Saatte 360 km yapan tren
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 09 Ocak 2019
Salı
Japonya’da dünyanın en hızlı treni denemelere başlamış. Denemeler iki yıl sürecekmiş. Bu trene özel demiryolu yapımının son kısmı tamamlanınca normal seferler 2011’de başlayacakmış. Hızı saatte 360 km olacakmış. Konuyla ilgili bilgileri 28 Haziran 2005 tarihli Le Figaro gazetesinde okudum.
Şu anda dünyanın en hızlı treni Fransa’da seferler yapıyormuş ve saatte 320 km hızı varmış. Japonya’dakilerin hızı ise saatte 275 km imiş. Bizde İstanbul ile Ankara arasında böyle trenler çalışsa Fransızların hızı ile iki şehrimizin arasındaki yolculuk bir buçuk saatte yapılabilecektir. Yani trene bineceksiniz, biraz kitap ve dergi okuyacaksınız, bir kahvaltı yapacak veya yemek yiyeceksiniz, kahvenizi bitirmeden tren hedefine varmış olacak.
Japonlar, ülkelerindeki zelzelelere karşı trene özel bir fren sistemi koymuşlar. Âniden yer deprenmeye başlarsa, o hızlı alamet kısa zamanda durabilecekmiş. Bu treni sefere koyacak şirketin sözcüsü,
demiş.
Şimdi biz Türkiyeliler takkelerimizi önümüze koyalım ve düşünmeye başlayalım.
Çok yakın bir tarihte ne yapmıştık? Japonlar, Fransızlar, İngilizler, Almanlar, İtalyanlar gibi hızlı tren yapacak aklımız ve tekniğimiz olmadığı için, eski ve demode hatlarda “Hızlandırılmış tren” koşturmaya kalktık. Bir kaç deneme seferinden sonra “Tamam bu iş oldu” dedik ve normal seferlere başladık. Sonunda birkaç hafta sonra büyük bir facia meydana geldi, tren yoldan çıktı yüze yakın vatandaş hayatını kayb etti, ayrıca yüzlerce yaralı… Halbuki, Teknik Üniversite profesörleri “Bu tren yoldan çıkar” şeklinde rapor vermişlerdi. Onları dinleyen olmadı.
Bizde hızlı trenin önünde üç büyük engel vardır:
Birincisi: İlim ve teknik konusunda ileri, başarılı ve yeterli değiliz.
İkincisi: İdarecilerimiz ve bürokratlarımız bu işler için gerekli ehliyete ve liyakate sahip değil.
Üçüncüsü: Bizdeki büyük otobüs şirketleri böyle bir şeye izin vermezler. Çünkü otobüsle yolcu taşıma işinde milyarlık rantlar vardır.
Merhum Turgut Özal vaktiyle tren taşımacılığını kötülemiş, trenlerin komünist sistemlerin taşıma vasıtası olduğunu söylemişti. Dünyanın en ileri, en medenî, en gelişmiş ülkelerinde çok güvenli, çok hızlı, çok rahat trenler çalışmaktadır. Bu trenler uçaklarla rekabet etmektedir.
Türkiye istese, İstanbul ile Ankara arasında böyle bir treni, yapımını meselâ Japonlara vererek gerçekleştirebilir. Lakin bizde böyle bir kafa ve vicdan yoktur.
Fransa’da olduğu gibi bir buçuk saatten vaz geçtim, ben bu iki şehrimiz arasında yolculuğun üç saate indirilmesine bile razıyım. Sabah yedide Haydarpaşa’dan bineceksin, saat onda Ankara’da olacaksın. İşlerini görüp akşama tekrar evine döneceksin.
İstanbul Ankara arasında uçak yolculuğu çok zahmetli ve külfetlidir.
Defalarca X-ışınlı cihazlardan geçiliyor. Tabiî ki, bunun insan sağlığına zararı var. Bu gibi ışınlara sık sık ve fazla miktarda mâruz kalanlar vahim hastalıklara yakalanabilir.
Uçağa bin, yerine otur, kemerlerini bağla… Hostesler, uçuş emniyeti ile nutuklarına başlarlar. Bir bardak içecek, yanında bir kek, sonra iniş… Bazen rötar olur, havaalanında veya uçağın içinde bekleyip durursunuz. Bir keresinde Ankara’dan uçağa bindik, lakin bir türlü havalanmıyor. Neymiş efendim, birtakım önemli şahsiyetler gelecekmiş, bu yüzden uçağı bekletiyorlarmış. Bu önemli kişiler kendilerini Hindistan racası mı sanıyor? Efendilerimiz, beylerimiz gelecek ya, halk beklesin. Halkı köle gibi gören, eşek yerine koyan bu herifleri hiç sevmiyorum, kendilerine zerre kadar saygı beslemiyorum.
Efendi bir önemli kişi halkı hor görmez, halka tepeden bakmaz. Bazen şehirde gezerken bir yerde trafiğin kesilmiş olduğuna şahit oluyorum. Otomobil ve başka vasıta geçirilmiyor, kuş uçurulmuyor. Öteki taraflarda trafik altüst olmuş. Bölgedeki düzen bozulmuş. İş sahipleri mağdur edilmiş. Neymiş efendim bir kodaman o yoldan geçecekmiş… Böyle kodamanlar olmaz olsun!
Havaalanlarındaki VIP salonları da tam bir rezalettir. Hani imtiyazsız, sınıfsız bir millettik. Milletin vekilleri olan birtakım kişilerin havaalanlarında lüks mekanlarda keyif içinde oturmaları, zevk ve sefa ile çaylar kahveler içmeleri reva mıdır? Halk koşuşsun, terlesin, yorulsun, beylerimiz oh kekâh… Bu ne biçim demokrasidir. Faziletli bir kodaman, makamı ve mevkii ne kadar yüksek olursa olsun VIP salonuna gitmez, halk arasında, halk gibi yolculuk yapar. Hiç bir şeye yanmam bu VIP salonlarına birtakım anti-VIP’lerin girmesine ve oralarda keyif çatmalarına yanarım.
Süleyman Demirel zamanında, Hazretin
dediği canlardan biri İstanbul havaalanının VIP kapısından geçmeye kalkmış, ilgililer izin vermemişler. Adam hiddetinden mosmor olmuş, kan beynine çıkmış, kendini kaybetmiş. Öyle ya, nasıl olur da onun gibi can olan ciğer olan önemli ve mönemli bir şahsiyete böyle bir terbiyesizlik yapılır. Elleri titreyerek, kelimeler diline dolaşarak Ankara’ya telefon etmiş, ağlarcasına, boğulurcasına
demiş. Anında birtakım yerlerdeki telefonlar çalmış, zılgıtlar verilmiş, azarlamalar yağmur gibi yağmış… Ve bizim canlar ciğerler parçası pür-azamet, pür-tantana, pür-heybet salonuna girmiş… Rezalet rezalet rezalet…
Farz edelim bizde de Japonya’da olduğu gibi çok hızlı bir tren yapıldı. Bizim azametlû, devletlû kişilerimiz bu trenlere binmeden önce mutlaka Haydarpaşa VIP salonunda ağırlanırlar.
Bir kısım halkı anlamakta güçlük çekiyorum. Bir ay önce, taşradan gelmiş elli yaşlarında birzatla karşılaştım. Beni görünce boynuma sarıldı, yanaklarımdan öptü, heyecandan gözleri yaşardı.
dedi. Çocukmuş, babası 1960’lı yılların sonlarında her gün bir
alırmış, heyecanla okurlarmış. Bazı toplu sabah namazlarına katılmışlar.
dedi.
Bu muhteremin, benim
haberi yoktu. Gazeteciliği bırakmış olduğumu sanıyordu.
Yanlış anlaşılmasın, benim yazılarımı okusun demiyorum. Lakin yazdığımı bilmemesini kınıyorum.
Geçenlerde yazmıştım: İki kişiyle konuşuyoruz, önlerindeki masanın üzerinde bir Millî Gazete var. Bulundukları müessese gazeteye abone imiş. Laf arasında bana
diye sordular. Millî Gazete’de yazıyorum deyince şaşırdılar. Gazeteyi karıştırmaya başladılar. Birkaç defa karıştırdılar, yazımı bulamadılar. Nah işte şurada deyince şaşırdılar.
diye mırıldandılar.
Toplumumuz, halk, gençlik ne hale gelmiş… Geçen gün üniversiteli bir gence
kelimesinin mânasını sordum, bilemedi. Bir başkası
mânasını bilmiyordu.
Lisansız, edebiyatsız, dikkatsiz, hafızasız, tepkisiz, meraksız bir toplum olduk. Böyle toplumlar sürü gibidir. Bilhassa Avrupa’daki vatandaşlarımızın, gurbetçilerin nasıl aldatıldığını biliyorsunuz. Birkaç açıkgöz gidiyor, holding kuracağız diye büyük paralar topluyor ve sonunda sermayeler kediye yükleniyor. Bu saflıkla nasıl adam olacağız bilmem ki… 29 Haziran 2005