikler, bu mikroplar millî gelirin arslan payını binbir dalavere, spekülasyon, düzenbazlık, ahlâksızlık, kanunsuzlukla zimmetlerine geçirip, Nemrud ve Firavun gibi sefihâne hayat sürmektedir.

Maalesef, kendilerini İslâmcı olarak gösteren, mukaddesat şemsiyesi altında malı götüren birtakım pislikler ve mikroplar da mevcuttur. Bunların yaptıklarını medya duyurmuyor ama fısıltı ve rivayet gazetesi kulaklarımıza çok şeyler ulaştırıyor. İhalelere fesat karıştırmak, bütçeleri hortumlamak, bire yapılacak işi üçe beşe yaptırmak, işlerden komisyon almak, emanetlere hıyanet etmek ve daha neler neler.

Yine maalesef kendilerini milliyetçi, ülkücü, Türkçü gösteren birtakım sahtekârlar yakın tarihimizde mafyalaşmış ve büyük miktarda soygun ve talan yapmışlardır. Eskiden ecdadımız gazaya çıkar, cihad yapar ve harbî küffardan ganimet alırmış. Şimdiki bazı sahtekârlar kendi milletleri, kendi ülkelerini soyuyor, ganimet topluyor.

Söylemeye hacet yoktur ki, hangi dine, hangi inanca, hangi felsefe ve ideolojiye bağlı olurlarsa olsunlar bütün namuslu, şerefli, vatansever, haram yemez, gayr-i meşru kazanç peşinde koşmaz vatandaşları tenzih ediyorum. İnançlarımız, görüşlerimiz uyuşmasa da onlar başımızın tacıdır.

Bu memlekette çoğunluğu teşkil eden Müslümanlar bir müddetten beri örs ile çekiç arasında kalmışlardır. Bir yanda agresif din düşmanları bin türlü baskı yapıyor, hakaret ediyor, sindirmeye ve ezmeye çalışıyor. Öte yanda birtakım münâfık ve sahtekârlar, dindar görünerek, dine hizmet ediyor numaraları yaparak haram kazançlar, vurgunlar peşinde koşuyor ve Müslümanları hem aldatıyor, hem dolandırıyor.

İş o raddelere varmıştır ki, birtakım sahte dindarlar agresif Evangelistlerle ve yine agresif Siyonistlerle sıkı bir işbirliği ve ittifak içinde hareket etmekte; yüce İslâm dininin ve ahlâkının asla kabul etmeyeceği tâvizler vererek (devlet, halk ve ülke olarak) Türkiye’nin zararına çalışmaktadır. Bunları, bulundukları yola sokan sebepler ve sâikler hangileridir? Maalesef menfaat, nüfuz, ikbal, şahsî prestij, riyaset, ün ve alkıştır.

Allah’a, ahirete, ilâhî mahkemeye, hesap ve kitaba, cennet ve cehenneme inanmayan inkârcıların, materyalistlerin, pozitivistlerin haram yemeleri, yolsuzluk yapmaları, devlet ve millet malını çalmaları, saçı bitmedik yetimlerin haklarını gasb etmelerine şaşılmaz ama âhirete, hesaba kitaba, mükafat ve cezaya, cennet ve cehenneme inandığını söyleyenlerin böyle işler yapmaları kesinlikle kabul edilemez. Böyleleri Müslüman değil, katmerli ve azılı münafıktır. Onlar, dereke itibarıyla kâfirlerden de aşağı ve kötüdür.

Biz üç kıt’ada geniş toprakları olmuş bir cihan imparatorluğunun mirasına sahip bir milletiz. Birçok ârızadan ve maceradan sonra elimizde şu vatan parçası kalmıştır. Bir zamanlar Tuna nehri bir Osmanlı suyuydu. Nil bizim topraklarımızda akıyordu. Kanunî zamanında Akdeniz bir Türk gölüydü. Bugün kırka yakın bağımsız devlet bizim vilâyetlerimiz ve sancaklarımızdı. Cuma hutbelerinde oralarda İstanbul’daki halifenin adı zikrediliyordu. Bunlar hep mâzide kaldı. Şimdi elimizdeki şu son vatan parçası ayaklarımızın altından kaymaktadır. Tepemizdeki gökkube çatırdamakta, üzerimize göçme tehlikesi arz etmektedir. Bin türlü pislik, hastalık, mikrop sosyal ve kültürel yapımızı kemirmektedir.

Bunlarla mücadele edemezsek, pislik ve mikropları temizleyemezsek bu vatan elimizden gidebilir. Nitekim birkaç yıldan beri sinsi bir işgalle karşı karşıya bulunuyoruz. Pislik ve mikroplarla mücadeleye nereden başlamalıyız? Benim fikrimi sorarsanız, öncelikle içimizdeki pislik ve mikroplardan… Şehrin tertemiz olmasını istiyorsak, önce kendi evimizin, kapımızın önünü süpürmemiz, paklamamız gerekmez mi? 03 Ağustos 2005