Rostam ve Hülâgû
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 05 Ocak 2019
Cuma
Natıonal Geographıc France dergisinin Ocak 2006 nüshasında Amerikalı bir gazetecinin, güneyimizde kurulan Kürdistanla ilgili uzun yazısını okuyorum: Yazıda, o bölgenin taçsız kralı general Rostem Hamid Rahim’den bahs ediliyor. Yazar onun için “Bu kaotik krallığın savaş senyörü general Rostam Hamid Rahim’dir” diyor. (s. 48)
Rostam 1990’ların ortalarında ağır yaralanmış, Peşmergeler tarafından Almanya’ya tedaviye gönderilmiş, tedavisi bir sene sürmüş. Dönüşte hastahaneden çıkarken bir takım sorulara yazılı olarak cevap vermesi istenmiş. Birinci soru: Önceki mesleğiniz? Generallik… İkinci soru uzmanlıkla ilgili imiş. Buna da: “Düşmanlarımı öldürmek” cevabını vermiş.
Amerikalı gazeteci general Rostam’ı yakından tanımak fırsatını bulmuş. Devamlı olarak muazzam miktarda (énormes quantités) alkol alıyormuş. Uzun bir akşam ziyafetinde tek başına bir şişe viski ve yarım düzine bira şişesini midesine boşaltmış.
Generalin dikkat çeken özelliklerinden biri de şu: “Bana, kahraman ve modelinin Hülâgû olduğunu itiraf etti. Cengiz Han’ın torunu olan Hülâgû, 1258’de Bağdad’ı yağmalatmış ve 800.000 Arabın katlini emr etmişti.” Biz Müslümanları, General Rostam’ın bu sözleri çok yakından ilgilendirmektedir. Çünkü onun “800 bin Arap” dediği nüfus aslında Müslümanlardır. Zaten o tarihte Bağdad’ta çok sayıda Arap asıllı olmayan Müslüman da yaşamaktaydı. Rostam Hamid Rahim… Bu bir Müslüman ismidir. Peki bir Müslüman nasıl olur da, tarihin en büyük Müslüman katilini kendisine kahraman ve model olarak kabul edebilir? Benim uğraşacak vaktim yok, imkanım yok, belki de zekâm bu işe yeterli değildir. Cin fikirli biri çıksa ve general Rostam Hamid Rahim’in etnik kökenini araştırsa. Kimbilir ortaya neler çıkacaktır.
Güneyimizde bağımsız bir Kürdistan’ın kurulması İsrail’in ve dünya siyonizminin işi ve eseridir. Yahudiler asırlar boyunca, içlerinde yaşadıkları toplumların dinlerini ve kimliklerini yalancıktan benimsemişler ve sivrilerek köşebaşlarını ele geçirmişlerdir.
Bundan yüz sene öncesine kadar Kürdistan’da, Musevî kimliklerini koruyan Yahudiler olduğu iyi bilinmektedir. Şu anda bunlar kaybolmuşlardır? Nereye gittiler. İsrail’e mi? Yoksa bir kısmı arada kimlik değiştirerek (tabiî ki, yalancıktan) hâkim halk faktörünün arasına mı karıştı? Zaman zaman internet sitelerinde Kürt istiklâl hareketi ile ilgili bazı şahsiyetlerin Yahudi kökenli olduğuna dair yazılar okuyorum. Bunları ceffelkalem reddetmek doğru olmaz. Kaynak gösteriyorlarsa dikkate almak, araştırmak gerekir.
İsrail ve onun Evangelist dostları (Bütün Hıristiyanları kasd etmiyorum, İsrail’i Yahudilerden fazla seven ve destekleyen agresif Evangelist kiliseleri kasd ediyorum) Ortadoğu’daki bütün Müslüman ülkeleri parçalamaya karar vermişlerdir.Irak işgal edilmiş ve parçalanmıştır. Orada Kürtler, Sünnî Araplar, Şiî Araplar birbirlerine düşman edilmiştir. İsrail ve Evangelist Amerikan rejimi İran’ı parçalama planlarını çoktan yapmıştır. Ankara’daki birtakım kişiler “Bush beni çok seviyor, son ziyafette bana çok iltifat etti, kendi eliyle bana bonbon verdi…” gibi konuşmalar yapadursunlar, maalesef Türkiye’nin de parçalanma planları hazırdır, hattâ bunların bir kısmı tatbikata geçirilmiştir.
Bu konuda söylenecek çok söz var, şimdilik burada kesiyorum. Sadece bir cümleyi hatırınızdan hiç çıkartmamanızı rica edeceğim: General Rostam’ın
cümlesi. 800 bin Arap veya Müslüman katilini kendisine kahraman ve model olarak kabul eden bir kişi Müslüman olamaz. Ey akıl sahipleri! Düşünün, aklınızı çalıştırın… Yarın, Türkiye ile Rostam kuvvetleri arasında savaş olursa Rostamî’ler, kahramanları ve modelleri Hülâgû Hân gibi, Müslümanları öldüreceklerdir.
Konuşmak’tan, konferans vermekten hoşlanmıyorum. Bazen mecbur kalıyorum, çarnâçar gidip konuşuyorum. Faydalı bir cümle söyleyebilirsem ne mutlu bana.
Gerek İstanbul içinde, gerekse Anadolu şehirlerinde Müslümanlara ait birtakım dernek ve vakıf lokallerini, konferans seyahatlerim esnasında görme fırsatını buldum. Kimse üzülmesin, dost acı söylermiş, bunlar genellikle çok kötü döşenmiş, çok berbat şekilde dekore edilmiş yerlerdir.
Biz Müslümanlar, mâzide büyük bir medeniyete sahiptik. Sonra o medeniyeti kaybettik. Medeniyetimizi kaybettiğimiz için de esir, zelil, sefil duruma düştük. İslâm, İslâm, İslâm… Osmanlı, Osmanlı, Osmanlı… deyip duruyoruz.Lâfla bir şey olmaz. Âyinesi iştir kişinin…
Büyük küçük her şehrimizdeki Müslüman dernekler, vakıflar, lokaller İslâm sanatına göre döşenmelidir. Bunun için büyük paralar harcamak gerekmez. Mobilyaların, masaların, koltukların, sandalyaların, kütüphanelerin üslûbu çok önemlidir. Yerlere bir iki eldokuması halı serilmelidir. Duvarlara hüsn-i hat levhaları, gravürler, eski haritalar, tarihî fotoğraflar asılmalıdır.
Diyelim ki, 15 bin nüfuslu bir taşra kazasındaki (ilçesindeki) “Mânevî Aydınlanma Derneği” başkanının odasına girdiniz. Oradaki dekorasyon, sizi büyülemelidir.
Ben, masa ve makam sahibi bir zatı, masasının üzerindeki eşyadan değerlendiririm. Masada küçük de olsa, hiçbir sanat eseri yoksa, o kişi benden not alamaz. Bir milyar liralık cep telefonunu masanın üzerine kuzu gibi yatırmış ama ufak da olsa çini, maden, cam, tahta bir sanat eseri yok. Oldu mu bu?
Diyelim ki, resmî dairelerde Osmanlıca hat levhası asmak lâikliğe aykırıdır. Sivil dernek, vakıf ve lokallere böyle levhaları niçin asmıyoruz?
Paramız mı yok? Güldürmeyin beni. Biz ne lüzumsuz şeylere çuvalla para harcayan bir toplumuz.
Peki neyimiz eksik? Aklımız, kültürümüz, birikimimiz eksik…
Herhangi bir ücret almadan bu gibi hizmetleri (aklımın erdiği kadar) ben yapıvereyim desem, buna yaşım, imkânlarım, vaktim yetişmez.
Bu gibi işler dini imanı para olan câhillerin ve muhterislerin (hırslıların) eline de bırakılamaz. Hem bir yığın para alırlar, hem de işi berbat edebilirler.
Ülkenin dört bir yanında yekûnu binlerce olan dernek ve vakıf lokallerimizi millî sanatımıza uygun ve güzel bir şekilde dekore etmek üzere çare ve çözüm arayalım.
Sadece böyle mekânları değil, halka açık işyerlerimizi de çok güzel, çok üstün şekilde dekore edelim. Bilhassa lokantalar, cafeler, tatlıcı ve muhallebici dükkânları… Millî dekorasyon derken bu gibi mekânların ille de cami gibi, tekke gibi dekore edilmeleri gerekir demiyorum.
İki şey istiyorum:
Birincisi: Millî sanatımıza göre dekore edilsin. Bizden renkler, çizgiler, üslûplar, şekiller bulunsun.
İkincisi: Güzel olsun, üstün olsun, herkes beğensin.
Türkiye’de ev mimarîsinde de mutlaka millî mimarî üslubuna dönülmelidir. Zaman zaman bu konuda konuşmalar yapılır, temennilerde bulunulur ama tatbikatta (uygulamada) bir şey yapılmaz. Biz, “Ah millî sanatlarımız, ah Osmanlı, ah kendi mimarlığımız…” diye sayıklar dururuz ama berbat beton dairelerde oturmaya devam ederiz.
Parası, imkânı olan biri çıkıp da “Yahu benim servetim müsait, bir yerde bir arsa bulayım ve oraya bahçeli bir Türk evi yaptırayım” demez.
Türk evi ne demektir? Bizim çoğumuz bunu da bilmez.
Yakınlarda yapılmış bir Türk evi görmek isteyen, İstanbul Bağlarbaşı’ndaki Boğaz Köprüsü’nün girişine çok yakın yerde, merhûm Âsım Ülker’in yaptırtmış olduğu eve baksın. Pencerelerinin üzerinde sâbit tepe pencereleri var, onlardan tanıyabilir…11 Mart 2006