RÜŞVET SEKTÖRÜ
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 16 Kasım 1991
En büyük sektörün rüşvet sektörü olduğunu söylediğim için sakın beni mübalâğa etmekle (abartmakla) suçlamayınız. Evet şu anda en büyük ciro rüşvet işindedir. Ne ithalat ne ihracat ne petrol ne de demir-çelik ona yetişebilir. Rüşvet günlük hayatımıza girmiştir. Rüşvet tarifelendirilmiştir. Birkaç bin liradan tutunuz yüz milyarlara kadar varan kotaları vardır. Rüşvet kapalı yolları açan altın anahtardır. Altın ama pislikli bir anahtar, tutan …..lanır.
Rüşvet alıp vermek kanunlara göre yasaktır. Ama rüşvet ekonomisi kanunları aşmasını, tesirsiz hale getirmesini bilir. Rüşvetle ilgili maddeler sanki caduc (resmen yürürlükte duruyor ama uygulanmıyor) hale gelmiştir. Peki arada bir, rüşvet alırken yakalananları duyuyoruz. Eh o kadar olacak artık. Malum ya, hamamın namusunu kurtarma diye bir şey vardır.
Devlet arazisinde bir gecede mantar gibi gecekondular bitiverir. İlgililer niçin müdahale etmemişlerdir? Cevabı gayet basittir. Gecekonducu vatandaş yahut mafya rüşvet vergisini ödemiştir de ondan. Bu iş gecekondular için böyle olduğu gibi, Boğaz sırtlarına yapılan milyarlık iğrenç beton villalar için de aynıdır. Bastır rüşveti yap binayı.
Rüşveti veren bir gözü kör, şaşı, yarı kötürüm adamlar bile şoför ehliyetini alır ve yollarda ölüm saçarak arabalarını kullanırlar. Ne demişler: iş bilenin, kılıç kuşananın, araba da binenindir.
Rüşvet, orta çağdaki tılsımlı taş gibidir, dokunduğunu altın eder. Neler yapmaz ki. Tehlikeli beyaz bir tozu nişasta yapar. Bir adamı öldüren mermiyi mâsum yapar. Gerçek bir imzayı sahte yapar. Sağlığa zararlı gıda maddelerini sağlıklı yapar. Ayda bir buçuk milyon liralık geliri olan küçük bir adamı zengin yapar.
Muhalefetteyken rüşvetin yaygınlaşmasından çokça şikâyet edilir, feryad ü figan kopartılır, iktidara geçilince sus pus olunur. Malum, sen yiyorsun, ben yiyemiyorum dâvâsı.
Bir iki bin liralık küçük ve sefil rüşvetler alan küçük rüşvetçinin yakalanması kolaydır. Ama büyük rüşvetçiler köpekbalıkları, beyaz balinalar, kızgın canavarlar gibidir. Öyle tıpış tıpış yakalanmazlar. İcabında ezer geçerler.
Peki bu işin sonu nereye varır? Böyle giderse iyiye varmaz, bu toplumun başına büyük dertler gelir. Rüşvetin böyle yaygınlaştığı bir cemiyet iflah olmaz. Rüşvetle kazanılan büyük servetler kimseye uğur ve bereket getirmez. Neler olacağını söyliyeyim:
. Bir teklif: Eli kalem tutan araştırmacı bir gazeteci yazar, bir rüşvet ansiklopedisi hazırlarsa büyük hizmet etmiş olur. Hem de helâlinden iyi para kazanır.
Müslümanlara: Rüşvet belâsını küçümsemeyiniz. Rüşvetin pis kokusuna alışmayınız. Siz rüşvete bulaşsanız da bulaşmasanız da bu sosyal belâ ile mücadele etmediğiniz takdirde “emr-i mâruf nehy-i münker” (iyiliği yaymak, kötülüğü kovmak) farizasını (kesin din emrini) yerine getirmemiş olacak ve suçlu duruma düşeceksiniz. Yasal hudutlar içinde rüşvetle ve bütün kötülüklerle savaşınız, ilgili mercilere yazılar gönderiniz. Gemi batarsa, içindeki iyiler de boğulur. Bugünkü kötülüklerden dolayı umumî bir ilâhî ceza gelirse kurunun yanında yaş da yanar.
ANTİ-MİMARLIK
İstanbul’un büyük caddelerinden Millet caddesi üzerinde karşı karşıya iki bina var. Biri Osmanlıların son devrinde “Dârü’l-Muallimat-ı Aliye” (Yüksek Kız Öğretmen Okulu) binasıdır. Cephesi çinilerle kaplı, kapısı, pencereleri, saçakları soylu şekillere bürünmüş bir anıt bina. Bu mimarî üslubunu sevmeyenlerin bile saygı duydukları, sanat kıymetini takdir ettikleri ve yıkılması yasaklanan tarihî binalar listesine yazdıkları bir yapıdır. İslâm-Türk mimarîsinin son örneklerinden biri olan bu binaya bakarken insanın gözleri dinleniyor, ruhuna ferahlık hâkim oluyor, huzur ve zevk duyuyor. Çünkü o güzel bir yapıdır.
Onun karşısında Şehremini Lisesi binası var. Berbat, şekilsiz, zevksiz, ucube, gudubet bir yapı. Çirkin binalar yarışmasına girebilecek kadar kötü bir şey.
Son elli-altmış yıldan beri ülkemiz şehircilik ve yapılaşma açısından cehennemî bir çirkinleşme çağına girmiştir. Millî kültür tahrip ediliyor, onun yerine ruhsuz beton, demir, cam yığınları dikiliyor. Dünyanın en güzel şehri, şimdi dünyanın en iğrenç köyü haline geldi. Yeni yapılan binaların büyük kısmı suratsız, ruhsuz, abus çehreli beton bloklarıdır. Bir kültür soykırımını yaşıyoruz. Kimdir bunun sorumluları? Bir ülkede yaşayanlar ikiye ayrılır: idare edenler, idare edilenler. Sorumluluk elbette birincilerdedir.
Çirkin yapılaşma, çarpık şehirleşme konusunda suçluları şöyle sıralayacağım: Politikacılar, bürokatlar, belediyeciler, aydınlar, mimarlar.
Tanzimat’tan beri süregelen batılılaşma gayretleri tam bir fiyasko ile sonuçlanmıştır. Doğulu tarafımız gitmiş, batılı da olamamışızdır. Bugünkü durumumuz mu? Karikatürleşmedir!
Mimarlar suçlamaları reddetmekte, kabahati başka kesimlere ve faktörlere atmaktadır. Zaten kabahat samur kürk olsa kimse giymek istemez. Ama asıl suçlu onlardır.
Şu İstanbul Adliye Sarayı’na bakınız. Bunu yapan çağımızın en büyük Türk mimarıdır. Tam mahkeme duvarı gibi bir bina… Mânâsız bir cephe, kitipiyoz bir giriş ve dökülen iç mimarî. Dünyayı gezenler bizzat görerek, gezmeyenlerse televizyonlardaki mahkeme filimlerinde seyrederek adliye binaları hakkında fikir sahibi olmuşlardır. Yüksek kültür sahibi milletlerin adliye binaları birer anıt gibidir.
Sirkeci’de restore edilerek adliyenin bir kısmına tahsis edilen eski Sansaryan Hanı, bugünkü resmî binalardan çok daha soylu ve mânâlıdır. Üslup o kadar önemli değildir. Önemli olan bir binadaki sanat, mimarî değerinin katsayısıdır. Beyazın da güzeli olur, siyahın da sarının da melezin de. Yeter ki, güzel olsun, soylu, olsun.
Boşuna konuşuyorum. Önemli bir kesimi İslâm’dan uzaklaşmış, levantenleşmiş, millî kültüre cephe almış, ruhunu şeytana satmış aydınlardan güzel eser beklemek abestir.
Le Corbusier 1911’de Türkiye’ye geldiği zaman eski evlerimize hayran kalmıştı. Eliyle çizdiği eski Türk evlerine, onların detaylarına ait resimler, eskizler durmaktadır. Biz ise onları yıktık attık. Le Corbusier iyi ki, bazılarının resmini çizmiş de hiç olmazsa suretleri kalmış.
Uzun müddet Sovyet işgalinde yaşayan Azerbaycan, Ortaasya Türk-İslâm ülkelerinde bile mimarîde, lisanda, tarihte, millî kültürde yapılan tahribat bizdeki kadar olmamıştır. Bakü, Alma-Ata, Taşkent, Duşenbe gibi şehirlerde kızıl rejim esnasında yapılan resmî binalarda Türk-İslâm mimarîsi hâkimdir.
İslâm’dan uzaklaşmanın sonu çirkinlik, eğrilik, kötülüktür. İsbat mı istiyorsunuz? Yeni binalara, yeni şehirlere bakınız.
Bütün bu çirkinlikleri cinler, periler yapmadı ya. Elbette her birinin bir mimarı vardır.
16.11.1991