Salı

 

Liselerimize (hattâ kabilse ilkokuldan itibaren) tez elden “Pratik Estetik” dersleri konulmalıdır. Pratik diyorum…Kafa karıştırıcı teorilere, felsefelere lüzum yoktur. Pratik Estetik ders kitabında her şey resimlerle, kısa ve keskin hüküm ve formüllerle anlatılmalı ve açıklanmalıdır.

Bu kitapta yapılan yeni binaların güzel olması gerektiği konusu işlenmelidir. Mimarlığın babası Romalı Vitruvius bir binanın üç özelliğini şöyle sıralıyor: Sağlam olacak, kullanışlı olacak, güzel olacak… Güzel olmayan bir bina iyi bir bina değildir. Ev, apartman, han, fabrika, depo, okul, mahkeme, resmî daire binaları mutlaka güzel olmalıdır. Yakın tarihimizde, yetmiş beş senedir şu güzelim ülkemizi çirkin, berbat, korkunç, iğrenç binalarla doldurduk. Genç nesillere bu acı gerçeği anlatmamız gerekir. Sultanahmet’teki eski hapishane binası, Osmanlı’nın inşa ettiği en son amme hizmeti binasıdır. Nihayet bir hapishane… Hapishane ama bir mimarlık âbidesi, bir sanat şaheseri… Bu bina artık hapishane olarak kullanılmıyor, beş yıldızlı uluslararası bir otel olarak hizmet veriyor. Bu yapıya sanat bakımından değer kazandıran husus nedir? Onda milli sanatımızın şekilleri, üslubu, havası vardır. Kapısı, balkonu, çinileri, kitabesi, iç avluları, çatısı, her tarafı güzeldir.Kitabesi dedim, üzerinde

“Dersaadet Cinayet Tevkifhanesi”

yazılıdır.Büyük bir hattatımızın kaleminden çıkmıştır.Bendeniz bundan kırk küsur yıl önce bu hapishanede doksan dokuz gün kaldım, içini dışını iyi bilirim. Osmanlı’nın ne büyük bir medeniyeti varmış ki, devlet batarken bile böyle bir bina yapabilmiş. Osmanlı mezbahalara, tren istasyonlarına, gümrük binalarına ve depolarına, okullara sanat koyabilmiştir.

İstanbul Şehremini’nde karşı karşıya iki okul vardır. Biri Osmanlı zamanından kalma “Yüksek Kız Muallim Mektebi” diğeri “Şehremini Lisesi”. İstanbul’da yaşayanlar gitsinler, alıcı gözle iki binaya baksınlar. Aradaki farkı anlamak için mimar, şehirci, sanat uzmanı olmak gerekmez…

Bazen İstanbul civarında birkaç saatlik yolculuklar yapıyorum, yüz kilometre gidiyorum, bir tek ipe sapa gelir, bahçeli ev, villa, köşk göremiyorum. Hiç yok değil, zaman zaman binde, on binde bir güzel bir bina çıkıyor karşıma. Yetmez ki…

Birkaç hafta önce Gürcistan’a küçük bir seyahat yaptım. Trabzon’a kadar uçakla gittim, oradan Sarp sınır kapısına kadar otomobille… İster inanın, ister inanmayın, Trabzon’dan sınıra kadar mimarlık ve şehircilik bakımından korkunç, dehşetli, berbat bir manzara gördüm. İstisnasız bütün yeni binalar çirkindi. Üstelik kara ile deniz arasına bir sahil yolu yapmışlar, sanat ve ekoloji açısından bir felaket. Öldürmüşler, batırmışlar, bitirmişler farkında da değiller. Aman ne gözel oldu, aman ne gözel oldu.

Sürmene civarında, yol kenarında eski bir konak gördük, geleneksel mimarî ve sanata uygun. Devletimiz binayı satın almış, restore ettirmiş, bir orası çok güzeldi.

“Be adam, yeni şeyler içinde hiç güzel olanı yok mu?” Olsa söylerim. Ben yanılıyorsam, uluslararası çapta birkaç mimar, şehirci, sanat uzmanı bulalım. Bunlar bilirkişilik yapsınlar, ben verecekleri hükme razıyım.

Bütün Türkiye’yi çirkinleştirdik, nereye gitseniz aynı manzara. Çirkin çirkin binalar, beton yığınları, ruhsuz yapılar. Edirne’de böyle, Bursa’da böyle… Edirne’de güzel ve sanatlı olan her şey eskiden kalma; eski Osmanlı binaları, Rum evleri, Bulgar evleri, Yahudi evleri…

Sadece yapılarımız değil, sanayi ürünlerimiz, otomobillerimiz de güzel değil. Bugatti ne demiş? “Güzel olmayan bir otomobil, iyi bir otomobil değildir.” Çok doğru söylemiş. 70’li, 80’li, 90’lı yıllarda yapılan otomobillerimiz ne kadar zevksizdi. Yahu, yaparken şuna biraz güzellik katsana…

Evlerimizin dekorasyonu, lokantalarımız, kahvelerimiz, pastanelerimiz, çarşılarımız, pazarlarımız da güzel değil.

Adam zengin, lüks bir lokanta açacak. Dekorasyon için yüz milyarlar harcıyor; yerler granit, duvarlar lambri, her yer lüks ve pahalı malzemeden. Pahalı fakat sanatsız avizeler, saçma sapan masalar, sandalyeler, abuk sabuk süsler… Böyle yerlerde yemek yerken hem ağlayasım, hem gülesim geliyor. Be adam, madem bu kadar para harcadın, şurayı gerçekten güzel, gerçekten sanatlı yapsana. Türkiye yirmi medeniyetin ve kültürün mirasına sahip bir ülkedir. Osmanlı mirası, ondan önce Bizans mirası, Anadolu’da Selçuklu, Beylikler mirası…

Birtakım lüks lokantaların, pastanelerin, toplantı yerlerinin zeminleri öyle abuk sabuk granit taşıyla kaplanmamalı. Zevki olan, sanattan anlayan terra cota zemin yapar. Böylesi daha estetik, daha sanatlı, daha kıymetli, daha güzel olur.

Şu İstanbul’da bir tek geleneksel kahvehane veya kıraathane bulamazsınız. Böyle yerlerin eski gravürlerine bakarak fikir edinebiliyoruz. Yüksekçe bir yerde deniz gören bir mekân… Ortada bir havuz (abuk sabuk bir havuz değil, Osmanlı havuzu!..), tavanda nefis ahşap bir göbek, eski zaman fanusları, kandilleri, lambaları, kenarlarda peykeler, bir köşede kahve ve çay ocağı, peştamallı garsonlar, duvarlarda Venedik aynaları, hüsn-i hat levhaları, millî ve geleneksel sanat eserleri, birkaç yağlı boya tablo… Mesela Barbaros Hayrettin Paşa’nın portresi, Mesudiye zırhlısının resmi, Çanakkale Savaşı’na ait bir resim. Büyücek bir levhada celî sülüsle:

“Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkıt ne bilür,

Mübtela-yı gama sorkim geceler kaç saat…”

Haydi, böyle bir Osmanlı kahvesi açtık. Peki, buraya gelip çay, kahve içecek, sohbet edecek kaliteli müşterileri nereden bulacağız?

Sohbetlerin kalitesi kalmadı, sohbet âdâbı da yok. Günlük ıvır zıvır konuşmalar, incir çekirdeğini doldurmaz konular. Edebiyat yok, tarih yok, sanat yok, tasavvuf yok, kibarlık yok. Ha ha ha… ho ho ho… hi hi hi… Politika dedikodularının en âdisi… Gazete haberlerinin en fasa fisosu… Olup bitenlerin en değersizi…

1960’larda Beyazıt’taki Marmara Kıraathanesi’ne giderdim. Kimler gelmezdi ki, Profesör Mükrimin Halil, Doçent Nuri Karahöyüklü, daha sonra Profesör olan Erol Güngör, Ziya Nur, Şeyh Muzaffer Ozak… Saymakla bitmez. Şimdi Türkiye’de böyle bir kıraathane ve böyle adamlar bulamazsınız. Eskiden, eski ayları kırpıp yıldız yaparlarmış, sonra yıldızları kırpıp şihap (göktaşı) yapmışlar…

Şimdi hatırıma geldi, Marmara Kıraathanesine Doktor Abdullah Öztemiz Bey de gelir, aruzla yazdığı nefis hicviyeleri okurdu.

Konuyu dağıttım, biz yine sadede gelelim. Okullarda öğrencilere resimlerle güzel binalar, çirkin binalar; güzel şehirler, çirkin şehirler; güzel peyzaj, çirkin peyzaj; güzel kıyafet, çirkin kıyafet; güzel otomobil, çirkin otomobil; güzel salon (misafir odası), çirkin salon… ve daha bunlara benzer birçok konu, saçma sapan anlaşılmaz teoriler şeklinde değil, çok açık şekilde gösterilmelidir. Belki anlayan çıkar…

Bu memleketi kimler bu kadar çirkinleştirdi? Netameli bir soru, bana sorarsanız Pembeler derim. Profesör Yalçın Küçük Beyefendi de aynı fikirdedir. Kasıtlı olarak, isteyerek çirkinleştirmişlerdir.

Vaktiyle mimar ve şehirci, üstad Turgut Cansever Bey’e sormuştum “İstanbul nasıl düzelir?” diye, acı bir tebessümle “Büyük bir zelzeleden sonra” cevabını vermişti.

Ülkeyi çirkinleştirmek yolunda trilyonlarca dolar harcadık. Rize’nin, Trabzon’un dağlarına beş katlı iğrenç beton binalar yapmışlar. İnşaat malzemesini oralara nasıl çıkartmışlar? Nerede eski Rize, eski Trabzon evleri, nerede yeni binalar?

Kılık kıyafetlerimiz de tam bir rezalet. Hele şimdi yaz, kadınlarımız bir türlü, erkeklerimiz bir türlü. Açıklarımız bir türlü, kapalılarımız bir türlü. Tesettür modası diye bir şey çıkartmışlar, pembenin, mavinin, eflatunun en cırtlağı, en çirkini…

Tarihi bir ilçemize uyduruk palmiye ağaçları dikmişler, geceleyin ışıkları bir yanıyor, bir sönüyor… Ya Rabbi, ne günlere kaldık!..

Sen millî kimliği inkâr edersen, tarihî devamlılığı kopartırsan, geleneksel kültüre sırt çevirirsen, millî olan her şeye düşmanlık edersen, bütün güzelliklerin kaynağı olan İslâm’ı düşman, tehlike ve tehdit olarak görürsen, işte böyle çirkinlikler, kötülükler, bayağılıklar gayyasına düşersin. 31 Ağustos 2005